YAZARLAR

Yaprağın gözyaşını hissedebilmek

İkizdere’de köylüler direnmeye devam ediyorlar. Bir kadın kesilmiş ağaç dallarını sırtına yüklemiş, onlara kıyamadığından söz ediyor ve şöyle diyor: “Bunun yaprağı, bunun gözyaşı kaşığınıza değecek.”

“Gövdesine doğum günleri çizmiş halkalar bu koca ihtiyarlar, yüzyıllardır toprağın derinliklerine çivilenmişler kaçamıyorlar. Elektrikli testerenin önünde savunmasız çatırdayıp düşüyorlar. Her devrilmede dünya yerle bir oluyor ve kuşlar evsiz kalıyor.”(1)

Galeano’nun bu cümleleri, devletlilerin kapitalist şirketlerle ortaklaşa talan ettikleri doğa varlıklarını düşününce insanın içini yaralıyor. Her ağaç devrildiğinde “dünya yerle bir oluyor”, bir ağacın yıkımı yıllarca doğaya kök salmış, onunla akrabalık kurmuş bir türü yerinden ediyor, öldürüyor. İnsan türünün başlangıçta birlikte yaşama ilişkisine dayanan doğa ile bağı gittikçe aşınıyor. Kapitalizmin doğaya bakışı, rant ve talan üzerinden biçimlenirken, doğanın varlığı için tehdit katlanarak sürüyor; devlet-şirket ortaklığında yaşamın sofrasına dadananlar doğanın varlığını sömürmeye doymuyorlar. Yerinden edilen hayvanlar; ayılar, karıncalar, yaban domuzları sürgün ediliyor. Çok geniş kapsamlı bir yerinden etme politikasıyla karşı karşıyayız ve bunun karşısına sadece insanın faydasına olduğundan değil eşit bir ilişki tahayyül ederek, ağaçla, kurtla, kuşla, karıncayla dayanışmak gibi hedeflerle çıkmamız gerekiyor çünkü dünyanın tüm türleri saldırı altında.

Bugün pandemi koşullarında yaşarken, virüslerin sebebinin kapitalizmin tüm yaşamı dönüştüren politikalarının sonucu olduğunu ve sonrasının da bundan farklı olmayabileceğini biliyoruz. Butler, Time’da yayımlanan son yazısında, yaşanabilir bir dünya yaratmanın yollarını tartışırken şuna dikkat çekiyor: “Yine de insanlar için yaşanabilir bir dünya, merkezinde insan bulunmayan bir dünyaya bağlıdır. Çevresel toksinlere, sadece biz insanların zehirlenme korkusu olmadan yaşayabilmesi ve nefes alabilmesi için değil, aynı zamanda su ve havanın merkezimizde olmayan hayatlara da esas olması nedeniyle de karşı çıkıyoruz.”(2) İnsan türünün geldiği noktada ilk önce fark etmesi gereken -çok sık tekrar etsem de- doğayla kurduğu ilişkinin radikal bir dönüşümünü tahayyül etmek, bu her türlü tüketim alışkanlıklarının sorgulanmasını içeriyor. Hayvanları sofrada bir yemek nesnesi, laboratuvarda deney malzemesi olarak görmemekten, ağacı, çiçeği bir manzara olmanın ötesinde düşünmek gibi çok geniş bir dönüşüm bahsetmeye çalıştığım. İnsanın dünyadaki merkezi yerini aşındırmak, doğa ile daha eşitlikçi bir ilişkilenim kurmak, Butler’ın söylediği gibi, “merkezimizde olmayan” hayatlar için de adım atmak anlamını taşıyor. Hesse, “Her ağacın tek başına yaşadığını, kendi özel biçimi, kendine özgü gölgesi olduğunu biliyorum. Münzevi ve mücadeleci yapılarıyla dağların yakın akrabalarıydı onlar, zira her biri, en azından dağların daha yukarılarında yetişenler, hayatta kalmak ve büyümek için rüzgâr, iklim ve kayalara karşı sessiz, çetin bir mücadele veriyorlardı”(3) der. Doğayı kendi oluşunda bir varlık olarak tanımak gerekiyor ve Hesse’nin cümlelerinde bu tanımayı hissedebiliyoruz. Ayrıca, doğanın kendi içinde kurduğu akrabalık ve mücadele ilişkisi olduğunu bilmek, onun da tıpkı bizimle ortaklaşan bir direnişin içinde olduğunu görmek anlamına geliyor. Kropotkin, doğada türler arasında yalnızca mücadele olmadığı, kolektif bir dayanışma olduğu üzerine çalışmalar yapmış ve karşılıklı mücadele kadar “karşılıklı yardımlaşma”nın da olduğu fikri üzerine pek çok sonuç ortaya koymuştu. Doğadaki canlılar da insanlar gibi “var kalma” çabası veriyorlar. Bu nedenle onların da kendilerince dayanışma yöntemleri var ve bizim onlarla egosantrizmin ötesine geçerek, doğaya ait bir tür olarak dayanışmamız gerekiyor çünkü yaralarımızın tedavisi ancak böyle mümkün olabilir, başka türlü düşleyip başka türlü eyleyerek.

