Uygarlığın can suyu: Şarap

Şarap dahil alkollü içecekler de insanlığın günümüze ulaşabilmesini ve uygarlıklar kurabilmesini sağlayan önemli etkenlerdendir. İnsanın öyküsünü anlamak için içkilerin öyküsünü de bilmek gerekir.

Google Haberlere Abone ol

Baykal Başdemir*

Başlamadan belirtmek gerekir ki; bir arkeoloğun şarapla ilgili yazısında uzun uzun bahsetmesi beklenen konuları bu metinde okuma şansınız olmayacak. Eğer şarapla ilgili buluntu yerleri, üzüm çekirdekleri, atölyeler, amforalar, tarihlendirmeler, antik metinler, mitler, analizler, ekonomik çıkarımlar gibi konularda detaylı bilgi almak istiyorsanız geniş bir literatür var emrinizde. Ama bu yazı o literatürün bir parçası değil. Aşağıdaki yazıyla uygarlığın damarlarında şarap denen bir can suyunun gezdiğini vurgulamayı umdum. Biraz da merak uyandırmayı…

İNSANIN YOLCULUĞU

İnsanın bugüne nasıl geldiğini belirleyen en baskın -büyük ihtimalle de tek etken, doğadır. Doğanın yani evrendeki tüm canlı ve cansız varlıkların arasında kendi biyolojik varlığımızı sürdürebilmek için çırpınışlarımız bizi biz yaptı. Zamana ve dünyaya yayılmış insan kültürleri ve uygarlıklarının aslında sadece doğa ile kurduğumuz ilişkinin farklı biçimleri oluğunu söylemek mümkün. İnsanın doğayla olan bu ilişkisini betimlerken “doğaya karşı mücadele etme”, “doğadan faydalanma”, “doğayı tahrip etme”, “doğayla uyumlu yaşama” gibi doğa ve insanı birbirinden ayrı tutan sözler kullanıldığını görürüz. Oysa insan ve doğa arasında böyle bir ikilik yoktur. Zihnimizin prangalarından kurtularak insanlığa biraz dışardan bakmayı başarırsak, insanın devasa evren içinde çırpınan bir zerre olduğunu görürüz. O zerreyi bugünlere ulaştıran kendince uzun ve tantanalı yolculuktan geriye kalan izleri okuyup insanlığın “gerçek” öyküsünü anlatmak ise arkeologların işidir.

YOLCULUĞUN ÖYKÜSÜ

Biz arkeologların anlamaya ve anlatmaya çalıştığı insanlık öyküsünün en heyecanlı, en göz alıcı, en ilginç sahnelerinin kahramanlık destanları, büyük savaşlar ve unutulmaz aşklar olduğu sanılır. Ama aslında öykünün öylesi önemli sahnelerinin çoğu karın doyurma çabasından oluşmakta ya da bir sofra başında geçmektedir. Yeme ve içme ihtiyaçlarımız, zorunluluklarımız ve koşullarımız; kültürlerimizi ve uygarlıklarımızı “kurarken” bizi yönlendiren doğal etkenler arasında en güçlülerinden. Biyolojik zorunluluk yanında, insan kültürleri ve uygarlıklarının ekonomik temelleri de asıl olarak yeme ve içme üzerine kuruludur. Uygarlık tarihi, bir anlamda yeme ve içme tarihidir. Yeme ve içme açısından tüketebildiklerimiz, tüketemediklerimiz ve tüketim şekillerimiz sebebiyle “böyle” olduk. Yani ne yersek, ne yediysek oyuz!

Göbeklitepe’de bulunan taş teknelerden/havuzlardan biri.

İnsanlığın öyküsünü özetlediğimizde aslında yeme ve içme aşamalarımızı sıraladığımızı vurgulamakta yarar var. Avcılık ve toplayıcılık, öykünün çok uzun giriş bölümünü oluşturur. İnsanların yediklerini ve içtiklerini “avladığı ve topladığı” Paleolitik Çağ, aynı zamanda insanın biyolojik yapısının oluştuğu ve sosyal yapısının temellerinin atıldığı dönemdir. O zamandan beri iki ayak üzerinde duruyor, alet kullanıyor, toplu halde yaşıyor ve iş bölümü yapıyoruz. Neredeyse tamamen yeme ve içme ile ilgili özelliklerimiz bunlar.

