YAZARLAR

Unuttunuz, ama bir anayasamız var!

Nasıl İnsan Hakları Eylem Planı, asıl olarak Avrupa Birliği ile kaçak bir pazarlığın, çıplak çıkarların alışverişinin örtüsü olarak kurgulandıysa, yeni anayasa iddiası da muhalefeti içine çekecek bir pazarlığın aracı kılınmak isteniyor. HDP’yi ve hatta seçmenini siyasal olarak pasifize etmek; muhafazakarlıkla sınanmış bir CHP ve parçalanmış bir İYİ Parti karşısında girişilecek yarışta kendisine yeniden demokratik meşruiyet görüntüsü sağlayacak ayarlamaları yapmak…

Yeni anayasa yapma iddiası, AKP ve MHP Genel Başkanları ile TBMM Başkanı tarafından gündemden düşmeyecek şekilde sık sık dile getiriliyor. TBMM Başkanı, en son “parlamenter sisteme geçmek için de anayasa değişikliği gerekli” dedi. Yeni anayasa söylemi, hepsi tek bir hedefe yönelecek birçok alanda pazarlığın zeminini kuracak bir politik stratejinin merkezine oturtulacak gibi görünüyor. Seçim sistemi, siyasal partiler yasası ve hatta hükümet sistemine ilişkin AKP-MHP ittifakından gelecek her öneri bu hedefe, iktidarda kalma hedefine dönük olacak.

İktidar ittifakının en mahir olduğu alan özel çıkarlarını savunmak için karşısındakini çektiği pazarlıkları kendi yararına kullanabilmek. Kurdukları pazarın koşullarını devlet gücü ile belirledikten sonra eşit koşullarda girmedikleri pazarlıklardan kârlı çıkacaklarını biliyorlar. Dolayısıyla asla kamusal bir müzakere ortamında yer almıyor, özel çıkarlarını gizli kapaklı konuşuyor, karar veriyor ve verdikleri kararı kamusallaştırıyorlar. Bu nedenle başta Erdoğan olmak üzere hiçbir AKP’li yönetici, hatta üst düzey bürokrat partinin belirlemediği sorabilme ihtimali olan bir gazeteciyi muhatap almıyor. Parlamento’nun denetim yollarının kullanılmasına izin vermiyor. Bu, öyle bir düzeyde ki sıradan kamu görevlilerinden “bağımsız” yargıçlara varana kadar kimse tartışmalı bir konu, AKP-MHP ittifakında karara bağlanmadan kendi kararını veremiyor. Bu kararların nasıl alındığı hususu bilgimiz dâhilinde değil, hangi kurulların nasıl işletildiğini bilmiyoruz, öğrenme şansımız yok. Ama örneğin büyük kamu ihalelerin gerçekleşme biçimlerinden kararların ne için ve kim için alındığını; üst düzey kamu görevlisi atamalarından hangi amaçların güdüldüğünü, kurumlara ilişkin düzenlemelerden özel çıkarların hangi araçlar kullanılarak kamusal olarak finanse edildiğini izleyebiliyoruz.

KAMU GÖREVLİLERİ VE MİLİTANLAŞMA ZORUNLUĞU

Üzülecek haldeki kamu görevlileri bir kuralın nasıl uygulanacağına ilişkin genelge ve tebliğlerdeki değişiklik hızını ve bunlardan doğan çelişkileri takip etme zorluğunu bırakın, kanun ve kararnamelerin hızına dahi yetişemiyorlar. Yetişseler bile başka bir sorun var; hiç kimse yanındaki ya da üstündekiyle sorumluluk paylaşmadan karar veremiyor. Çünkü özel pazarlıklardan beklenen çıkarların kamusal alandaki uygulamaları bir biçimde her düzeydeki kamu görevlisinde endişe yaratıyor. Her şey en tepeye bakıyor, halik ve malik olan beyefendiye. En tepede bir kişi var –ya da biz öyle varsaymak durumundayız. Sistemin doğası, küçük iktidar alanlarında o en tepedeki kadar kudretli, kudretinin sınırı kadar yapabilen kişiliklerin özel çıkarlarını da kamuya dayatmasına neden oluyor. Bu nedenle bir ildeki parti il başkanı o ilin mülki idare amirleri ya da üniversite rektörleri üzerinde yetki sahibi oluyor. Dolayısıyla sistem en aşağıdan en yukarıya özel çıkarların kamusal olarak tatmin edildiği, tüm kamu idaresinde tedirginlik yaratan bir halde işliyor. Döngü yukarıdan aşağıya olduğu kadar aşağıdan yukarıya da böyle işliyor. Bu yüzden de her kadronun militanlaşması, partiye bağlılıklarının sınanması gerekiyor. Fakat AKP, militanlarını koruma kapasitesini yitirdikçe sınanma da istenen sonucu vermiyor. İktidarın çıkarlarının finansmanında özel rolleri olan kişilerin görevlerinden alınması bunun kritik bir işareti olarak mutlaka bürokraside okunmuş olsa gerektir.

