Yalnız Adam'ın türküsü: Kuçelere su serpmişem
Hesabı dünyanın en yalnız insanı aldı. "Hepimiz arkadaşız, toplanıp sohbet ediyoruz" diyerek mekanı ve ahalisini tarif etti. Yeni bir dinleyici bulmuş olmanın hafif sevinci vardı sesinde. Mekan, yalnızlığını bertaraf etmenin imkanıydı adam için. Belki hiç farkında değildi Yalnız Adam, bu mekanı açık tutarak çok övündüğü yalnızlığından kaçıyordu.
Şanslı olanlar dar bir koridoru andıran mekanın dışarısında buldukları sandalyelerde oturuyorlardı. Kuşkusuz dışarısı da içerisi kadar sıcaktı fakat ne de olsa temiz havaya sahipti. Koridor dar olduğu için bir masanın etrafında toplanma imkanları yoktu şanslıların, bu yüzden uzaktan sesleniyorlardı birbirlerine. Merdivenden inenlere bakıyor, dışarıdan gelen seslere kulak kabartıyorlardı. Sonra birbirlerine takılıyorlardı ve en çok kendi içlerine çekiliyorlardı.
Masalar ve sandalyeler toplamaydı ve birbirleriyle asla bir uyum içinde değillerdi. Eskiydiler ve kim bilir, belki de mekanın müşterileri, oturacak bir yerleri olsun diye evde kullanmadıkları sandalye ve tabureleri buraya taşımışlardı.
İçeride oturuyordum. Oturduğum plastik koltuk, rahatça yaslansam kırılacaktı. Bu nedenle dikkatli oturuyordum ve yıllar sonra televizyondan at yarışları izliyordum. Sarı bir ampul ile televizyon ekranının aydınlatmaya çalıştığı içerisi loştu, küf ve sidik kokuyordu.
Atlar yarıştırılıyordu ve yıllar önce at yarışları bülteni hazırlayan bir ekibin içinde yer aldığımı hatırlıyordum. Ayhan acayip güzel bir adamdı. İçmeyi ve at yarışlarını severdi. Bir gün, "At yarışları bülteni çıkaralım" dedi. Demekle yetinmedi, "Ben ne anlarım at yarışlarından" dememi de dinlemedi. Kısa bir hazırlıktan sonra Star bülteni hazırdı. İzmir'de birçok kahveye Star bülteni bırakırken bulmuştum kendimi.
At yarışları bülteni çıkararak para kazanamadık elbette. Sermayesini Ayhan'ın karşıladığı bülten, birkaç arkadaşın keyifli bir macerası olarak kaldı. Şimdi, bir keder gibi içime oturan şey, Ayhan'ın karşılayamadığım isteğiydi: Atları ve bülteni anlatan bir dörtlük yazmamı istemişti. "Şiiri kumara alet etmeyelim" demiş, işi şakaya vurmuştum. Halbuki, hayatımda ilk ve son kez hipodromda gördüğüm atlar, pek çok şiir hak eden asil bir güzellikteydiler.
Tüyoları Bomba veriyordu bize. Bir keresinde tahminleri tutmuş, yüklü bir paranın yanı sıra Bomba lakabını da kazanmıştı. Burada, "Haydan gelen huya gider" demeliyim belki. Çünkü Bomba, ben tanıdığımda beş parasız, evsiz barksızdı. Garsonluk yaptığı kahvede yatıp kalkıyordu. Ailesi Şirinyer'deki küçük mahallenin esnafıydı.
Sabahın köründe kalkıp yarış atlarının antrenmanlarını izleyen Bomba, ben İzmir'deyken bomba bir tüyo vermedi, ben ayrıldıktan sonra da duymadım.
Ama Ayhan'ın öldüğünü duydum. Bir vakitler cezaevi de yatmış, tanıdığım tek Afyonlu devrimciydi Ayhan.
*
"Heci abê görisen Diyarbekirli ne yapti? Kupon onun yüzünden çöp oldi."
Elinde salladığı kuponu Heci'nin önüne koydu. Adam söylenirken Heci gözucuyla kupona baktı. Loş karanlıkta kuponun nasıl yattığını gördü mü, bilemem. "Hımmm" dedi, usuldan böğürür gibi ve sustu Heci, önündeki kuponlara, bültenlere geri döndü. Adam hâlâ söyleniyordu ve Heci, galiba onu hiç duymuyordu.
Dışarıdan, koridordan bir "Xezal, xezal" sesi yükseldi. Her kimse dışarıdaki, Şivan Perwer'den dinlemeye doyamadığım bu şarkıyı söylemeye çok hevesliydi. Sesinde acıklı bir güzellik hissetiriyordu kendisini. Ancak adamın nefesi şarkının devamını getirmeye yetmedi. Bir süre feci şekilde öksürdü. Sonra ciğerlerine küfretti ve büsbütün sustu.
İnce, avurtları çökmüş, sesi çatlak bir adam Heci'nin başına dikildi. "Heci abê, haberin olsun istiyem" diyerek bir inşaat işinden söz etti uzun uzun. O elinden geleni yapmıştı ancak öteki kazık atmaya kalkmıştı. Bölük pörçük anladığım buydu. Heci ne anladı? Bunu da benim anlamam mümkün değildi. Çünkü Heci at yarışı bültenlerine, kuponlara gömülmüştü. Bir kez başını kaldırıp adama bakmadı.
Heci'nin masasında oturacak başka sandalye yoktu. Belki Heci, kimse yanına oturmasın diye başka sandalye istememişti, kim bilir. Bu yüzden adam ayakta durmuş, derdini öyle anlatıyordu.
Meramını anlatabildiğine kani oldu ya da Heci'nin duvar gibi sessiz kalmasından sıkıldı, "Yani haberin olsun istedim Heci abê. Yarın öbür gün bişey olur, demiyesen benim niçin haberim olmadi."
İzin isteyip gitti, hafiften sallanarak. Adamı, arada çıkardığı "Hımmm" sesiyle dinleyen Heci, yalnız kalınca, "Qeprax" diyerek bütün konuşmadan çıkardığı sonucu dile getirdi. Heci konuşamıyor diye düşünmeye başlamıştım. Demek Heci, istediği zaman istediği insanlarla konuşuyordu.
Adam ceket giymişti. Nedense kapıdan çıkarken fark ettim. Bu sıcakta ceket? Dilimin ucuna gelen belayı geri çektim.
Yarış atlarının ne güzel isimleri vardır, değil mi?
*
Heci koridora doğru, ben de televizyona bakıyordum. Kulağım ondaydı çünkü içerideki dolaptan içecek almaya gelenler ya da tuvaleti kullanmak isteyenlerin hepsi illa ki selam veriyordu Heci'ye. 'Merhaba Heci abê." "Nasılsın Heci abe?" Heci, genellikle bakmadan "Hıımmm" sesiyle karşılık vererek onunla yapılmak istenen sohbetleri geçiştiriyordu.
Ben terliyordum içeride ve Heci, sanki zerre kadar etkilenmiyordu havasızlıktan, kötü kokudan. Tuvaletin demir kapısı gürültüyle açılıp kapanıyordu ve her defasında sidik kokusu dışarıya hücum ediyordu.
At yarışları bitti. Heci önündeki kağıtları yırtarak birkaç parçaya böldü, masaya bıraktı. İçtiklerinin parasını hazırladıktan sonra koridora çıktı. Evine gidecekti koridordakilerin "Selametle" dileklerini de yanına alarak.
Koridordaki şanslılar Heci'yi uğurladıktan sonra siyaset konuşmaya devam ettiler.
Heci'nin masasına baktım. İçip boşalttığı, kese kağıdı gibi buruşturduğu altı kutu vardı masada.
Mekan da buruşturulmuş gibiydi. Boş kasalar özensizce bir kenara yığılmıştı. İçinde ne vardı bilmediğim birkaç koli ve başka bir sürü ıvır zıvır mekanı işgal etmişti. Duvarlarda kim bilir ne zaman nereden bulunmuş birkaç resim vardı. Resimler mekanın kendisi gibi, duvarda iğreti duruyorlardı.
"Nereden düştüm bu batakhaneye?" diye geçirdim aklımdan. Sonra daha beter mekanlarda da bulunduğumu hatırlatarak teselli ettim kendimi.
*
Adam, "Kusura bakma abê" dedi. Neden özür dilediğini anlamadığımı fark edince, "Dişlerimi yaptırıyorum" diye devam etti.
Bu boş özüre mana verecek hevesim yoktu doğrusu. "Öyle mi?" deyip kestirip atmak istedim. Ama Heci gibi "Hıımmm" deyememiştim ve bir soru sormuştum farkında olmadan. Emekli olduğunu, çocuklarından birinin doktor, birinin mühendis olduğunu anlattı. Kızlar okumamış, evlenip yuva kurmuşlardı. Yalnız yaşıyordu. Önündeki nevaleyi kendisi hazırlıyordu.
Boş bir tabure bulunca koridora atmıştım kendimi. Tahta bir sandalyede oturan adama aşağıdan bakıyordum.
Usulca, neredeyse bir sır verir gibi konuşuyordu adam. Bir süre sonra onu hiç duymaz oldum.