Avcılık ve toplayıcılığın ardından görece çok çok yakın bir zamanda, artık insanın yiyecek ve içeceklerini ürettiği bölümü başlıyor öykünün: Neolitik dönem. Yani yeni besin kaynakları, tarım ve hayvancılık, besinin depolanması, toplumsal tabakalar, yiyecek deposu tapınaklar, devlete giden yol, ekmeğin kutsallığı ve “ekmek kavgası.” Öykünün devamında denizaşırı yiyecek tüccarı imparatorluklar, kıtaları aşan bir tarım organizasyonu, endüstri devrimi, artık evde kurulmayan turşular, obezlerin yanı başında açlıktan ölenler, sosyal medyada pazar kahvaltısı keyfi fotoğrafları... Kısacası besinlerimiz, bizim öykümüzün baş karakterlerinden.

UYGARLIĞIN DAMARLARINDA

Besin denince öncelikle aklımıza yiyecekler gelir. Bir karbonhidrat kaynağı bulup depolayabilmiş kültürlerin, karmaşık ve büyük toplumlar kurabildikleri ve uygarlaştıkları yönünde bir genellememiz vardır. Buğday, pirinç, mısır, darı, manyok, taro, patates ve diğerleri dünyadaki çeşitli insan topluluklarının temel direğidir. Yeterince olduğunda uygarlıklar kurulur. Uygarlıkları temel karbonhidrat kaynaklarına göre tanımlamak ve sınıflamak da alışkanlığımızdır. Fakat çiğnenip yutulabilen besinlerin dışında bir de yudumlanabilen besinlerimiz var. Su başta olmak üzere içeceklerimiz de insan beslenmesinin bir parçası. Herkesin bildiği gibi “uygarlıklar su kaynaklarının yanında kurulmuştur”. Mavi gezegenimizde su olmadan yaşam olmaz. Su, öncelikle içmek için gereklidir. Ancak sadece içmek için değildir elbet. Uygarlıklar için işlevi çoktur: tarım, temizlik, ulaşım, enerji, ritüel, sembol, ses, süs... Suyla ilgili mimari yapılar, uygarlıkların simgesi olmuştur: Mezopotamya’nın su kanalları, Roma’nın su kemerleri, El-hamra Sarayı, Hoover Barajı…

Yaşamak için su içmek zorundayız ama su hiç enerji vermeyen bir içecek. Aynı zamanda su içmek oldukça tehlikeli bir uğraş olmuş. Modern zamanlar öncesinde içinde bir şey yüzmeyen ve kokmayan su, genellikle içmek için yeterince temiz sayılıyordu. Bu sebeple atalarımız, içtikleri sudan hastalanan hatta ölen pek çok insan gördü. Türümüzün içme suyunu elde etmek, taşımak, biriktirmek, süzmek, temizlemek için yaptıkları saymakla bitmez. Fakat meraklı, gözlemci, deneyci, çıkarcı, yaratıcı atalarımız sadece suyla yetinemezdi. Sudan başka sıvıları keşfetmekte ve icat etmekte gecikmediler. Sudan daha besleyici, su kadar hasta etmeyen, bir de meşhur organımız beyne oyunlar eden sıvılar…

KÖPÜREN BESİNLER

Bulduğu pek çok nesneyi ağzına atıp yemeyi denemiş -bu yolda kurbanlar vermiş- insanlar; tüm duyularıyla sınaya sınaya sonunda daha kolay sindirilen, daha besleyici ve yiyeni hasta etmeyen, öldürmeyen seçeneklerin hangileri olduğunu öğrendiler. Ayrıca gıdaların belli koşullar altındaki değişimlerini de uzun süre deneyimlediler. Kuruyan yiyeceğin daha uzun dayandığını, bazı yiyeceklerin suda yumuşadığını ve ateşte pişen et ile sebzenin daha yenilesi olduğunu bir kez kavrayan insanların artık yiyeceklerini işlemek için onlara taşla vurmaktan fazlasını yapmaya başlamaları kaçınılmazdı.

