Üniversiteler bir boş gösterene dönüşürken

Bir hafta içinde üniversitelerle ilgili öne çıkan birkaç konu, bağımsız görünse de üniversitenin maruz kaldığı erozyonu ve evrensel bilimle arasındaki genişleyen fay hatlarını gözler önüne serdi.

Google Haberlere Abone ol

Aslıhan Aykaç Yanardağ

Yapının nasıl işlediğini ve ne tür bir akla dayandığını anlamak için birbirinden bağımsız gibi görünen parçaları birleştirmek ya da ilişkilendirmek gerekir. Bu yapılmadığında ve parçalar sanki kendilerine has işleyen tekil parçalar olarak görüldüklerinde çıkan sorunlar “münferit” durumlar, içimizdeki “çürük elmalar”, “sehven” yapılmış hatalar olarak geçiştirilir. Yapıdaki aksaklıkların göz ardı edildiği süre uzadıkça sorunlar kemikleşir ve çözülmeleri de giderek zorlaşır. Üniversitelerin bir boş gösteren dönüşmesine, yani biçim, anlam ve işlev açısından karşılıksız kalmasına neden olan durum tam da budur.

Son bir hafta içinde üniversitelerle ilgili olarak öne çıkan birkaç konu, birbirinden bağımsız gibi görünse de üniversitenin maruz kaldığı erozyonu ve evrensel bilimle arasındaki genişleyen fay hatlarını gözler önüne serdi. YKS sonuçları açıklandı. Sınava giren 4.149.036 kişiden yüzde 68 kadarı barajı geçebildi. YKS sonuçları açıklanmadan önce ÖSYM ani bir manevra ile baraj puanlarını indirdi. Hatta başvuru süresini da uzattı. Buna rağmen, açıklanan sonuçlara göre yaklaşık 195 bin kontenjan boş kaldı. Toplam bir milyon civarındaki kontenjanın yüzde 20 kadarının boş kalması bir sorundur, nedenlerinin açıklanması gerekir. Kontenjan artışları plansız yapılmış olabilir, ihtiyaç olmayan bölümler, fakülteler hatta üniversiteler açılmış olabilir, açılan üniversitelerin bulunduğu yerlerde öğrenci hayatında uygun altyapı kurulmamış olabilir, bunların çalışılması gerek. Bu durum devlet kaynaklarının kötüye kullanımı, plansız harcama, kamu kaynaklarıyla kamu hizmetleri arasında bir dengesizliğe işaret eder. Acil bir müdahale gereken yerde seyirci kalmak gelecek açısından daha da kaygı vericidir.

KONTENJANLAR NEDEN BOŞ KALDI?

Kontenjanların neden boş kaldığını kesin olarak anlayabilmek için seçme sınavının yapısından tercih belirleme sürecinde, demografik göstergelerden lise müfredatına kadar birçok farklı belirleyiciye odaklanmak gerekir. Ancak sağduyunun gösterdiği birkaç nedeni öngörmek zor değil. Bunlardan birincisi ekonomik nedenler, özellikle pandemi sonrası ekonomide ani fiyat artışları, enflasyon ve hane gelirlerindeki gerileme durumunda ailelerin ilk vazgeçeceği harcama kalemi eğitim olacak. Özellikle evde kalmayan ve başka şehirlerde okuyan üniversite öğrencilerinin ailelerine maliyeti yüksek. Ancak ikinci bir ekonomik neden ise dört yıllık üniversite eğitiminin sağlayacağı istihdam olanakları ve ekonomik getirilerin öğrencilerin ve ailelerin beklentilerini karşılamaktan uzak olması. Bir başka neden üniversitenin yalnızca istihdam açısından değil aynı zamanda sosyal gelişim ve güçlendirme açısından da genç bireylere beklenen değerleri sunmakta yetersiz kalması. Aldıkları eğitim sonucunda ne sınıf ne de statü açısından beklenen gelişimi elde edemeyen, vasıf ve becerilerini zenginleştiremeyen gençler, genç işsizler yeni nesil üniversite aday öğrencilerinin de motivasyonlarını kırıyor. Son ve belki de en acı neden, kendini bilime ve araştırmaya adamaya hevesli az sayıda öğrenci için üniversitelere biçilen politik işlev, rektör atamaları, kişiye özel kadro ilanları, aile şirketine dönüşen fakülteler umut kırıcı oluyor. Sonuç olarak, gençler üniversiteye gitmek istemiyor çünkü bir işe yarayacağını düşünmüyor.

DENKLİK NEDİR, NASIL VERİLİR?

Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK), elli yıldır çok sayıda Türk öğrencinin doktora derecesini aldığı Binghamton Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden doktora derecesini alan iki mezun öğrencinin diplomalarına denklik vermedi. Her iki durumda da gerekçe olarak tezlerinin içeriği gösterildi. ÜAK’ın değerlendirmesi birçok yönden sorunlu. Öncelikle denklik yalnızca teze değil yurtdışında alınan unvana verilir. Başvuru sürecinde okul tanıma belgesi, diploma, transkript, tez, yabancı dil belgesi gibi belgeler istenir. Denklikte adayın belli kredide ders alıp almadığı, dil yeterliği olup olmadığı ve tabii ki gerçekten tez yazıp mezun olması değerlendirme konusudur. Ancak tezin içeriğinin değerlendirmeye alınması akademik özgürlük ve evrensel bilimsel standartların Türkiye’de geçerli olması açısından birçok sorunu da beraberinde getirir. Her şey bilimin konusu olabilir, bilimsel yönteme dayalı olduğu sürece her tez kendi savını, çözümlemesini, bilime özgün katkısını ortaya koyar. Her tez aynı sonuca varmaz, bu da sorgulamaya yol açar. Bilimin asıl amacı da budur, cevap verdiği kadar soru sorar, böylece gelişmenin ve ilerlemenin de önünü açar.

Ama ÜAK’ın korkusu, adını söyleyemediklerimizin hoşuna gitmeyecek şeyler yazmış olabilecek bu adaylara verilecek denklikle yükselmelerine imkân tanınması, bu durum duyulursa ÜAK koltuklarında oturan hocaların koltuklarından olması, başlarına iş açılması. Oysa ÜAK kendini kurtarırken, ABD sıralamasında ilk yüz içinde yer alan, elli yıldır Türkiye’den giden öğrencileri yetiştiren, yanı sıra akademisyenlere ev sahipliği yapan ve evrensel geçerliği olan diplomalar veren bir kurumu yok sayarak Türkiye’yi dünyadan koparıyor, evrensel bilimsel standartlardan uzaklaştırıyor.

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ'NİN YENİ REKTÖRÜ 

Melih Bulu’nun 16 Temmuz’da görevden alınmasının ardından, Boğaziçi Üniversitesi’nin hocaları, öğrencileri ve mezunlarıyla beraber yürüttükleri kampanyada 19 adayı gayriresmi bir seçim sürecinde değerlendirdi ve 17 adayın adaylıkları kabul edilirken, Melih Bulu’nun yardımcılığını yapan iki aday üniversite bileşenleri tarafından desteklenmedi. Sonuç olarak Prof. Dr. Naci İnci, üniversite bileşenlerinin kampanyaları ve açıklamaları dikkate alınmaksızın 21 Ağustos’ta Cumhurbaşkanlığı kararıyla rektör olarak atandı.

Rektörlerin seçim yerine atamayla gelmesi üniversitenin kurumlar özerkliğine ve bilimsel üretimin ihtiyaç duyduğu akademik özgürlüğe bir müdahaledir. Atanan rektörlerin neredeyse her zaman politik bir bağları ya da politik bir duruşları olması bu özerklik ve özgürlük ihlalinin en önemli kanıtıdır. Atanmış olmaktan gücünü alan ve meşruiyetini “atama” yoluyla sağlayan her bir rektör için sorulabilecek en basit soru, “Atanmasaydınız seçilebilir miydiniz?” olur.

Kurumlar bir bütün olarak ve alt parçalarıyla demokratik bir biçimde yönetilmediklerinde, şeffaf ve hesap verebilir kaynak dağıtımını gerçekleştiremediklerinde, liyakate ve uzmanlaşmaya dayalı kadro tahsisi yapamadıklarında hedeflerine ulaşmaları mümkün olmaz. Dayı kızına, amca oğluna bahşedilen kadrolar gelecek vaat eden gençlerin yolunu tıkar. Akademik altyapı için kullanılacak kaynakların başka faaliyetler ya da genel altyapı için kullanılması üniversitelerin bilimsel işlevlerinin önceliğini kaybetmesine neden olur. Bütün bunlarla ilgili karar alma süreçlerinin anti-demokratik bir biçimde belirlenmiş tek bir yöneticiye bırakılması, alternatif görüşlere alan tanınmaması gelişimin yolunu tıkar.

KURUMLARDA BÜYÜK SESSİZLİK

Üniversitelerdeki sorunlar bunlarla sınırlı değil; üstelik bu sorunların hiçbiri yeni de değil. Ancak her yeni sınav, her yeni düzenleme, mezun edilen her yeni grup sorunların derinleştiğini ve çözümün de zorlaştığını ortaya koyuyor. Eğitim konusunda deneyim ve birikim sahibi olan Prof. Dr. Ziya Selçuk, yıllarını verdiği eğitim alanında en yetkili konuma gelmişken Milli Eğitim Bakanlığı’ndan kendi isteğiyle ayrılmasının nedenleri hakkında sessizliğini koruyor. Diğer yandan yeni atanan Milli Eğitim Bakanı, yüz yüze eğitim konusunda ısrarlı ve kendinden emin açıklamalar yaparken pandemi sürecindeki eğitim kaybı, üniversite sınav sürecindeki aksaklıklar, okullardaki öğretmen açıklarına rağmen atanamayan öğretmenler hakkında sessizliğini koruyor. Yeni atanan YÖK Başkanı boş kontenjanlarla ilgili sessiz kalıyor. ÜAK denklik meselesiyle ilgili bir açıklama yapmıyor. ÖSYM Başkanı puan barajının düşürülmesi, tercih süresinin uzatılması, ikinci ek yerleştirme seçeneğine neden olan boş kontenjan konusunda konuşmuyor.

Görev ve yetki, sorumluluğu da beraberinde getirir. Kurumlar arasındaki işbölümü, bürokratik hiyerarşi, yasal düzenlemeler görev, yetki ve sorumluluk arasındaki tamamlayıcı ilişkiye dayalıdır. Görev ve yetki sahibi, seçim yerine atamayla geldiğinde sorumluluğu kuruma değil onu o göreve atayana oluyor; böyle olunca da partiye ve ideolojiye duyulan bağlılık bir işe, kuruma, göreve duyulan sorumluluğun yerine geçiyor. Kimsenin sorumluluk almadığı bir sistem içinde gençlerin geleceğe umutla bakmasını ve gelecekleri için sorumluluk almasını beklemek pek gerçekçi olmuyor.