YAZARLAR

Yağmacı içerilmeden sonra bölüşüm şokundayız

Emeğin payındaki azalma kısa süreli değil ve telafi edici bazı kampanyalara karşın yıllardır devam ediyor. Bu nedenlerle ücretliler için fazlaca sarsıcı bir özellik barındırıyor. 21. yüzyıl Türkiye’si görülmedik bir borç birikiminden sonra şimdi de görülmedik bir bölüşüm şokundan geçiyor.

Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, mayıs ayı sonunda büyüme verileri açıklandıktan sonra yaptığı değerlendirmede dengeli bir performans vurgusu yaparak iç ve dış talebin büyümeye katkı sunduğunu vurguladı. Önce haber yaptırılan ardından haber linkleri sildirilen bir Beştepe ekonomi zirvesi 31 Mayıs gecesi gerçekleştiyse eğer, o toplantıda durumu biraz daha farklı ifade ettiğinden emin olabilirsiniz. Rezervler, ihracat verileri, süper bono gibi konular yanında ekonomik gidişatın ne kadar ve nasıl baş ağrıtacağının tartışılmış olması son derece muhtemel.

Kırılgan modelin ne kadar dayanacağı tartışılırken son büyüme verileri emeğin toplam gelirden aldığı payın düşmeye devam ettiğini tekrar gözler önüne serdi. Türkiye ekonomisinin büyüme oranı 2022 yılı ilk çeyrekte önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 7.3 olarak kaydedildi. Fakat bu büyüme, toplumsal bir alt üst oluşa varacak sertlikte bölüşüm sorunlarını da teyit etti. Emeğin payındaki azalmanın ağır deneyimlenmesi yıllardır devam eden bir eğilimin birikimli etkisini gösteriyor ve kısmen de daha öncesindeki borçlanma sürecinin mirasına dayanıyor. Açıklayalım.

YAĞMACI İÇERİLME

Önce çok bilinen bir dönüşümü hatırlatmak gerekli. Çok sayıda başka küresel Güney ülkesinde görüldüğü üzere 21. yüzyıl başından 2010’ların ortasına kadar Türkiye’de hanelerin borcu hızla arttı. Türkiye’de 2003-07 yılları ve 2010-11 yıllarında tarihsel ortalamaların üzerinde bir büyüme sergilendiği göz önünde bulundurulursa hane borcunun yok denecek bir seviyeden toplam hasılanın yüzde 20’lerine dayanmasının ne derece dramatik bir dönüşüm olduğu anlaşılabilir.

Bu dönemi açıklamaya kalkarken karşılaşılabilecek bir bakış (kısmen de paranın görünürde eşitleyici gücünden kaynaklı yanılgı) borç alan memnun, kredi veren memnun görüşünü öne çıkarıyor. Bu bağlamda en çok işaret edilen unsur kredi genişlemesinin bir kısmının konut sektörüne yöneldiği, borçlunun esasında yatırım da yapan bir birey olduğu. Söz konusu vurgunun görmezden geldikleri ise oldukça önemli. Başka bazı ülkelerde deneyimlenmiş bulunan, örneğin yüzde yüzü geçen gecikme faiz oranlarına Türkiye’de bahsettiğim genişleme dönemlerinde rastlanmamış ve yüzyılın başından 2010’lar ortasına kadar konut kredilerinde de dikkate değer genişleme yaşanmış bulunabilir. Ancak tüketici kredisi faizlerinin enflasyonun iki katı civarında olduğu, kredi kartı gecikme faizlerinin ise enflasyon oranının üç katı civarında sınırlandırıldığı, ticari bankaların ortak faiz/komisyon belirlemiş bulundukları tespit edildikten sonra rekabet kurallarını ihlal ettikleri gerekçesiyle cezaya çarptırıldıkları bir dönemden bahsediyoruz.