Plastik bir kabın içindeki yoğurdu çatalla dişsiz ağzına götürdü. Yoğurdun yarısı tabağa döküldü. Çay bardağındaki rakıdan bir yudum aldı ve elinin tersiyle ağzını temizledi.
Koridor boyunca sıralanan adamlar siyaset konuşuyordu. Devrim yapma umudunu çoktan gençlere devretmişlerdi. Yine de devrimle gelecek özgürlük ihtimalinin kıvılcımları sözlerinden beliriyordu.
"Az kaldı" dedi birisi, "Yeter ki biz dik duralım." Adamın yüzü belli belirsizdi fakat onun da diğerleri gibi hayattan değilse de bir devlet kurumundan çoktan emekli olduğu anlaşılıyordu. Biraz yakınımda oturanın gömlek düğmeleri açıktı. Kıllı göğsünü kaşıdı, felaketle sonuçlanan önceki süreçleri iki cümleyle hatırlatarak, "Her elini uzatana güvenmeyeceksin, kim bilir aklında ne fesatlık vardır" dedi. İtiraz öte uçtan, büfenin önünde oturan adamdan geldi: "Hele bak, sanki ömrünü davaya feda etmiş." Az önce "Xezal" şarkısını söylemeye çalışan adamdı bu. Acısını ele vermekten çekinmeyen sesinden tanıdım onu. Sonra geçmiş günler, heyecanlar, artık hayatta olmayan devrimci isimler hatırlandı.
Dişsiz beni ne sandı bilmiyorum, "Hepsi iyi insanlardır, öylesine konuşuyorlar" dedi. "Güzel konuşuyorlar" diye karşılık verdim. Dişsiz bu cümleyi hayra mı yormalıydı, bilemedi. Bir süre sustu. Bir şey diyecek oldu, vazgeçti. Yoğurda daldırdığı çatalı ağzına götürdü. Yoğurdun yarısı tabağa döküldü.
*
Koridordaki dağınık sohbetten kopmuştum. Fakat az sonra acısını inkar etmeyen hatta göstermek isteyen adam bağırarak konuşmaya başlamıştı.
"Sanki tofan kopmuşti, yağmur öyle yağıyordu. Yağmurun altında duruyordum. Bir ben ağladım bir yağmur yağdı. Yağmur yağdı ben ağladım. Sabaha kadar yarıştık yağmurla."
Sesinde acıdan çok öfke vardı bu sefer. Dişsiz, "Yine başladı" dedi sıkılarak. Kim bilir bu hikayeyi kaçıncı kez anlatmıştı adam. Benim aklımsa neden yağmurun altında ağladığından çok, sabah nereye gittiğini sorguluyordu.
"Yalnız adam benim, ben" dedi elini göğsüne vurarak. "Yalnızlık nedir hiçbiriniz bilmiyorsunuz oxılım. Bu Amed'in, bu dünyanın en yalnız adam benim, ben."
Bu sefer kimse itiraz etmedi. Dişsiz bile herhangi bir imada bulunmadı. Ben de susarak dinledim adamı. Çünkü koridordaki en yalnız adam değildim, ama kesinlikle en yabancı adam bendim. Koridordaki manasız varlığım yüzünden mahcubiyet bile duydum.
*
Hesabı dünyanın en yalnız insanı aldı. "Hepimiz arkadaşız, toplanıp sohbet ediyoruz" diyerek mekanı ve ahalisini tarif etti. Yeni bir dinleyici bulmuş olmanın hafif sevinci vardı sesinde. Mekan, yalnızlığını berteraf etmenin imkanıydı adam için. Belki hiç farkında değildi Yalnız Adam, bu mekanı açık tutarak çok övündüğü yalnızlığından kaçıyordu.
"Sesin güzel" dedim çıkmadan, "Xezal" şarkısını hatırlatarak. "Sen eskiden dinleyecektin" dedi ah çekerek.
Sesine yaptığım iltifattan cesaret almış olacaktı ki ben merdivenleri çıkarken türkü söylemeye başladı: "Kuçelere su serpmişeeemm". Sonra öksürük sesleri yükseldi aşağıdaki koridordan yukarıya doğru. İki öksürük arasında yine ciğerlerine küfür etmiştir, diye düşündüm.
Gece insanın efkarlanmasına izin vermeyecek kadar sıcaktı. Yine de atların güzel adları ile Ayhan'ın hatırası peşimi bırakmıyordu. Yalnız adamın türküsü dilime dolanmış, mırıldanmaya başlamıştım: "Kuçelere su serpmişem/Yar gelende toz olmasın."