YAZARLAR

Vatanseverlerin yurtsuzluğu ya da ‘ne zaman gidecekler?’

"Ne zaman gidecekler?” sorusu var değil mi? Hepimiz en çok o sorunun cevabını merak ediyoruz. Söyleyeyim size... Turnalar, yarasalar ve ayrık otları için adalet dilenmekten vazgeçip, o adaleti biz tesis edeceğiz, dediğimiz gün.

“Ben bu ülkeyi asla sevmeyi denemediğiniz bir şekliyle seviyorum.”

Ezhel

Gördünüz mü Tuz Gölü’nde binlercesi ölen yavru allı turnaların halini? O güzelim, o incecik bedenlerini tuz kaplamış. Bembeyaza kesmiş vücutları kapkara bir şeyleri yansıtıyor. Bir dirhem yüreği olanın bakmaya kıyamayacağı telleri katılıp kalmış. O yerin adına “flamingo kreşi” deniyormuş. Allı turna çocuk yurdu diyelim mi biz ona? Allı turnaların çocuklarının yurdu. Kırıldı kanatları artık allı turnaların. Bizim de elimiz tutmuyor belli ki. Bir kötürümlük ki geçmek bilmiyor. Gurbetten beter olmuş mudur o yurt şimdi? Gelir mi allı turnalar seneye de? Bıldır da ölmüşler ya aynı yerde? Bellemişler midir orayı allı turna cehennemi diye? Öyle ansalar yeri değil mi bizim yaşadığımız yeri? Müjdeli haberler getirmeseler artık bize, “kalsınlar baş başa alıcı kuşlarıyla” diye sitem etseler, bir daha da yüzümüze bakmasalar haksız mı olurlar yani? Bir turnanın haksız, adaletsiz olduğu nerede görülmüş?

Resim: Ali Yaycıoğlu

Açlıktan ve susuzluktan ölmüşler. Çünkü Tuz Gölü kuruyor. Onun da sebebi birkaç yıldır süregelen kuraklık değil yalnızca. Civarda sulu tarıma geçilmesi. He ya verim alınacak, daha çok ürün verecek tarlalar sulanınca. Belki şu an toprağı işleyenlerin sürdürecekleri hayat boyunca. Sonrası çöl. Dünya âlem bilir, böyledir bu. Bir yerde o yerin kaynaklarıyla yapılan tarım ilanihaye sürer de, doğanın hakkını onun öz çocuklarından esirgeyen işler eninde sonunda bombok iflaslar getirir.

Jeoloji mühendisi Erhan İçöz anlatıyor: “Doğanın bir dengesi var. Siz bu dengeyi gözetmeden suları aşırı kullanırsanız bir süre sonra ... gölün besin kaynakları azalır. Konya Ovası’nda binlerce izinli, binlerce de kaçak sondaj kuyusu var. O bölgede oluşan obrukların sebebi de, gölün su seviyesinin azalması da yer altı sularının aşırı kullanımı yüzündendir.”

Doğa fotoğrafçıları belgeleyip duyurdular hepimize. Fahri Tunç, sekiz yıldır allı turnaları izliyormuş. Zaman zaman ölümlerle karşılaşmış ama bu derece büyük bir kıyımı ilk kez görmüş: “Maalesef şu ana kadar yaşayan bir yavru tespit edemedik. Ajanslar ve diğer medya organları da gelmeye başladı bölgeye. Biz de umutla, yaşayan bir yavru arıyoruz.”

Aynı haberde yine doğa fotoğrafçılığı yapan Emel Sarıgül’ün feryadı da var: “Orada olduğum zamanlarda durumun bu hale geleceğini gördüm. Toplanalım, bir şeyler yapalım. Bunun sonu facia olacak dediğim zamanlarda bu sonu görüyordum. Bu kaçınılmazdı. İçim acıyor. Gölleri kurutuyoruz, habitatı yok ediyoruz.”

Ancak onlar duyurduktan ve mevzu sosyal medyada yayıldıktan sonradır ki, devletin kanalları da ilgilenmeye başlamışlar. Okuduğum bir haberde devlet bizi, “beş bin değil bin yavru öldü” diye teskin etmeye çalışıyordu. Bin çocuğun ölümüne fit olacağız yani öyle mi? Bakalım işimize. Felaket tellallığının lüzumu var mı? Mevzuyu sosyal medyadan öğrenen valilik de bir komisyon kurmuş. Peh peh peh! Herkesçe malum olanı uzmanlara araştırtacaklarmış. Yüzlerce Türkçe ve İngilizce makale yazılmış, çoğu da açık kaynak. Eminim pek çok rapor zaten hazırlanmıştır. Çevrecilerin yıllardır süren uyarılarını dikkate aldınız mı? Yok ağam, ben anlamam bu işlerden. Aklıma hemen kimler olacak o komisyonda, kaçıncı maaşlarını alacaklar acep sualleri geldi. Niye utanacakmışım ettiğim laftan? Bu lafı ettirenler utansın önce.

ALLI TURNALAR İÇİN ADALET

O sözünü ettiğim makalelerin önemli bir kısmında, özellikle Türkiye üniversitelerinde yazılmış olanlarda mevzu genellikle “biz bu gölden nasıl yararlanırız?” sorusuna bağlanıyor. “Manzara çok güzel, allı turnalar da iyi poz veriyor, turist çekerler yok etmeyelim Tuz Gölü’nü.” Eeee kolay gelinmedi “turistin göreceği herkesi aşılayacağız” derekesine. Tuz Gölü’nün “sulu tarım yapılsın, toprak sahipleri zengin olup oylarını hökümata, rüşvetleri hökümatın memurlarına versinler” hesabı yapılarak çekilmesine göz yumulan sularıyla birlikte pek çok şey çekildi hayatımızdan. Göllerin su seviyelerindeki düşüş, bizim hayattan ve kendimizden beklentilerimizdeki düşüşün göstergelerinden yalnızca biridir ve çok önemlidir.

Benzer çok hikâye var tüm Anadolu’da ama benim içimi parçalayanlardan biri 2010’dan bu yana Balıkesir, Havran’da yaşanmakta. Onbinlerce yarasanın koloniler halinde yaşadığı mağaralar, gene sulu tarıma geçilsin diye yapılan bir barajın su tutma alanı içindeydi. Yine çevrecilerin baskısıyla inşaat bir süre ertelendi ve yarasalar için beton mağara yapıldı. Bunun için sulu tarıma geçme mevzusu da biraz gecikecekti. Söylentiye göre gecikmenin asıl sebebi yarasalar değil, baraj inşaat alanında yapılan çeşitli yanlış hesaplamalardı. Yarasaların kış uykusuna yattığı mevsimde arazide su tutulmaya başlandı. 20 bin yarasa ortadan kayboldu. Yetkililer yarasaların, yarasa gübresiyle donatılan beton mağaralara göç ettiklerini iddia ediyorlar ve hemen her sene bu “müjdeli haber” yayınlanıyor hökümat yanlısı medyada. Ancak çevreciler o esnada binlerce yarasanın katledildiğinden eminler. Bu arada yarasa özellikle zeytin sineğiyle mücadelede çok önemli bir müttefikidir insan evlatlarının. Buyrun o mağaralarda yaşayan yarasaların etkinlik alanı dahilinde olan Edremit’teki manzarayı şu haberden okuyun. Allı turnalar kadar sevimli olmasalar da yarasaların varlığı ile sofranıza gelen zeytin üzerindeki zirai ilaçlar ters orantılıdır. Yarasa varsa zirai ilaca gerek yoktur.  

