Üniversitelerde yerli ve millî model: YÖK Anadolu projesi

Bütün sorunlar masada dururken, dijital dönüşüme odaklanan ve yine yeni kurulan üniversiteleri hedef alan program, üniversiteler arası nitelik farklarını ortadan kaldıracağa benzemiyor.

Google Haberlere Abone ol

Aslıhan Aykaç Yanardağ*

Yükseköğretim Kurulu 2021 yılına iki aşamalı yeni bir projeyle girdi. Ana başlığı YÖK Anadolu Projesi olan bu yeni modelde birinci hedef eğitim-öğretim ve araştırmaya destek, ikinci hedef ise seçilen üniversitelerde uzaktan eğitime zemin hazırlayacak dijital dönüşüme destek olarak tanımlanıyor. Her iki projenin de odak noktasında “Anadolu’da, özellikle Ankara’nın doğusunda” 2006’dan sonra kurulan üniversiteler yer alıyor. Projenin birinci ayağında, 2006’dan önce kurulan kıdemli üniversitelerden hocaların, 2006’dan sonra kurulan genç üniversitelerde gönüllülük esasına dayalı olarak ders vermesi planlanıyor. Bu iki kategorideki üniversiteler arasındaki eşleştirmeler bir koordinasyon kurulu tarafından yürütülüyor ve her üniversitede süreçten sorumlu bir koordinatör bulunuyor.

YÖK NEDEN BÖYLE BİR PROGRAMA İHTİYAÇ DUYDU?

YÖK’ün böyle bir programa ihtiyaç duyması üç sonucu ortaya koyar. İlk sonuç, “Anadolu’da, özellikle Ankara’nın doğusunda” ifadesinden de anlaşılacağı gibi, sayıları iki yüzden fazla olan üniversitelerimizin ülkenin genelindeki sosyo-ekonomik eşitsizliği ama özellikle bölgesel eşitsizliği yansıtmasıdır. Ankara’nın doğusu ekonomik kalkınma, sosyal refah ve akademik gelişim yönlerinden yatırıma, ilgiye muhtaçtır. Üniversiteleri açmakla iş bitmemiştir. Almanya’dan daha fazla üniversite öğrencimizin olması ne nitelikli işgücü yarattığımızı ne de bilimde ilerlediğimizi gösterir. Anadolu’da Anadolu Üniversitesi gibi, Atatürk Üniversitesi gibi köklü ve başarılı üniversitelerimiz vardır, ama bu tür başarı hikayeleri emek, yatırım ve akademik birikim gerektirir. Dünden bugüne akademik birikim inşa etmek mümkün değildir.

Projenin gösterdiği ikinci bir sonuç; 2006 sonrası kurulan üniversitelerin, yani mevcut iktidar döneminde kurulan üniversitelerin başarısızlığıdır. Bu başarısızlık öğrencisi olmayan bölümlerle, yayını olmayan öğretim üyeleriyle, kayırmacılık ve aile ilişkilerinin belirleyici olduğu atama örnekleriyle defalarca haberlere konu oldu. Her biri birer siyasî proje olarak muhtelif şehirlere konuşlandırılan, üniversite hayatını destekleyecek altyapıya sahip olmamasına rağmen, sırf yerel ekonomiyi canlandırsın diye kurulmuş olan bu üniversiteler ne bilime katkı sağladı ne öğretim üyesinin verimliliğini destekledi ne de öğrenciyi memnun edebildi.

Projenin gösterdiği üçüncü bir sonuç ise YÖK’ün artık bilimsel gelişmeden beklentisinin dünyadan kopuk, tamamen yerli ve millî bir çerçeveye dayalı olmasıdır. Yıllardır devam etmekte olan YÖK bursu ve MEB bursu uygulamaları yurtdışında yüksek lisans ve doktora programlarına öğrenci göndererek hem başarılı öğrencilere maddi destek sağlamayı hem de karşılığında Türkiye’deki üniversitelere öğretim üyesi sağlamayı hedeflemektedir. Ancak bu programların 'öncelikli alanlar' uygulamasıyla kapsamı daraltılmış, öğrenciler farklı nedenlerle bilim dünyasında güçlü olmayan ülkelere yönlendirilmiş ve politik misyonun gölgesinde burs programları hedefinden sapmıştır.

YÖK Anadolu projesini YÖK’ün son yıllarda yürüttüğü diğer ulusal eksenli projelerden bağımsız düşünmek mümkün değil, çünkü bütün bu yaklaşımlar içe dönük, sorunlara anlık çözümler üretmeyi hedefleyen, öngörüden yoksun yaklaşımlardır. Yurtiçi burs ve destek programlarına bakıldığında ÖYP programı da daraltılmış kapasitesiyle ağır aksak devam etmekte, ancak öğretim üyesi yetiştirme ve verimlilik konusunda soru işaretlerini de beraberinde getirmektedir. YÖK 100/2000 burs programı da benzer bir biçimde öncelikli alanlarda öğrencilere burs vererek öğretim üyesi yetiştirmeyi hedeflemektedir. Ancak hem ÖYP hem de 100/2000 programları bu öncelikli alanlarda çalışma zorunluluğu nedeniyle lisansüstü öğrencilerinin akademik hedeflerini, bilimsel meraklarını erken bir aşamada kısıtlamakta, bilimsel süreci bürokratik akla kurban etmektedir. Sonuç olarak, işleyen yurtdışı burs programlarını da bozduktan sonra çaresizce yerli ve millî öğretim üyesi yetiştirme programlarından medet umulmaktadır. Ancak bu çok parçalı, birbirinden uyumsuz bileşenler ne kâğıt üzerinde ne de pratikte inandırıcıdır. Her şeyden önce nitelikli bir eğitim sürecinin inşası ve yürütülmesi için ihtiyaç duyulan şey, eğitim sürecinin araştırma alanına da yansıması ve bilimsel çıktılarının olması için siyasî hedeflerden, popülist söylemlerden arındırılmasıdır. Bilim siyasetin bir aracı olmaktan çıkıp, kendi içinde ve kendi için bir amaç olduğunda ancak beklenen gelişmeyi gösterir.

YÖK Anadolu Projesi de tıpkı yukarıdaki örnekler gibi vaat ettiklerini karşılıksız bırakmaya mahkûm. Sınırlı sayıda üniversite, sınırlı sayıda program, gönüllülük esasına dayalı öğretim üyesi katılımıyla iki grup üniversite arasında bir nevi hayırseverlik ilişkisi kuruluyor. Oysa Anadolu üniversitelerinde bilimsel gelişmeyi destekleyecek altyapıyı, insan kaynağını kurmadan, üniversitelerin gelişimine imkân tanıyacak kentsel dinamikleri hayata geçirmeden, sosyo-kültürel faaliyetlere alan açmadan üç beş çevrimiçi dersle ne elde edilecek? O öğrenciler o derslerden çıktıklarında aynı sosyal ortama döndükten sonra ne değişecek? YÖK sınırlı yatırımla büyük hedefleri gerçekleştirmek istiyor, ama ne yazık ki uygulamaya konan her yeni proje bir başka hayal kırıklığının kaynağı oluyor.

YENİ NORMAL: DİJİTAL DÖNÜŞÜM, UZAKTAN EĞİTİMİN KALICI OLMASI

Üniversiteler bir yılı aşkın bir süredir uzaktan eğitim sürecini yürütüyor. Birçok üniversite pandemi sürecine gerekli uzaktan eğitim altyapısından yoksun yakalansa da bu bir yıl sonraki dönemler için ve söz konusu dijital dönüşüm için bir öğrenme süreci işlevi gördü. Bu süreçte öne çıkan birkaç noktanın altını çizmekte fayda var: İlk olarak uzaktan eğitimi destekleyecek yazılımlar, destek programlar ve platformlar üniversiteler için yeni bir maliyet kalemi. YÖK’ün burada da “yerli ve millî” yazılım kullanılmasına yönelik ısrarı karşılık bulmadı, zira birçok üniversite sistemi yazılımlarının niteliksizliği nedeniyle çöktü veya hizmet veremedi. İkinci olarak, öğretim üyeleri uzaktan eğitime yönelik yeni beceriler geliştirmek zorunda kaldı; mevcut ders yükleri göz önüne alındığında bu durum herkes için ekstra bir emek süreci gerektirdi. Üçüncü olarak, öğrenciler en sorunsuz sistemlere ulaşsalar da sosyo-ekonomik zorluklarla karşılaşmasalar da eğitim kaybına maruz kaldılar. Bütün dışsal faktörler bir yana, yüz yüze eğitim ve uzaktan eğitim arasındaki bilişsel fark bile bu eğitim kaybını açıklamaya yeter.

Bütün bu sorunlar halihazırda masada dururken, dijital dönüşüme odaklanan ve yine yeni kurulan üniversiteleri hedef alan program, üniversiteler arası nitelik farklarını ortadan kaldırmaya yönelik bir girişim içermiyor. Kısa vadede hedefler uzaktan eğitim platformu, sanal laboratuvar gibi uygulamalarla üniversitelerdeki altyapı eksikliklerini tamamlamak, orta vadede ise dijital okuryazarlık dersi ve personel eğitimleriyle öğrencileri ve akademik personeli uzaktan eğitimin kalıcı olacağı yeni sisteme hazırlamak olarak gösteriliyor. Ancak uzun vadede eğitim sisteminin dijital dönüşümü öğrencilerin eğitsel süreçlerine nasıl yansıyacak, örneğin; uygulamalı bilimlerde olası sorunlar nasıl çözülecek, hangi disiplinler dijital temelli bilişsel süreçlere daha uygun olacak düşünülmüyor. Bu programla günü kurtarmaktan fazlası hedeflenmiyor, oysa bütün bunlar üzerinde daha fazla düşünmek, kafa yormak gerekiyor.

NE YAPMALI?

Bilimi siyasetin gölgesinden kurtarmalı. Siyasî otoritenin bilimsel otoriteye savaş açması bugün Türk bilim insanlarının ve bilim emekçilerinin dünyadaki saygınlığını tehlikeye atıyor. Bilim insanlarının hedef gösterilmesi, liyakate dayalı işleyişin ortadan kaldırılması, rektör atamaları, rektörlerin sınırsız yetkiyle kadro atamalarına müdahale etmesi, öğrencilerin terörist gibi görülmesi vs. bilimsel üretimin temeli olan üniversiteyi bağlamından koparıp siyasetin merkezine yerleştiriyor.

Dijital dönüşüm konusunda öngörüden yoksun anlık girişimler, faydadan çok zarar getireceği gibi kaynak israfına da yol açacak. Oysa YÖK’ün ve üniversitelerin elinde bir yıllık pandemi sürecinden kaynaklanan büyük bir veri kaynağı var. YÖK öncelikle bu veriyi kullanarak bir durum değerlendirmesi yapmalı: Uzaktan eğitim envanterinde ne tür kaynaklar mevcut, nelere ihtiyaç var? Yazılım sorunları neler, çözümlerin maliyeti ne kadar? Hangi programlarda uzaktan eğitim daha etkin oldu, hangisinde eğitim verimliliği azaldı? Sürecin akademik personel, teknik personel ve öğrenciler açısından sonuçları neler oldu? Ölçme değerlendirme alanındaki aksaklıklara yönelik ne tür çözümler geliştirilebilir? Bütün bu ayrıntıları düşünmeden hibrit modellere, dijitalleşmeye dalmak halihazırda nitelik sorunuyla baş etmeye çalışan üniversiteleri, içinden çıkılamaz bir sorunlar yumağına dönüştürecek.

Anadolu’daki üniversitelerin bilimsel gelişimi için eğitim ve araştırma faaliyetlerini yürütecek akademik personele ihtiyacı var. Nitelikli araştırmacıların önünü açmak için dünyayla bağ kurmalarına, dünyadaki gelişmeleri takip etmelerine, uluslararası işbirliklerine katılım sağlamalarına zemin hazırlanmalı. Öncelikli alanlar dayatması yerine istihdam olanakları vurgulanmalı, tersine beyin göçünün önü açılmalı. Yurtdışı YÖK ve MEB burslarında mecburî hizmet uygulaması bir taraftan beyin göçünü engellemek, diğer taraftan Anadolu’daki üniversitelerin gelişimini desteklemek için kuruldu. Buradaki şartlar yeniden düzenlenmeli. Birçok burslu öğrenci Türkiye’ye dönüp “Ankara’nın doğusunda” yer alan üniversitelere gittiklerinde araştırmaya yönelik kaynaklardan mahrum kalıyor, idarî amirleri tarafından desteklenmiyor, yurtdışı görmüş olmalarından ötürü ajanlıkla suçlanıyor, adeta cezalandırılıyorlar. Bu döngüyü kırmak ve üniversitenin gelişimini her yönden kaynağı seferber ederek, bilimsel gelişmeye uygun bir ekosistem kurmak gerek.

Bütün bunlar YÖK’ün kurulduğu 1981 yılından bu yana biriken, biriktikçe de kemikleşen, fosilleşen sorunlar. Yapılacaklar belli, defalarca söylendi, yazıldı, çizildi. Bilimsel gelişimi tetiklemek için tekerleği yeniden keşfetmeye de var olan bilim yapılarından uzaklaşmaya da gerek yok. Bilim yolunda olmak ya da olmamak? Bütün mesele bu.

*Prof. Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü