Vuslat Saraçoğlu: Dijital mecralar, sinemanın her alanını özgürleştiriyor

Yönetmen Vuslat Saraçoğlu ile belgesel sinemayı konuştuk. Saraçoğlu, "Dijital mecraların belgesele daha fazla kaynak yaratacağına dair bir umudum var" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Tokat’ta doğan Vuslat Saraçoğlu, İzmir’de büyür. Üniversite için İstanbul’a gelir. Sosyoloji-Uluslararası İlişkiler eğitimi alır. Ardından kısa filmler çeker. "Müslüm Baba’nın Evlatları" isimli belgeseli çok ses getirir. "Borç" isimli uzun metrajlı kurmaca filmiyle, İstanbul Film Festivali de dahil olmak üzere çok sayıda festivalden ödül alır. Müzisyen olarak da üretim yapan Saraçoğlu, sanatla olan uğraşısını, “Hayatım bunlarla dolu olduğu zaman kendimi huzurlu, mutlu, neşeli ve korunaklı hissediyorum” diyerek açıklıyor.

Şu günlerde ikinci uzun metraj kurmaca filmi "Bildiğin Gibi Değil"e hazırlanan Vuslat Saraçoğlu ile belgesel sinema anlayışını konuşmak için bir araya geldik.

Vuslat Saraçoğlu

Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirmeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?

Çok kafa çalıştıran bir soru, teşekkür ederim. Hem besleyici hem kısıtlayıcı olabilir. Zihninizdeki hayalin gerçek kanalıyla sağlamasını yapmaya odaklandıysanız çok kısıtlayıcı olur. Ama kendinizi bir nehre bırakır gibi filme bırakırsanız, o yolculukta göreceklerinize, yaşayacağınız yeni deneyimlere, sabit sandığınız kimi fikirlerin altından fay hattı geçtiğini anlamaya hazırsanız bence hem film için hem yönetmen için çok besleyici olur.

Kendi deneyimimden yola çıkacak olursam: 2009 civarı Müslüm Gürses’in eski “imaj”ının ciddi şekilde değiştiğini gözlemlediğim yıllardı. Kola reklamlarına çıkıp “bırr” yapıyor, “İtirazım Var” şarkısını televizyonlarda “yatak yorgan setine, yeni bir elbiseye, o LCD TV’ye ihtiyacım var” şeklinde söylüyordu. Yine bir gün o reklamla karşılaştığımda Müslüm Gürses’in sadık kitlesinin bu duruma nasıl tepki verdiğini merak ettim. Sorduğum sorunun çıkış noktası bir gerçeğe dayanıyordu fakat işte tam o noktada zihniniz bu soruya kendi bulunduğu pozisyondan kimi cevaplar vermeye yelteniyor; senin de dediğin gibi kurmaca ve hayali olana uzanıyor. Ben de “Müslüm Gürses’in sadık kitlesinin büyük bölümü bu olanlara çok tepkilidir. Hatta çoğunluğu onu sevmekten vazgeçmiştir” kurmacasını oluşturmuştum. Çalışmamın ön-hazırlığı sırasında kafamda kurduğum bu tahminlerin sağlamasını yapmayı amaçlasaydım eminim ortaya bambaşka bir film çıkardı. Fakat ne oldu; ben sürecin başından itibaren şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklendim, tahminlerimin hemen hepsi zihnimden koşarak uzaklaştı. Meğer biz Müslümcüleri haberlerden gördüğümüz şekliyle tanımışız. Beyin her şeyi homojenize etmeye, etiketlemeye, o kitlenin kendi içindeki tekillikleri, özgünlükleri yok sayarak toptanlaştırmaya o kadar meraklı ki... Oysa sonra ne oluyor? Geriye dönüp baktığınızda o duruşunuzun ne kadar sakil olduğunu fark ediyorsunuz.

Kısacası ezberlerin bozulmasına imkan sağlamak lazım. Bu zaman zaman biraz yıpratıcı olabilir, sık sık her şeye hakim olduğu yanılsamasına kapılan yönetmen egosuna zarar verebilir ama benim için ilgi çekici olan da bizzat bu. Hatta belgesel sinemaya ayrı bir tutkunluğum olmasını sağlayan şey de bu. Zaten bir izleyici olarak tercihlerime baktığımda da aynı eğilimi görüyorum. İdeolojisi, argümanı ne olursa olsun hipotezinin sağlamasını yapma arzusunda olan, bir şeyi aşırı övmeyi ya da yermeyi baştan amaç edinmiş, taraftar ruhuyla yapılmış ve bu sebeple didaktik olma riskine bulanmış belgeselleri benimseyemiyorum. Beni hayatın tahmin edilemez yanlarıyla, yaşamın gözden kaçırılmış muhteşem detaylarıyla karşılaştıran filmlere daha yakın hissediyorum kendimi.

Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?

Hissetmiyorum ama hissedilmesini anlarım.

'BİR ŞEYİN TARİHİ NE KADAR UZUNSA O ŞEY O KADAR LEZZETLENİYOR'

Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?

Şu ana kadar yalnızca bir belgesel film yaptığımdan ve onu da 2013 yılında yani sinema merakımın yeni oluştuğu zamanlarda bir parça el yordamıyla gerçekleştirdiğimden dolayı, “kendimi bu gelenek içinde şurada görüyorum” şeklinde bir şey diyemiyorum. Gerçi yirmi yedi tane film de yapsam bu cümleyi kurmakta zorlanırdım sanırım. Bunu benim için ancak başkaları söyleyebilir. Ben bir ekole angaje olmak ya da onu temsil etmek için uğraşmıyorum. Aynı şey kurmaca çalışmalarım için de geçerli. Tek amaçladığım, beynimde oluşan fikri gerektirdiği biçimle buluşturup dışarı çıkarmak. Çoğunlukla içeriğin biçimi belirlemesi gerektiğini düşündüğümden “Şöyle sabit bir dilim var” da diyemem. Dolayısıyla yaptığım bütün filmler birbirinden farklı olabilir ve ben bu şekliyle hiçbir yerde konumlandırılamayabilirim.

Belgeselin bugüne ulaşma serüvenini nasıl yorumladığıma gelecek olursak, bir şeyin tarihi ne kadar uzun olursa o şey o kadar lezzetleniyormuş gibi geliyor bana. En keskin olduğunu zannettiğimiz değişimlerin bile eski olanla bir süreklilik taşıdığını düşünüyorum. Belgesel sinemanın da yuvarlanan kar kütleleri gibi eskiyi içinde barındırarak büyüyüp dönüşeceğini, dolayısıyla her geçen zamanın onun lehine olacağını düşünüyorum.

'BELGESELCİNİN GERÇEĞE YARATICI BİR BAKIŞ AÇISIYLA YAKLAŞMASI GEREKİYOR'

Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gerçek kaynak ve kişileri konu alan, kurmaca dışı her “video” belgesel değildir tabii ki. Propaganda filmi olabilir, tanıtım filmi olabilir ya da yalnızca haber ileten bir içerik olabilir. Gerçekten beslenmesi onu belgesel yapmaz. Belgeselcinin gerçeğe kendi imzasını taşıyan yaratıcı bir bakış açısıyla yaklaşması, onu özgün bir biçimde yorumlaması gerekiyor. Bu durumda benim görüşüme göre belgeselci salt bilgi taşımak gibi bir misyon edinmese iyi olur, hatta herhangi bir misyon edinmese çok iyi olur diye düşünüyorum.

İkinci soruya geçersek: Bu içeriklerin hepsini görmedim o sebeple tam bir değerlendirme yapamam ama bu vesileyle bir konuya kapı aralamakta fayda var. Sinemada “estetik” deyince bazı ortamlarda garip bir kafa karışıklığı hissediyorum. “Şık” resim ve kadrajları, birtakım ışık numaralarını, alışılagelmişin dışına çıkmış bir çeşit kamera hareketlerini estetik açıdan üstün görmeye meyilli bir kesim var. Sadece belgeselde değil, kurmacada da var bu yalapşap izlenim.

Bütün bunlar içerikten, yönetmenin genel yaklaşımından, anlatmak istediği şeyin bağlamından bağımsız olduğu müddetçe benim için pek bir anlamı yok. Hatta bundan rahatsızlık duyuyorum. Sanki yönetmen filmin ortasında kafasını uzatıyor ve “Hello ben buradayım, nasıl ama çok iyi iş çıkartmışım di mi?” diyor. Evet, “merhaba” değil “hello” diyor çünkü ben bu durumu çoğunlukla Türkçe’nin içine sırf daha “tarz” duyulsun diye zorlama şekilde yerleştirilmiş İngilizce kelimeler gibi özenti buluyorum. Ve bir şeyin özenti ve taklit olması, onun “estetik” sözcüğüyle yan yana gelmemesi için yeterli bir sebeptir diye düşünüyorum.

Bu arada elbette kimi içeriklerin Youtube’da bulunuyor olması, başka mecralardan önce Youtube kanalıyla paylaşılmış olması onları estetik olarak değersiz kılmaz ya da otomatik olarak belgesel sinemanın dışına çıkarmaz. Odaklandığı gerçekliği özgün bir bakış açısı ile yorumluyorsa; içeriği yaratıcı bir biçimle hizmetine ortaya koyuyorsa o da belgesel sinema sayılabilir.

Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

“Egemen”, “muktedir”, “iktidar” kavramlarını sadece politik öznelerle birlikte değil daha genel anlamda düşünüyorum. Son zamanlarda biraz beylik hale gelmiş fakat hala geçerli olduğunu düşündüğüm bir ifadeye sığınacak olursam; her kesimin kendi iktidarı, egemeni, merkezi, periferisi, ana akımı, marjinali, ezeni ve ezileni oluyor. Ve her alanın muktediri siyasi görüşlerinden bağımsız olarak genellikle benzer kodlarla davranıyorlar. (İstisnalar olduğunu da gözlemliyorum, bunların varlığı beni çok mutlu ediyor) O yüzden yöneltilmiş farklı bir bakış açısının, söz konusu ortamın egemen özneleri tarafından hışma uğratılmasına şaşırmıyorum.

Bu vesileyle son zamanlarda gözlemlediğim ve aşırı yadırgadığım bir durumu paylaşayım sizinle. Sağ elimle sol kulağımı tutturacak kadar dolaylı bir bağlantı olacak ama anlatasım geldi, dolmuşum demek ki. Efendim malumunuz havalar güzelleşti, ben de bol bol Moda Sahili’ne gidiyorum kafa dinlemeye. Orada çeşitli boyutlarda hoparlörlerle gezen birkaç grup insan var. Oradan yüksek sesli müzikler açıp kendilerince eğleniyorlar. Çevrelerindeki canlılar rahatsız olur mu, acaba onların dinlediği müzik türünden hoşlanıyor muyuz vs. hakkında bir gram düşünmüyormuş gibi davranıyorlar. Ve ben her seferinde bu bencil cesarete şaşırmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Konuşmalarından az buçuk anladığım kadarıyla kendilerini “muhalif” olarak tanımlıyorlar; insan hakları, kadın hakları, hayvan hakları, LGBT hatta LGBT+ Allah ne verdiyse hepsini savunuyorlar ve yine bizzat duyduğum kadarıyla kendilerince muktedir gördükleri bazı odaklara “faşist” sözcüğünü de sıklıkla kullanmaktan çekinmiyorlar. Şimdi ben “Kamusal Alanlarda Özgürlüğün Sınırları” diye bir belgesel film yapsam ve bu insanları da oradaki aktörlerden biri olarak kendime has yaklaşımımla yorumlasam, filmim de ben de bu zihniyetteki kişilerin hışmına uğrarız. “Bu zihniyetteki kişiler” diyorum çünkü onlar sekiz-on kişiden ibaret değiller, belli bir kesimi temsil ediyorlar ve günün belli saatlerinde Moda Sahili’nde muktedir de egemen de onlar. Çıkardıkları rahatsız edici ses dalgalarıyla denizin, martıların, ağaçların ve bilumum canlının ifade biçimlerini ellerinden alıyor ve benim gibi hissedenlerin kulaklarını eziyorlar.

Toparlayacak olursam, ben kendini “muhalif” olarak adlandırdığı halde başkalarının haklarını gasp etme pahasına rahatsız edici sesler çıkaran ya da işine gelmeyen sesleri boğmaya çalışan sansürcü, yalancı, iftiracı, kendine has zorbalıkları olan başka muktedirler de gördüğüm için bu hışım yelpazesine şaşırmıyorum.

'DİJİTAL MECRALARIN BELGESELE DAHA FAZLA KAYNAK YARATACAĞINA DAİR BİR UMUDUM VAR'

Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?

Ben dijital mecraların sinemanın her alanını özgürleştirdiği fikrindeyim. Bu mecraların belgesele daha fazla kaynak yaratacağına dair de bir umudum var. Ayrıca Türkiye’de belgesel sinema öncelikli olarak kendisine festivallerde yer buluyordu, bu da zamansal olarak birtakım kısıtlamaları ve ertelemeleri beraberinde getiriyordu. Dijital mecralar sayesinde filmlerin buharı üzerindeyken izleyiciyle buluşacak olmasının sinemacı arkadaşlara yüksek motivasyon verebileceği düşüncesindeyim. Umarım hayal kırıklığına uğramam.

Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Evet, "Bildiğin Gibi Değil" isminde uzun metraj kurmaca bir filmin hazırlığındayız. 2022 yazında çekilecek. Günlerim eskisi gibi geçiyor; çalışmanın merkezde durduğu bir yaşam sürmeye çalışıyorum. Ara ara da eğleniyoruz ya da boş boş duruyoruz tabii.

"Müslüm Baba’nın Evlatları", buradan ücretsiz olarak izlenebilir.