Devletten yalnızca araziyi dibine kadar sömürmek için ve bu türlü sömürgecilikte işbirliği ettiği ölçüde destek alan çiftçilerin yarattığı hasarın haddi hesabı yoktur. Geçimlik olmasın tarımımız, ticarileşsin, köylülük bitsin, kalkınalım! Cumhuriyet kurulalı beri aha bu düzende gider tarım politikalarımız. Son 20 sene ise “tarımdan bir halt olmaz” deyip dağı taşı madencilere peşkeş çeken bir talan düzeni. Tahribatın bu denlisini akıl almıyor ilk bakışta ama azıcık kurcalayınca tesadüf olmadığı da hemen anlaşılıyor. Nitekim, tekinsiz aşk söylemleriyle de tanınan yatırımcı Ethem Sancak, mahrem olduğu anlaşılan bir sohbette Cumhuriyet tarihinin en uzun süre Tarım Bakanlığı yapmış kişisi olan Mehdi Eker hakkındaki hissiyatını dile getiriyor: “...tarımın modernleşmesi gerekiyor. ...tarımın köylünün de elinden alınması gerekiyor. Sayın bakanımla işte o noktada zaten bir araya geldik ve o günden bugüne ben bu bakana âşık oldum.”

Çevreciler yıllardır hayat damarları göz göre göre ve bir katliama kast edercesine kurutulan Tuz Gölü’nün suyunun/kanının çekilmekte olduğunu ve bunun nedeninin sulu tarıma geçiş olduğunu söylüyorlar. Hemen ekleyeyim ki bu katliamın sorumlusu köylüler değil, devletin çiftçiyi işlediği arazi ölçüsünde besleyen siyasetidir. Yani küçük ve tarım yaptığı arazide zaten var olan kaynaklarla geçinen üreticiyi destekleyip tarımda kalmasını sağlamak yerine, büyük toprak sahiplerini azgınlaştırıp küçükleri tarımı bırakmaya zorladıkları destek sistemidir. Çünkü o civarda görülen türde bir toprak ve su istismarı ancak büyük ve ne olursa olsun devletin sıvazlayan elinin sırtından eksik olmayacağını bilen ticari tarım ehli tarafından yapılabilir. Sondaj demek elektrik demektir, o da para. Su kanallarının önünü kesmek cür’et gerektirir. Devletluların mevzuyu bütün ahali duyuncaya kadar beklemelerinin sebebi o cür’etle aralarındaki illiyet ilişkisidir. Öyle bir arazide, böyle bir zamanda halen “vahşi sulama” yapılması, yani arazinin kanallar aracılığıyla taşınan suyu rastgele salmak suretiyle sulanması devletin suçudur. Devlet bütün bu katliamı, daha tasarruflu sulama yöntemlerini desteklerle teşvik ederek ve ahaliyi kuru tarım yöntemlerine özendirerek önleyebilirdi. Geçimlik tarım yapan köylüleri ticarilere ezdirmeyerek önleyebilirdi. Su kullanımına ilişkin protokolün uygulanması için sıkı tedbirler alarak önleyebilirdi. Bu üç önlem sırasıyla modası çoktan geçmiş sömürgeci kalkınma anlayışından vazgeçmeyi, gözünü “aşk” bürümüş yatırımcılarla araya mesafe koymayı ve bu yüzden yoksullaşmakta olan ahalinin gönlünü (ç)almak üzere işe koşulan popülist “benden olanın cürmünü görmezlikten gelirim” siyasetini terk etmeyi gerektirirdi. Yapmadılar, yapmayacaklar. Çünkü kimse zorlamıyor onları buna.

‘AÇ PANKARTINI ANNE’

Bir de Akbelen faciası yaşandı geçen hafta. Orman, İbrahim Çeçen Holding ve Limak Holding’in birlikte işlettikleri Yeniköy-Kemerköy termik santrallerine kömür sağlamak için madencilere verilmiş. Her sene hektarlarca arazi ormansızlaştırılıyor bu şekilde. Bir yangın ki ciğerlerimizi talan ediyor. Köylüler nöbet tutuyorlardı termik santralle aralarındaki bu yaşam koridorunu koruyabilmek için. Ne oldu biliyor musunuz? 15 Temmuz günü, “nasılsa resmi tatil bugün çalışmazlar” deyip nöbete gitmedikleri o bir günde kestiler ormanı holdinglerin taşeronları. Ben böyle acayip sembolizm görmedim. Her şey oturdu mu yerli yerine? Oturdu tabii, oturmaz mı hiç?

Akbelen Ormanı civarında yaşayan köylüler aylardır nöbetteler. Videolardan birinde köylü kadınlardan birinin kızı, belli ki videoyu telefonuyla çeken de o, annesine sesleniyor: “Aç pankartını anne!” Tekrar ediyor: “Aç pankartını.” Açıyor anne pankartını ve başlıyor anlatmaya: “Akciğerimiz bizim burası, kestirmeyiz! ...Artık yeter, ormanlarımızı katlettiniz, zeytinlerimizi katlettiniz! Yeter. Buraya dokunmayın artık.” Bir başkası devam ediyor: “Biz yaşamak istiyoruz, biz nefes almak istiyoruz, dokunmayın bize!” Allı turnalarla aynı dili konuşuyor, aynı talebi yükseltiyor bu kadınlar.

Bu minik ve köylü kadınların yalnız oldukları protesto 2 Nisan’da yapılmış.

17 Temmuz’da başka bir video çekiliyor. Köylü kadınlardan biri yavrusunu kaybetmiş bir kuş gibi, kendi etrafında acıyla dönerek olup biteni anlatıyor: “Karşımızda insan olsaydı yapmazdı bunu. Hem her şey hakkınız diyor, dava açabilirsiniz diyor, hem dava açıyoruz beklemeden sonucunu haldır huldur giriyor. Biz buraya çarpışmak için gelmedik. Bu ormanları savunmak için bizim mücadelemiz. Göz göre göre yıkıyorlar ya.”

Kaybetmişiz bir cephede daha! Allı turnaların evlatları, Akbelen’in ağaçları gitti! Dönmezler ki geri!

“Dokunmayın bize” diyor köylüler. Devletten ve sermayeden istedikleri yalnız bu! “Dokunmayın bize.” Dokunmayın bize! Devlet dokunmasın ama biz artık dokunsak ya birbirimize...

VATAN VS. YURT

Geçen hafta ortalık milliyetçi partiden geçilmiyor ama resmi tarih yazıcılarına göre milletin “kök hücresi” makamındaki Sarı Keçililer kışlaktan yaylaya göçerken, hem de o milletin iradesine el koymuşlar tarafından taciz ediliyor diye yazmıştım. O denklemde Sarı Keçililerle millet arasında nasıl bir karşıtlık varsa, etimolojileri itibariyle ilk anda aşağı yukarı aynı anlama geldiği var sayılan vatan ve yurt kelimeleri arasında da öyle bir karşıtlık var. İlk anlam olarak iki kelimeye de “konaklanan yer” karşılığını buluyorsunuz sözlüklerde. Konaklamak da acayip bir iş. Konmak kökünden geliyor. Yani uçan bir şeyin yere inip bir süreliğine orada kalması. Bence dile değer değmez hissedilen ilk anlamı geçicilik. Konduk ve konduğumuz için göçeceğiz, çünkü göçmekte olduğumuz için konduk. Göç halindeyiz, yani her şey geçici. Hepimiz ölümlüyüz, dünya kalıcıdır belki, ama onun üzerinde olan her şey ve herkes geçici. Göçmeyen, ölmeyen tek bir canlı tek bir nesne yok. Varsa da bize görünenler arasında değil. Görebildiğimiz her şey geçici ve göçücü. Konak sözcüğünün allı pullu ve de “var”lıklı hanelere ad diye verilmesi, konmak fiiline bir tür kibirli meydan okuma gibi. Konut ise herkesin konak sahibi olamayacağı kabulüyle, o kibrin tevazu kisvesine büründürülmüş şemali, yani ahlakı. Her iki kelime de, fiildeki kökün bildirdiği haddi aşarak kalıcılık iddiasında ve mülkiyet imasında bulunuyor.

Vatan ve yurt sözcükleri arasında bir karşıtlık olduğu iddiama gelince: Vatan ikamet etmek, yerleşmek anlamındaki bir fiilden (وطن) geliyor. Ama yurt göçebenin konduğu yere bizzat sırtında taşıyıp getirdiği sığınak. Onun gibi ve onun kadar göçebe ve geçici. Çünkü yurt aslen çadır demek. Bir yeri yurt edinmek geçiciliğimi oraya taşımak demek; bir yeri vatan edinmek ise oraya yerleştiğim vehmine kapılmak. Sanki oradan hiçbir yere göçmeyecekmişim ve benden sonra oraya kimse gelmeyecekmiş gibi. Demek ki vatan ve yurt arasındaki karşıtlık geçici olduğumuz bilgisiyle kalıcı olduğumuz vehmi arasında yaptığımız bir tercihi yansıtıyor. İlki geçiciliğe teslim olmak, geçici ve ölümlü olduğum bilgisiyle barışmak; ikincisi kalıcılık iddiasında bulunmak ve meydan okumak beni fani yaratana. Kestirmeden söyleyeyim mi? Dünyanın geçici olduğu hakikati karşısında vatan bir vehimden ibaret, yurt ise kabulleniş. Geçiciliğimi, göçücülüğümü, yaşadığım yeri başımın tacı, her türlü fiilimin sınırı yani yasası kılmak. Bu dünyaya yerleşme çabasından vazgeçmeyenin bir yurdu olması mümkün değil öyleyse. Yani bir vatana sahip olmak için evvela yurdundan vazgeçmeli insan. Yerleşmenin beyhude bir çaba ve vehim olduğunda karar kılıp yurda razı olanın da vatanda gözü olmaz.

Böyle düşününce bu iki kelimenin hangi siyasi tavırların sözcüleri tarafından nasıl paylaşıldığı ve onların birbirlerinden neden bu kadar net bir şekilde ayrıldığı sorusu da açıklığa kavuşuyor zihnimde. Bir tek yer var. O yer hem geçiciliğinin farkında olanların yurdu, hem kalıcı olduklarını vehmedenlerin vatanı. Aynı yer bir tarafın hakikati, diğer tarafın vehmi. Demek ki ayrışma geçiciliğine sahip çıkanlarla vehminin peşinde koşanlar arasında. Yurttaşlar dediğimizde aynı geçiciliği paylaşanlardan bahsediyoruz, vatandaşlar dediğimizde aynı vehmin peşinde koşanlardan, hep aynı şekilde aldatılanlardan. İmkânı yok! Katiyen aynı anlama gelmiyor bu kelimeler.

Bu kelimelerin aynı anlama gelmediklerini milliyetçi ve vatanperverlerin bitmek bilmez iktidarında yurdun başına gelenlerden de anlıyoruz. Kim koruyor yurdu, kim sömürgeleştiriyor? Kim yarın hep birlikte ölecekmişiz gibi yaşıyor, kim bu dünyada biriktirdiği servetin öbür dünyada şefaatçisi olacağı vehmiyle? Kim köyünün yanı başındaki orman bir 15 Temmuz günü katledilirken yaşadığı dehşeti yavrusunu kaybetmiş kuşlar gibi kendi etrafında acıyla dönerek anlatıyor; kim “çevre(yi) (kendisine) özbeöz anasının ak sütü kadar helal” bir “mal” olarak görüyor. “Bu vatan kimin” bilmiyorum, hiç de ilgilenmiyorum cevabıyla, çünkü bütün cevaplar bir vehimden ve ona ilişik korkulardan mürekkep...

Ama bu yerin kimin yurdu olduğu sorusunun cevabı o kadar açık ki! Allı turnaların ve yarasalarınki dahil bu yurtta doğan her çocuğu, bu göğün altında konuşulan her dili, söylenen her ezgiyi, yeşeren her yaprağı, birikmiş ve akmakta olan her suyu kendi geçiciliğine şahit olarak görenlerin yurdu. Şu kadarcık zamanda, temas ettiğimiz her meşrepten varlıkla birlikte yaşamanın yolunun yalnız birbirimize değil, bize tanık olan her canlıya karşı mesuliyet taşıdığımızı, tam bu sebeple bir yurtta konaklamanın ancak orada konaklayan her hayatla eşitlenmekle mümkün olduğunu bilenlerin yurdu. Biz neyiz ki geçiciliğimizden başka? Geçiciliğimizden gayrı neyde ortaklaşabiliriz?

Biliyorsunuz, ayrık otları toprağın öz çocuklarıdır, o çocukları söküp yerine ticaretini yapabileceğimiz tohumları atma işine de tarım denir. Tarım ilk akla düştüğü andan itibaren, tüm din kitaplarının dediği üzere, dünyaya dışardan (cennetmiş ya adı) gelen insan evladının buraya yerleşebileceği vehmiyle yarattığı bir tür genetik mühendisliğidir. Bakın cezaevlerine ayrık otlarıyla dolu olduğunu göreceksiniz. Bugün, şu saatte aklıma ilk düşen Selçuk Kozağaçlı mesela. Soma Davası’nda cezaevinde olan tek kişi, ölen 301 maden emekçisinin hakkını aradığı için hapiste tutuluyor. Sayıverin sıradan, göreceksiniz toprağın öz çocuklarının “yerli ve milli” olmadıkları, yani kalıcılık vehmiyle malul olanlarla işbirliği yapmadıkları için nasıl hırpalandıklarını. Bir de işlenmesi serbest olan suçlara bakın. Vatanın nasıl berbat bir vehimden ibaret olduğunu da göreceksiniz.

Bir de “ne zaman gidecekler?” sorusu var değil mi? Hepimiz en çok o sorunun cevabını merak ediyoruz. Söyleyeyim size... Turnalar, yarasalar ve ayrık otları için adalet dilenmekten vazgeçip, o adaleti biz tesis edeceğiz, dediğimiz gün. Zira şimdi, bugün an itibariyle adalet dilendiğimiz mercilerde oturan herkes vehimlerden vehim beğenmekte kendine. Bizim yurt bildiğimiz her ne varsa kesip biçerek, yakıp yıkarak, kurutarak vatan edinmekteler. Onlardan kurtulmak için evvela onlarınkine benzer vehimlerden kurtulmak gerekecek.

Benim aklımda daha önemli bir soru var: Ezelden beri konakladıkları yurtlarında beş bin evlatları katledilen allı turnalar, içinde isimlerinin geçtiği ezgileri ya haram ettilerse bize? Ne bok yiyeceğiz o zaman? Konuşacak dilimiz, boynumuzu büktüğümüzde toprağa bakacak yüzümüz de olmayacak yani. Kim olacak bizim şahidimiz?

Notlar

1. Bu yazıyı yazabilmek için sabah ezanı vaktinde kalkıp turna türküleri dinlemeye başladım. Turnasız kalmanın gönülsüz/dilsiz kalmakla eşdeğer olduğuna iyice kani oldum. Hepsi çok güzel ama şu ezgi elimi ayağımı doladı birbirine, odanın orta yerinde, Akbelen’in başına gelenleri acıyla kendi etrafında dönerek anlatan bacım gibi dönmeye başladım.

2. Kapaktaki resim Ali Yaycıoğlu’nun. Adı “Umut.” Kaç gündür yavru allı turnaların tuza bulanmış bedenlerine bakıp durduğum ve “uçuşu hatırlamak” için çırpındığım için olsa gerek o kavisli desenler turnalarmış gibi geldi. Böylece söyledim Ali’ye o da izin verdi resmini burada alıntılamamıza. Minnettarım.


Ayşe Çavdar Kimdir?

Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.