Kısacası 2013-15’te duraksamış, 2018-19 krizi nedeniyle başka bir biçime bürünmüş finansal içerilme, örneğin Kenya’dakine benzer dudak uçuklatan gecikme faiz oranlarından, Bosna Hersek’tekini andıran mikrokredi krizlerinden muaf olabilir, fakat hem bahsettiğim oranlar nedeniyle hem de bitmeyen kriz vesilesiyle önceden finansal sisteme içerilenlerin daha borçlu hale geldiklerini ileri sürmekte bir beis bulunmuyor. Bu nedenlerle Türkiye’de 2000’lerin başından 2010’ların ortasına kadar olan borçlandırma süreci, başka ülkelere nazaran daha hafif seyretmiş olsa da yağmacılık barındırıyor (bu süreci Borçlandırma Siyaseti adlı kitabımda ayrıntılarıyla okuyabilirsiniz).

BÖLÜŞÜM ŞOKU

TÜİK’in bazı verileri gelir dağılımı adaletsizliğinde son yıllarda yaşanan artışı layıkıyla göstermiyor. Örneğin en yüksek eşdeğer hane halkı fert gelirine sahip yüzde 20’lik grubun payı da göreli yoksunluk ve maddi yoksunluk oranları da neredeyse değişmemiş duruyor. Oysa yüksek enflasyon ve yüksek işsizlik altında beklendiği üzere emeğin payı hasıla içinde azalıyor ve eşitsizlikler derinleşiyor.

Bu resmi, son altı-yedi yılda belirginleşen kaygı ve panik halinin üzerine yerleştirmeliyiz. Türkiye’de 2015-17 arasında altına hücum yaşandı; birikim koruma telaşı biçim değiştirerek 2018’de dövize hücuma dönüştü. Gerçek kişilerin yabancı para mevduatlarındaki artış o tarihten sonra sadece Covid-19 pandemisinin ilk aylarında duraksayarak esasında 2021 baharına kadar devam etti. Arada konut sektörüne yönelik kampanyalarla küçük konut balonları oluşturuldu. Türkiye’nin kriz ortamı ve ekonomi yönetiminin yol vermesiyle 2020’de borsaya hücum deneyimlendi, yatırımcı sayısı 2020’nin ilk altı ayında yüzde 30 arttı. Takibinde ufak bir kripto para çılgınlığı dahi gözlemlendi.

Yatırımcı profilleri farklılık gösterse dahi bu tarz finansal davranışların arka planında bir ölçüde emeğin toplam gelirden aldığı payda gerçekleşen çarpıcı düşüş bulunuyor. Aşağıda gelir yöntemi ile GSYH verilerini kullanarak ücretin toplam katma değerdeki payını sunuyorum. Bu kaba hesap için üretimden alınan vergileri ve sabit sermaye stokunun tüketimini dışarıda bırakıp ücretlilere yapılan ödemelerin, ödemeler ve işletme artığına oranını aldım (dışarıda bıraktıklarım dahil edilse de seyir değişmiyor). Grafikte ayrıca ücretli ve yevmiyelilerin toplam istihdama oranını hatırlatıyorum.

Bu veriler bize 21. yüzyıl boyunca Türkiye’de proleterleşmenin devam ettiğini ve ücretlerin payının bir süreliğine artışını emekçi sayısının artmasıyla birlikte düşünmek gerektiğini hatırlatıyor. 2016 yılından sonra ise daha da çarpıcı bir değişim gerçekleşiyor. Emekçi sayısındaki artış hız kesmez, Türkiye ekonomisi tarihsel ortalamaların altında da olsa büyümeye devam ederken örneğin Korkut Boratav’ın daha önceki yazılarında ifade ettiği üzere çarpıcı (ve daha önce görülmedik) bir bölüşüm şoku yaşanıyor.

Kısacası, daha fazla emekçi toplamda daha az pay alıyor. Bu dönüşümün popüler söylem içinde “orta sınıf çöktü” cümlesiyle aktarıldığını görüyoruz. Burada kavramsal bir tartışmaya girmeksizin kentli emekçileri orta sınıf olarak tasvir etmenin yarattığı sorunlar olduğunu not edeyim. Asgari ücretin örneğin iki katı ücret almış bazı emekçilerin geçtiğimiz yıllarda hızla asgari ücret ve onun komşuluğu kademesine geriledikleri doğru. Ancak bunlar zaten başka iş bulamadıkları ve emeklerini satmaktan başka seçenekleri olmadığı için bu gerilemeye katlanmaktalar. Bunu yaparken de çoğu, bir yatırım aracından diğerine savrulup “kasa” (devlet, banka, sermayedar, alacaklı…) karşısında kaybetmeye devam ediyorlar.

Terim farklılıklarına takılmadan altını çizeceğimiz husus şudur: 2018-19 kriziyle yaşanan, emekçilerin gelirdeki toplam payının azalmasıdır ve reel ücretlerde (sektörel farklılaşmaları bir anlığına göz ardı edersek) 2002 sonrasında deneyimlenmemiş bir gerilemenin başlamasıdır. 2021 yılı ve (pandemi sonrası döneme geçiş olarak tasnif edilebilecek) son birkaç çeyrek bu eğilimi tersine çevirmedi, aksine pekiştirdi.

NEDEN BU KADAR AĞIR?

AKP’nin altın dönemi olarak adlandırılan yıllarda yaşanan borçlandırma emekçilerin gelir seviyesinde kayda değer bir artış gerçekleşmeksizin iktidardakilerin büyük bir toplumsal destek devşirmelerini sağlamıştı. 1990’lara göre düşük faiz ortamı yağmacı nitelikler de barındıran finansal içerilmenin bu yanlarının üzerini örttü. Finansal kuruluşların yağmacılığı borçlu milyonlar yarattı; işler zorlaşırken kısa dönemde yüksek getiri arayışını teşvik etti. 2010’ların ikinci yarısı ve kriz sonrasında gerçekleşen bölüşüm şoku da panik halini derinleştirdi.

2000’lerde çoğunlukla hizmet sektöründe çalışmaya başlamış, ayakları üzerinde durma hevesinde milyonların ya da 2010’larda emek piyasasına yeni girenlerin son yıllarda yaşadıkları hayal kırıklıkları, “hard kapitalizm” koşullarında ömürlerini kürek mahkûmu gibi geçirmiş milyonların kaderiyle birleşiyor.

Borçlandırma dönemini emekçiler açısından kaba bir bölümlendirmeyle altı yıldır, daha net bir ifadeyle ve verilerde de açık olduğu üzere üç yılı aşkın süredir kayıp ve gerileme takip ediyor. Emeğin payındaki azalma kısa süreli değil ve telafi edici bazı kampanyalara karşın yıllardır devam ediyor. Bu nedenlerle ücretliler için fazlaca sarsıcı bir özellik barındırıyor. 21. yüzyıl Türkiye’si görülmedik bir borç birikiminden sonra şimdi de görülmedik bir bölüşüm şokundan geçiyor.

Not: 2004 öncesi istihdam verileri kullanışlı değil. 2021’deki Tüik revizyonu âtıl işgücünü göstermek ve AB ile uyum gerekçesiyle bazı serileri değiştirdi. Geriye dönük olarak ücretli ve yevmiyelilerin istihdam verilerinde bir revizyon yapmadıklarını varsayıyorum. Ancak bunu karşılaştırmak için gereken tabloyu, TÜİK, kendi sitesinden kaldırdı. Bu nedenle 2021 revizyonundan önce eriştiğim verileri, DİSK Genel-İş Yıllığındaki istihdam verilerini, TÜİK’in sunduğu 2021-22 verileriyle birleştirerek kullanıyorum.


Ali Rıza Güngen Kimdir?

Siyaset Bilimci, araştırmacı ve çevirmen. Doktorasını ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi’nde tamamladı. Türkiye’de borç yönetimi, devlet bankaları, küresel Güney’de finansallaşma ve devlet kuramı alanlarında yayımlanmış çalışmaları bulunmaktadır. Araştırmalarına York Üniversitesi'nde devam etmektedir.