İnsanın doğayla ilişkisinin karşıtlıklar üzerinden kurulduğunu biliyoruz ve bu bizi insan ve doğa arasında hep çekişme vardı yanılsamasına da düşürüyor; Neolitik dönem başlangıç kabul edilerek, o günden bugüne insanın doğa karşısındaki galibiyetine methiyeler düzen uygarlık hikâyeleri anlatılıyor. Oysa durumun böyle olmadığını artık biliyoruz, insanın yerleşik yaşama geçerek sabit bir yaşamı hevesle benimsediğine dair anlatılar da çöküyor. James C. Scott, durumun hiç de böyle olmadığından uzunca bahseder, yerleşik yaşama geçilmesinden memnun olmayanların varlığını hatırlatır ve bunun için direnildiğini gösterir, yerleşik yaşama geçenler vardır ancak göçebe kavimler buna karşı çıkarlar, düşünürün deyimiyle bu durumu, “hastalık ve devlet denetimiyle özdeşleştirmişlerdir.”(4) Bu nedenle şimdide de doğayla ilişkiyi her zaman ikili bir karşıtlık üzerinden tahayyül etmemek gerekiyor, kapitalist şirketler, onların destekçisi devletliler var ve insanların çoğu doğayla ilişkiyi tahayyül ettiğimiz gibi sürdürmüyor ancak bir karşı çıkış görebiliyoruz. HES direnişlerinden, Gezi’ye ve şimdilerde Kızderbent’ten, İkizdere’ye kadar insanlar, kendilerine dayatılan doğanın olmadığı yaşam biçimine itiraz ediyorlar.

Son yıllarda tüm direnişlerde olduğu gibi doğa ile ilgili direnişlerde de kadınların öne çıktığına tanık oluyoruz. Devlet tahakkümü doğanın ve kadının bedenine saldırırken failleri aklıyor, doğanın ve kadınların direnişini daha da ortaklaştıran bir nokta bu ve bunun tarihsel bir anlamı da var bana kalırsa. “Fallus merkezciliğin” ortaya çıkışıyla birlikte kadının ve doğanın varlıklarının değersizleştirildiği bir tarihsel perspektiften söz edilebilir. Örneğin Hodder, “‘Fallus-merkezci’ terimiyle temel kültürel gösteren olarak erkeklere ayrıcalık tanınmasından ve Türkiye Neolitik ortamının maddi ve kültürel dağarcığı içerisinde güç ve yekte kaynağı olarak (hem insan hem hayvan) erkekliğin odak noktasına konmasından söz ediyoruz”(5) diyor. Her ne kadar bereket, verimlilik, toprak gibi nedenlerle Neolitik Dönem kadın figürü odaklı bir dönem olarak gösterilse de Göbekli Tepe gibi bir merkezde hiç kadın figürü çıkmaması, dikili taşların simgelediği fallus, bu dönemde sanıldığı gibi kadınların değil erkeklerin ön plana çıktığını gösteriyor. Bununla beraber Neolitik Dönem yukarıda bahsettiğimiz gibi yerleşik yaşama direnenlerin olduğu bir dönem olarak düşünülebilse bile insanın doğayla ilişkisinin olumsuz etkilendiği bir dönem, bu nedenle kadınlar ve doğa için ortak bir kaybedişten söz edilebilir. Kısacası, kadınlar ve doğa, tarihin en eski zamanlarından bugüne kadar ortak bir mücadele sürdürürler; ataerkilliğe, devletlere ve bugünlerde kapitalist şirketlere... Bu nedenle kadınların doğa direnişlerinde -ve aslında coğrafyamızda ve dünyadaki tüm direnişlerde- ön planda olmaları sürpriz değil.

Bu yazıyı yazarken İkizdere’de köylüler direnmeye devam ediyorlar, bir kadın kesilmiş ağaç dallarını sırtına yüklemiş, onlara kıyamadığından söz ediyor ve şöyle diyor: “Bunun yaprağı, bunun gözyaşı kaşığınıza değecek.” Ağaçları bir varlık olarak tanımanın en güzel örneklerinden değil mi bu cümle, en başta bahsettiğimiz başka türlü bakmak da böyle bir şey çünkü İkizdere’de bedenini devlet destekli Cengiz Holding’e, makinelere karşı siper etmiş bu insanlar, doğayla bir ilişkilenme biçimi geliştirmişler, onu sadece bir fayda aracı olmanın ötesinde varlık olarak görebilmişler, yaşam ve geçim biçimlerini ortaklaştırmışlar. “Ölürsem burada öleceğim, üzerime toprak atın” diyen direnişçi kadının söylediği gibi, doğanın ölümünün zaten bir son olduğunun farkındalar. Bu direnişlerden öğrenecek çok şey var, devletle, patronla, kollukla yüzleşmek gibi bir anlamı var ve başka türlüsünü hayal etmenin bir yolu da buradan geçiyor çünkü ağaçlar bizimle birlikte tanık oluyorlar dünyaya, yaşama çabası veriyorlar kapitalist politikalara karşı. Sessiz olduklarına bakmayın bence duyuyorlar dünyanın başka seslerini, bizim de onları duymamız gerekiyor, onların gözyaşlarını hisseden kadın direnişçinin söylediği gibi.

  1. Galeano, E., (2018), “Zamanın Ağızları”, s. 120, (Çev. Bülent Kale), İstanbul: Sel Yayıncılık.
  2. https://gazetekarinca.com/2021/04/yasanabilir-bir-dunya-yaratmanin-yollari-judith-butler/
  3. H., Hesse, (2019), “Ağaçlar”, (Çev. Zehra Aksu Yılmazer), İstanbul: Kolektif Kitap.
  4. Scott, J., (2019), “Tahıla Karşı ‘İlk Devletlerin Derin Tarihi’”, s. 23 (Çev. Akın Emre Pilgir), İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.
  5. Fred, J., Hodder, I., (2018), “Uygarlığın Doğuşunda Din ‘Çatalhöyük Örneği’”, s. 55, (Çev. Dilek Şendil), İstanbul: Alfa Yayınları.

Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.