Tüm bu döngünün, tekelleşen çıkarların aşağıdan yukarı ve yukarıdan aşağı finanse edilebildiği bu ekonomi ne olursa olsun bir noktada demokratik meşruiyete dayanıyordu. Ucunda kazanılacak, yirmi yıldır bir biçimde kazanılan seçim vardı. Döngünün bir biçimde parçası olanları, gerçekleşen ağır ihlallere ortak olanları bugün daha çok tedirgin etmeye başlayan durum AKP-MHP ittifakının demokratik meşruiyetini yitirdiğinin ortaya çıkması. Bu durum görünür hale geldikçe kamu kadrolarında militanlaşma artıyor. Devletin bir parti örgütüne dönüşmesinin, hatta marjinal bir sağ parti olarak MHP’nin devlet örgütündeki bugünkü düzeydeki hakimiyetini yaratan döngü bu.

PAZARLIĞA GİRMEMEK MÜMKÜN

Yeni anayasa iddiası zemininde inşa edilmesi tasarlanan pazarlığın; kaybedilen ve iktidar ortaklarının mevcut siyasal kapasiteleriyle yeniden kazanması mümkün olmayan demokratik meşruiyet ile ilgisi olduğu açık. Fakat yeni anayasa iddiası, yurttaşa yönelik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi vaadiyle kazanılacak bir demokratik meşruiyet için dile getirilmiyor. Çünkü iktidar ittifakı bunu yapabilecek ekonomik, politik ve ideolojik araçlara artık sahip değil. Elindeki en güçlü araç zor aygıtı. O da demokratik meşruiyet sağlamak için yeterli değil. Nasıl İnsan Hakları Eylem Planı, asıl olarak Avrupa Birliği ile kaçak bir pazarlığın, çıplak çıkarların alışverişinin örtüsü olarak kurgulandıysa, yeni anayasa iddiası da muhalefeti içine çekecek bir pazarlığın aracı kılınmak isteniyor. HDP’yi ve hatta seçmenini siyasal olarak pasifize etmek; muhafazakarlıkla sınanmış bir CHP ve parçalanmış bir İYİ Parti karşısında girişilecek yarışta kendisine yeniden demokratik meşruiyet görüntüsü sağlayacak ayarlamaları yapmak… AKP-MHP’nin bunun için de çok zamanı kalmadığını kamuoyu yoklamaları açıkça ortaya koyuyor. Ayarlama acil ihtiyaç, dolayısıyla il ve ilçe seçim kurulları başkanlarının en kıdemli hakim olması kuralını kaldırıp atama usulünü getirmeyi tasarlayacak kadar amacını açık eden “ayarlama usulleri”ni konuşabiliyorlar.

Muhalefet partileri, bu defa AKP-MHP’nin hamlelerine karşı politika geliştirmekte daha özgüvenliler. Üç büyük şehir belediyesini AKP’nin elinden almanın verdiği moral üstünlük kendini göstermeye başladı. Fakat bunun seçim kazanmaya dönük taktik ittifakların ötesine geçecek politikalar geliştirmedikçe yeterli olmayacağını görmek gerek. İktidar uzun zamandır bir anayasamız, yani anayasadan doğan yetki kullanan bütün organların uyması gereken kurallarımız olduğunu unutturdu. Muhalefet de bu kuralları unutmuş gözüküyor. Halbuki anayasanın sağladığı hak ve özgürlüklere ilişkin güveceler yeniden sağlanmadan, seçimi denetleyecek bağımsız kurullar oluşturulmadan, basını özgürleştirecek haklar güvence altına alınmadan, militanlaşma engellenmeden iktidarın özgür ve adil seçimlerle devri konusunda safça umutlara kapılmamak gerek. Söz ettiğim anayasal güvencelerin gerçek güvencesi olan toplumsal hareketlerle bağ kurmadan, halkın gücünü ardına almadan girişilecek her pazarlıkta muhalefet kaybedecektir.

 

 
 

Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.