Doğada tecrübe edilebilen belki de en sıra dışı besin, fermente olmuş (mayalanmış) meyve olmalı. Alışılagelmiş meyvenin şekli, rengi, dokusu, kokusu ve tadı; fermantasyon sonucunda değişiyor. Köpüren, hafif kokan, biraz itici bir hal alıyor. Ama bu fermente meyve, aynı zamanda çok besleyici. Fermente olmuş meyveleri -ve çiçek nektarlarını- yiyen pek çok hayvan var. Böcekler, kuşlar, yarasalar ve diğer memeliler... Hatta Güney Asya’da yaşayan sivri sincapçık, fermente nektarı beslenmesinin ana unsurlarından biri haline getirecek bir metabolizmaya, çok güçlü bir alkol toleransına sahip. Diğer hayvanlardan eksiği -ve fazlası- olmayan insan da geçmişinin pek çok noktasında fermente olmuş meyvelerle karşılaştı elbet. Ve o meyveleri yedi de... Ardından fermente besinleri üretmeye giden bir yola girdi.

Mantarlar ve bakteriler sayesinde besinlerimizi işlediğimiz fermantasyon, belki de doğayla ilk ve en büyük iş birliğimiz. Fermantasyonu sağlayan mantar ve bakteriler “evcilleştirdiğimiz” ilk canlılar bile olabilir. Avcı-toplayıcı insanların temel -tatlı- şeker kaynakları, meyve ve bal. Meyve veya suyla seyrelmiş bal, fermente olduğunu ilk gördüğümüz ve ardından fermente etmeye başladığımız gıdalar olmalı. Ardından nişastalı gıdalar, et, balık, süt, sebze. Ne bulduysak fermente etmişiz. Fermantasyon yoluyla ortaya çıkan asitli ve alkollü ortam sayesinde besinlerimiz daha temiz olmuş ve daha uzun süre dayanmış. Ayrıca pek çok gıdanın daha besleyici, sindirimi daha kolay ve daha lezzetli olmasını sağlamışız. Pamuk gibi kabarmış bir somun ekmek, yanında bir parça peynir, leziz birkaç dilim sucuk, kütür kütür turşu ve tercihinize göre bir bardak ayran, bira ya da şarap. İşte fermantasyon sayesinde mümkün olan bir menü…

NİHAYET KARŞIMIZDA: ŞARAP

Şekeri -ve bitkilerin şekeri depolamak için ürettiği depo polisakkariti nişastayı- fermente etmeyi dünyanın farklı yer ve zamanlarında birden fazla kez öğrendi insan. Ardından, sayısız besinin üretiminde kullandı. Bu besinlerin bir kısmı da alkollü içecekler. Yani içinde suyun yanında alkol ve diğer bazı maddeleri içeren içecekler. Alkollü içeceklerden bira ve şarap, “bizim coğrafyamızın” temel ve kadim iki içkisi. Mezopotamya ve Akdeniz uygarlıklarının damarlarındaki can suyu. Sümerlere göre, yabani insan Enkidu ekmek yiyip -yedi maşrapa- bira içtikten sonra uygar insan olmuş. Elbet insanlığın uzun geçmişindeki ve insanın yayıldığı geniş coğrafyadaki bira ve şaraptan bahsederken, günümüzdekilerden farklı içkileri de bu terimlerin altına dâhil etmemiz gerekiyor. Çok kaba bir genellemeyle nişastalı besinlerin fermantasyonu sonucu üretilen içkilere bira, şekerli besinlerin fermantasyonu sonucu üretilen içkilere ise şarap diyoruz. İnsanlığın uzun öyküsünü incelerken, “sadece üzümden üretilen içkilere şarap denebileceği” gibi iddiaları veya “pirinç şarabı” gibi istisnaları -not ettikten sonra- bir kenara bırakmamız gerekiyor.

İçki, mülkiyet ve devlet birlikte... MÖ 2600-2350 yılları arasına
tarihlenen Irak (Khafajeh) buluntusu bu silindir mühür ve
baskısında, kamışlarla bira içen iki insan görüyoruz.

Hayat ve uygarlık için vazgeçilmez olan su, yine de yukarda belirtilen dezavantajlara sahip bir içecek. Alkollü içeceklerin ise tek başına içilen suya göre bazı avantajları var. Fermantasyon sonucu ortaya çıkan alkol, asit ve karbondioksit; içkileri -antiseptik olmasa bile en azından- aseptik hale getirmekte. Yani içkiler, mikropları öldürmek için kullanabileceğimiz kadar güçlü olmasa da en azından mikroptan arınmış sıvılar. Temiz içme suyu tesisatlarına kavuştuğumuz modern zamanlara kadar çok sayıda hekimin su yerine bira ya da şarap içmeyi salık vermiş olması tam da bu sebepten kaynaklanıyor. Suyla değil şarapla yıkanmış yaraların daha başarılı iyileştiği de Antik Çağ’a ait bir bilgi. İnsanlar henüz mikropları bilmese de tecrübe sayesinde neyin temiz, neyin pis olduğunu ayırabilmiş.

Elbette şarabın susuzluğu giderme gücü, suyunki kadar değil. Hatta özellikle içeriğindeki alkolün idrar söktürücü etkisi sebebiyle tek başına içilen şarabın susuzluğa yol açtığı bir gerçek. Ancak eski insanların genelde yüksek alkol içeriğine sahip şaraplar üretemediği unutulmamalı (eski biralar da biraz bozaya yakın olmalı). Üstelik dudaklarından kadehi eksik etmeyen Antik Hellenlerin ve Romalıların şarabı sulandırarak içtiğini de akıldan çıkarmamalıyız. Günümüzde yaklaşık bire bir su ve şarap oranı, şarabın idrar söktürücü etkisinin üstesinden gelmeye yetiyor. Şarabı sulandırarak içmek, sabahtan içmeye başlayan antik insanın gününü sızmadan tamamlamasına da yarıyor. Hem de içme suyuna katılan şarap sayesinde o suyun daha temiz hale gelmesi sağlanıyor.

Sudan daha “temiz” içecekler olmalarının yanında şarap ve biranın o dönemin pek çok yiyeceğinden daha yüksek kalorili ve daha besleyici olması da bir diğer avantaj. Ayrıca -bira üretiminde de kullanılan- tahılları uzun süre depolayabilmek mümkün olsa bile eski zamanlar için muazzam bir enerji kaynağı olan şekerli ve sulu meyveleri uzun süre bozulmadan saklamak pek zor. Modern teknikler gelişmeden önce meyveleri kurutmak veya şaraba dönüştürmek en sık kullanılan yöntemler. Fakat elimizde şarap yerine sadece kuru meyveler varsa yeniden bir içeceğe ihtiyaç duyacağımız ve en başa döneceğimiz de bir gerçek. Yani şarap başlı başına bir çözüm olmuş.

Symposion denen içkili davetlerde şarap ve suyu karıştırıp
servis etmek amacıyla kullanılan, MÖ 520 civarında üretilmiş bir “krater”

Temiz bir şekilde susuzluğu giderebilen, besleyici ve enerji verici, üstüne üstlük depolanabilen besinler olan şarap ve bira dâhil içkilerin antik uygarlıklar için vazgeçilemez ürünler olması çok doğal. Ancak bu ürünlerin bir diğer özelliği var ki, bizim modern zihnimizde diğer tüm özelliklerini bastırmış durumda. Alkol, günümüzde en yaygın kullanılan psikoaktif maddelerden. İnsanların algılarını, bilinçlerini, duygularını değiştirme özelliğine sahip alkol; eski insanları güçlü şekilde etkilemiş olmalı. İçkinin sosyal bir işlevi var. Bu sebeple şarap bir sosyalleşme aracı olarak da kullanılmış ve kullanılmaya devam ediyor. Ama insanlar psikoaktif maddelere dünyevi sosyal işlevler dışında daha “ruhani” işlevler de yüklemiş. İnsanlık, uzun geçmişi boyunca her fırsatta zihnini değiştirmeye, dünyayı algılayışını çeşitlendirmeye çalışmış. Uyarıcı, uyuşturucu ve halüsinojenik maddelere erişebilmek için sayısız bitkinin, mantarın ve hayvanın çeşit çeşit kullanımını bulmuş (ayrıca danstan oruca farklı yöntemler kullanmış). Bu sayede maddi dünyadan çok faklı bir evreni görmüş. Bu tuhaf algılar ve sıra dışı tecrübeler pek çok inanç, ritüel ve dine yol göstermiş. Bazı dinlerde belirli psikoaktif maddeler kutsal sayılırken, bazı dinlerde ise belirli psikoaktif maddelere özel yasakların olmasının sebebi de aslında bu maddelerin insanlık üstündeki derin etkisini göstermekte.

İçkiler hem besin hem de psikoaktif madde olarak biyolojik, ruhani, sosyal işlevler görmüş. Bunun yanında ağrı kesmek, sindirime yardımcı olmak -ve daha yakın tarihte öğrendiğimiz üzere makul miktarda şarabın kalp-damar sistemine faydası- gibi tıbbi bazı işlevlere de sahip (sağlığa zararları da var elbette)... Bu sebeplerle içkiler aynı zamanda önemli birer zenginlik kaynağı, değişim aracı ve ticari mal. Sonuç olarak insanlık hayatta kalabilmek ve günümüze uzanan toplum yapılarını oluşturmak için bol miktarda içki -ve diğer psikoaktif maddeleri- kullanmış.

ŞARABIN TARİHİ

Arkeologlar -ve arkeoloji haberlerine ilgi gösterenler- nedense “en”lere meraklıdır. En sevdikleri en ise “en eski”dir. O yüzden peşinen söylemekte fayda var: bira ve şarabın hangisinin en eski olduğunu hiçbir zaman tam olarak öğrenemeyeceğiz. Ancak fermente meyveler doğada zaten bulunduğundan ve doğrudan şekerin fermantasyonu -nişastanın fermantasyonuna göre- daha basit bir süreç olduğundan şarabın bir cins atasının en erken içki olduğu iddiası daha akla yatkın görünüyor. Kuşkusuz ki modern standartların çok uzağına düşen bu ilk “şarap”, üzüm dışındaki bir meyveden -veya baldan- üretilmiş olabilir. Hatta bu şarap, insan dahli olmadan fermente olmuş meyvelerden elde edilmiş olmalı. Eski insanın tatlı ve besleyici meyveyi sadece bir bölümü mayalandı diye elinin tersiyle itmiş olması mümkün değil. Elbette insan karbonhidrata karşı iştahını sadece şekere yönlendirmemiş. Tarım devrimi denen eşik aşılıp buğday tarlaları ufka uzanmadan önce bile nişasta açısından zengin gıdalar yediğimiz biliniyor. Nişastalı kökler, yabani tahıllar ve yabani baklagiller; tarım devriminden çok önce diyetimizde yerlerini almıştı. Dolayısıyla nişastayı mayalayıp biranın atalarını üretmemiz de bir ihtimal tarım devriminden ve yerleşik hayata geçişten önce olabilir. O geçiş aşamasından bahsetmişken: Göbeklitepe’de bulunan büyük taş teknelerin/havuzların içindeki kalsiyum oksalat kalıntıları, bira üretimine kanıt olarak yorumlanmakta. Yani “dünyanın en eski tapınağı” aynı zamanda “dünyanın en eski birahanesi” olmalı. (Fırsattan istifade paylaşılan çok şahsi bir görüş: gönlüm isterdi ki “en eski” takıntımızı ve “tarihi baştan yazma” merakımızı bir kenara bırakıp bir şeyleri yarıştırmadan bilimsel bilgi üretebilseydik.) Biranın ataları konusunda bilgilerimiz giderek artıyor. Ama uzun süredir kesin olarak biliyoruz ki mayalı ekmek üretimiyle bira üretimi iki kardeş, anneleri de büyük ihtimalle tahıl lapası. Hatta ekmeğin ilk başta bira hammaddesi olarak üretildiği yönünde görüşler bile bulunuyor. Ama tekrar vurgulayayım, avcı-toplayıcıların daha kolay -ve olasılıkla daha önce- buldukları içki, doğada fermente olmuş meyvelerden ibaret şarap olmalı. Yani dünyanın asıl “en eski tapınakları” sayılabilecek -mağara sanatı barındıran- mağaralarda şarap içilmiş olma ihtimali var. Ne olursa olsun şunu söyleyebiliriz: hem şarap hem bira gayet kadim birer gelenek. Ama şarap sanki biraz daha kadim gibi.

ŞARABIN ARKEOLOJİK KANITLARI

Şarabın geçmişinin çok eski olduğu söylenebilirse de arkeolojik kanıtları nispeten daha yakın zamanlara ait. Daha yakın zamanlar derken yine de son binlerce yıldan bahsediyoruz aslında. Ama insan ve ataları yüz binlerce (milyonlarca!) yıl avcı-toplayıcı olarak yaşadı ve insanın geçmişi söz konusuysa üç beş bin yılın lafı olmaz, beş on bin yıl bile aslında “daha dün”. Nasıl ki insanın ataları ve uzun bir geçmişi var, diğer canlıların da ataları ve geçmişleri var. Şarabın en meşhur hammaddesi olan üzümün (asmanın) atası olan ve bazıları hala yaşamlarını sürdüren yabani asma türleri, Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya’da yayılmış. Yanından geçen avcı-toplayıcılar, üzümleri koparıp ağızlarına atmayı aksatmamış olmalı. Tahmin edebileceğiniz gibi o dönemde insanların üzümü yediğini, hele hele üzümden şarap yaptığını gösterecek kanıtları elde etmek pek kolay değil. Ama yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte, insanların yaşam alanlarında üzüme ait kalıntılar görülmeye başlıyor. En çok da üzüm çekirdekleri... Üstüne basarak belirtmek gerekir, bu “en eski” üzüm kalıntıları henüz kültüre alınmamış (yani hala yabani) asmalara ait. Asmanın kültüre alınmasının (tarımının yapılmasının) ise en azından günümüzden 8 bin-7 bin yıl önce Gürcistan’ın bulunduğu Güney Kafkasya’da, Gürcistan dolaylarında olduğu anlaşılıyor. Ardından asma tarımı çevreye yayılmış.

Çekirdeğini bulduğumuz her yabani üzüm veya kültür üzümünün şaraba dönüştürülmemiş olması mümkün. Ama üzümün içindeki besin ve enerjiyi uzun süre saklamak için fermente etmek en etkili yöntemlerden. Dolayısıyla tarihöncesi mekânlarda küplerin dibindeki toplu üzüm çekirdekleri gibi üzümün depolandığına dair bulgular, orada şarap üretilmiş olduğunun işareti sayılıyor. Kapların dibinde birikmiş tartarik asit ve potasyum bitartarat gibi şaraba yönelik daha belirgin kanıtlar da bulunmakta. Fakat şarap üretimi üzerine yorum yaparken dar görüşlü bir kolaycılığa kaçmamak için üzüm dışında meyvelerden ve baldan da şarap yapılmış olabileceğini ve üzüm dışında da tartarik asit içeren meyveler olduğunu akıldan çıkarmamak gerekli.

Köklü bir gelenek... Solda: Gürcistan’dan Erken Neolitik döneme ait, ağız kenarında üzüm kabartmaları bulunan bir şarap küpü.
Sağda: Günümüzde Gürcistan’da qvevri isimli küplerin içinde şarap üretme geleneği hala sürdürülmekte.

Avrasya’nın bu tarafında günümüzden yaklaşık 12000 yıl önce -yabani- üzümden şarap üretilmekte olduğunun kanıtları elimizde. Daha erken dönemlerde şarap üretildiği ise henüz kanıtlanabilmiş değil. Diyarbakır’daki Körtiktepe, Akeramik (Çanak Çömleksiz) Neolitik döneme ait, günümüzden ortalama 12 bin yıl önce insanların yaşadığı bir yerleşim. Körtiktepe’de çok sayıda bulunan, güzel bezenmiş ve ritüeller için kırıkları da kullanılmış taş kapların ikisinin içinde olasılıkla yabani üzümden üretilmiş şaraba dair kalıntılar var. Asmanın büyük olasılıkla ilk kez kültüre alındığı Gürcistan’da, günümüzden neredeyse 8000 yıl önceye tarihlenen ve üstlerinde üzüm kabartmaları olan kaplarda şarap izlerine rastlanmış. Gürcistan’daki bu buluntuların tarihi, asmanın kültüre alındığı tarihle de örtüşüyor. Gürcistan’ın bulunduğu Güney Kafkasya’nın komşusu Kuzeybatı İran’daki Hacı Firuz Tepe’de günümüzden 7400-7000 yıl önceye ait şarap kalıntıları, 350 km güneydoğusundaki Godin Tepe’de günümüzden yaklaşık 5500 yıl öncesinin şarabına ait kanıtlar var. Yine Güney Kafkasya’daki Ermenistan’da keşfedilen günümüzden yaklaşık 6000 yıl önceye ait bir şarap atölyesi, şimdilik bulabildiğimiz en eski şaraphane.

Tanrıların armağanı... MÖ 8. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen
İvriz Kaya Anıtı (Konya, Halkapınar) üstünde Bereket Tanrısı
Tarhuntaş bir elinde buğday başakları, diğer elinde
üzüm salkımları tutuyor.

Şarap pek çok dönemde ve yerde birbirinden bağımsız olarak tekrar tekrar keşfedilmiş olmalı. Avrasya’nın doğusunda, Çin’de şimdilik bilinen en eski içkilerden birinin kanıtları tespit edilmiş. Henan Eyaleti’nde ele geçen, günümüzden 9000 yıl önceye tarihlenen bir kabın cidarında pirinç, bal ve meyve karışımı bir içkinin kalıntıları var. Kullanılan meyve büyük olasılıkla alıç, belki üzüm ya da ikisi birden. Bu içkinin üretiminde hem nişastanın (pirinç) hem de doğrudan meyve ve baldaki şekerin fermente edildiği anlaşılıyor. Yani bir anlamda, bira ile şarabın karışımı bir içki söz konusu.

SARAYLARDAN MEZARLARA

Depolanabilen önemli bir besin ve zihni etkileyen bir madde olarak uygarlığın başlangıcındaki can suyu olmuş şarabın, öykünün devamında oynadığı bazı sahneleri de listeleyelim isterseniz: Özel kaplarıyla ve ritüelleriyle şaraba ait belirgin bir “içki kültürünün” ortaya çıkması. Saraylardan fakir evlere, mezarlara kadar yayılmış şarap testileri. Elinde kadeh ve salkım taşıyan tanrılar. Bağbozumu ritüelleri. İlle de sanatta şarap, asma yaprağı ve üzüm salkımı. Şarabın Akdeniz’deki stratejik denizaşırı ticaret malına dönüşmesi. Karadeniz’e, Ukrayna kurganlarına, İngiltere’ye, Hindistan’a ulaşan antik şarap amforaları. 2000 yıl öncesinin kitaplarında her detayıyla bağcılık ve şarapçılık dersleri. İsa’nın kanı, İslam’ın yasağı. Manastır mahzenleri. Arap ve Avrupalı simyacıların imbiklerinden süzülen alkol damlaları. Damıtılıp konsantre edildikten sonra fıçılara yüklenen “yanık şarap” brendinin -ve ardından romun- okyanuslardaki yayılmacılıkta bayrağı şaraptan devralması. Atlantik’teki şeker, alkol ve köle ticareti. Yeni Dünya’dan gelip Avrupa şarapçılığını neredeyse yok edecek asma bitine karşı yine Yeni Dünya asmalarının yardıma koşması. Endüstrileşmenin ayık işçi sınıfı ihtiyacı sonucu alkolün ayıplanması ve çay ile kahve molaları.

İnsanın bugün bildiğimiz insan olmasını sağlayan, besinlerle olan ilişkisidir. Şarap dahil alkollü içecekler de insanlığın günümüze kadar ulaşabilmesini ve uygarlıklar kurabilmesini sağlayan önemli etkenlerdendir. Kısacası insanın öyküsünü anlamak için biraz da içkilerin öyküsünü bilmek gerekir. Şarapçı atalarımızın kurduğu uygarlığımızda üzüm gibi ezilmediğimiz günler yaşamamız dileğiyle…

*Manisa Celal Bayar Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü