YAZARLAR

Yargılanan kişiler değil fikirler...

Aaron Sorkin'in yönetmenliğini yaptığı "The Trial of The Chicago 7", geçtiğimiz günlerde Netflix'te yayınlandı. 13 sene boyunca ortalıkta ‘gezinen’ ve ilk başta Steven Spielberg’ün yönetmesi beklenen bu projeyi üstelenen yönetmen Aaron Sorkin bizce ciddi anlamda ‘geri tepebilecek’ bir konuyu sağlam bir omurgaya oturtup, başarılı bir iş çıkarıyor.

‘Mahkeme filmi’ olarak adlandırabileceğimiz yapımlar, her zaman ‘klasik sinemanın’ vazgeçemediği, hatta zaman zaman en ön plana çıkardığı türlerden biri olmuştur. Büyük kısmı hatta bazen neredeyse tümü mahkeme salonlarında geçen filmler, ister istemez biraz tiyatro kokar, mekanın kısıtlılığı ve olay örgüsünün genelde diyaloglarla oluşması senaryo için bir ‘dezavantaj’ gibi görünebilir.

Yine de Otto Preminger’den Sidney Lumet’e, Frank Capra’dan Steven Spielberg’e birçok büyük yönetmen bu türde şansını denemiş ve genelde oldukça başarılı sonuçlar elde etmişlerdir. Genel anlamda (başarılı!) ‘mahkeme filmleri’, sağlam bir dramaturji ile demokratik bir rejimdeki ‘söz hakkı’ üzerinde yoğunlaşır. Üstelik davanın konusu ve dönemi bu filmde olduğu gibi ‘Amerika’ tarihinin çok ‘hassas’ bir sürecinde (1968’ler) yer alıyor ve ‘kurmaca’ olmayıp gerçek olaylardan esinleniyorsa en azından ‘Batılı’ seyircinin beklentisi yükselir ve çıkan sonuç çok daha tartışmaya açık bir hale gelir.

13 sene boyunca ortalıkta ‘gezinen’ ve ilk başta Steven Spielberg’ün yönetmesi beklenen bu projeyi üstelenen yönetmen Aaron Sorkin bizce ciddi anlamda ‘geri tepebilecek’ bir konuyu sağlam bir omurgaya oturtup, başarılı bir iş çıkarıyor.

1968 yılında Vietnam Savaşı bütün şiddeti ile sürerken Amerika’da, genç nüfus arasında hükümete karşı ciddi bir protesto ve başkaldırı başlamıştır. Demokrat hareketin liderleri yanlarına ‘çiçek çocuklar’ diyebileceğimiz grubu ve diğer ‘sol’ direnişçileri alarak Chicago’da ciddi bir protesto yürüyüşü yapmaya karar verirler. Çok sert ve kanlı geçen bir polis müdahalesiyle karşılanan bu gösteri sonrasında, direnişin liderleri olarak gösterilen yedi kişi ‘hükümeti yıkmaya’ (!) kalkışmaktan mahkemeye çıkartılır. Onların dışında aynı davada, tabii ki ‘muhalif’ bir tarafta olan ancak Chicago olayları ile direkt bir bağlantısı bulunmayan, ‘Black Panthers’ın lideri Bobby Seale de yargılanmaktadır. Hükümetin davaya karşı sert tutumu ve dava hakiminin ‘taraflı’ yönetimi olayı daha da karmaşık hale getirecektir…

'BLACK LİVES MATTER!'

Aslında hatırlanacağı üzere bütün bu olaylar patlak vermeden tam bir sene önce, 1967 yılının yazında, Afro-Amerikalı bir grup gence polisler tarafından yapılan bir ‘tacizkar’ saldırı ve ‘yargısız infaz’ olayı yaşanmıştı. O sene Detroit’te yaşanan toplu isyanlar sırasında birkaç polis silah bulundurdukları (ki öyle bir durum yoktu) bahanesiyle Algiers Motel’i basıp, bir grup genci sabaha kadar taciz ve işkenceye maruz bıraktı ve günün sonunda üç siyahi genç de polis tarafından nedensizce vurulup öldürüldü.

‘Garip bir şekilde ülkemizde pek ses getirmeyen (hatta belki vizyona bile girmemiş olabilir) “Detroit”(2017), yönetmenlik açısından büyük yeteneğine rağmen, daha önceki filmleri ve Oscar ödül töreni konuşmasındaki söylemleri ile Demokrat kamuoyunu rahatsız etmiş olan Kathryn Bigelow’ın bir anlamda ‘özür’, daha doğrusu ‘duruşunu açıklama’ filmiydi.

“The Trial of the Chicago 7” filmi hemen bu trajik olay sonrasında yer alan bir konuyu ele almakta. Bu filmde Bobby Seale de Chicago gösterisine giderken “Martin Luther King öldü, Malcolm öldü…” diyerek o zamana kadarki bütün ‘barışçıl’ eşitlik hareketlerinin bastırıldığına dikkat çekmekte...

AMERİKA’NIN OTOPSİSİ

Aslında yönetmen Aaron Sorkin, belli bir seneden ziyade, 1968’den 1972’ye kadar uzanan bir süreci mercek altına alıyor. Elli sene önceki bir Amerika’da devlet kurumlarına saygı ya da idealizm ikileminde kalan bir halkın adeta ‘otopsisini’ yapmaya soyunuyor.

Yönetmen, beklenmedik bir şekilde filmin başında olayları başlatan ‘toplu gösteriyi’ göstermiyor, sadece sonu bu ‘protestoya’ kadar gidecek olan bu hareketteki değişik ‘aktörlerin’ ‘politik şiddete’ karşı duruşlarını göstererek bir açılış oluşturuyor. Ardından bir ‘flash-forward’la duruşma başlıyor. Bu ‘gösterilmeyen’ ve ‘geciktirilen’ asıl olay sadece merakımızı arttıran bir ‘gerilim’ yaratmıyor, aynı zamanda asıl konunun davanın boyutu değil adil bir savunmaya karışan politik müdahaleler olduğunun altını çiziyor.

“The Trial of the Chicago 7” bir dönem filmi olduğu halde, birçok sekansta şu andaki Amerika başkanı Donald Trump’a karşı bir eleştirel bir bakış hissettiriyor. Protesto olayının içinde hatta başında gösterilen ama aslında dışında olan ve sonrasında kelepçelere vurulup, ağzı bağlanan Bobby Seale karakteri ise doğal olarak Amerika’da öldürülen George Floyd ve Breonna Tyler’i aklımıza getiriyor. Filmdeki yargıç Hoffman karakteri ise sanki Trump’ın o dönemki temsili gibi duruyor.

HAKSIZLIK KARŞISINDA İKİ FARKLI DURUŞ

Filmde duruşma ilerledikçe, asıl dikkatimizi yedi sanıktan ikisi çekiyor: Tom Hayden ve Abbie Hoffman, (yargıç Hoffman’la bir alakası yok!) aynı davada yer alıyorlar gibi dursalar da hem karakterleri hem de olaylara bakışları açısından aralarında ciddi farklılıklar var. Hayden’ı canlandıran Eddie Redmayne, karakterini endişeli, silik neredeyse ‘sönük’ bir kişi gibi sunuyor. İçinde trajediye dönüşen bir demokratik isteğin yarasını taşıyan, mantığın güçsüzlüğü karşısında yas tutan bir kişi…

Abbie Hoffman ise çok daha dışa dönük, sürekli ‘stand-up’ gösterisi sunar gibi (ki bunu gerçekten de yapıyor) yaşananları kendi bakış açısıyla aktaran, Hayden gibi ‘sistemin’ sınırları içinde kendini savunmaya çalışmayan hatta bunu tamamen reddeden ve bazen saygısız olmak pahasına kendi mantığının yasaların da üstünde olduğunu savunan bir aktivist. Onun ‘lakayıt’ ve ‘gevşek’ tutumu asla ideolojik açıdan bir boşluk taşımıyor. Aslında ‘kültürel’ bir devrimin ‘saf’ bir devrimden daha etkili olduğunu, Hayden’ın taşıdığı politik sorumluluğun fazla eğilip bükülmeye açık olduğunu ifade ediyor.

Son kertede iki karakter de kendilerinde ‘eksik’ olan şeyi yakalamayı başarıyor: Hoffman görüşünü, bir güldürü şovuna dönüştürmeden bir topluluğun içine yerleştirmeyi başarıyor. Hayden ise ‘söz tiyatro’sunun gücünü kabul etmek zorunda kalıyor. Bir anlamda bu iki ‘düşman kardeş’ birbirlerini tamamlıyorlar.

HOFFMAN’IN YALNIZLIĞI

Hayden ve Hoffman karakterlerinin gerçek hayattaki akıbetleri (Hoffman’ın 80’li yılların sonlarında intihar etmesi, Hayden’ın ise birçok defa Senatoya seçilmesi…) bizi şaşırtsa da Hoffman’ın bu kadar ‘dışarıda’ bir kişi olması bu kaderi tetiklemiş gibi duruyor. Filmde bir yerde Hoffman aslında davada olmalarının nedenini basit bir şekilde “Yaptıklarımızdan dolayı değil, kim olduğumuzdan dolayı yargılanıyoruz!” sözleriyle açıklıyor: Kim olduğumuz, ne dediğimiz…

Hoffman bu tutumunu sadece yakın çevresine karşı göstermiyor. Baş sanıklardan biri olarak çıktığı duruşmada, davayı baştan beri ‘taraflı’ bir şekilde yöneten yargıç karşısında, Aziz Matta’nın İncil’deki bir yorumundan örnek vererek, Hz İsa’nın bile bir ‘ikileme’ düştüğünü, ‘barışçı’ bir duruştan ‘çatışmacı’ bir duruşa doğru evrildiğini hatırlatıyor.

Neredeyse Hz İsa’nın öğretisi ve İncil’in dediklerini kendi tarafına çekmeyi başaran Hoffman, sona yaklaşırken hem tam bir birey hem de bir ‘vicdan’ temsiline ulaşıyor. Diğer karakterler arasından bu ‘öne çıkma’ aynı zamanda bir yalnızlık da getiriyor.

Hoffman’ın düşüncelerini dışa vurduğu zirve noktalarında, üzerinde Amerika bayrağı bulunan gömleğe baktığımızda anlıyoruz ki, bu ne bir (düşünsel) silah, ne de bir tahrik… Bu bir ‘kefen’!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .