Uğur Şahin Umman: Mobbing, silahlı organize suç örgütlerinin pratiğine benziyor

Araştırmacı Uğur Şahin Umman farklı sektörlerden, mesleklerden ve farklı pozisyonlardan yaklaşık 65 kişiyle görüştü ve bu görüşmeleri ‘Çalışma Acısı: Emek ve Eziyet Deneyimleri’ adıyla kitaplaştırdı.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Çalışma yaşamı içerisinde maruz kalınan ama 'adı konulmayan' pek çok şiddet türü var. Dile yerleşen mobbing bunlardan biri fakat bunun daha da ötesinde çalışanların yaşadığı ‘Çalışma Acısı’ var.  Araştırmacı Uğur Şahin Umman bir buçuk sene boyunca ‘Çalışma Acısı’ üzerine farklı sektörlerden, mesleklerden ve farklı pozisyonlardan yaklaşık 65 kişiyle görüştü ve bu görüşmeleri kitaplaştırdı. Şahin’in çalışması ‘Çalışma Acısı: Emek ve Eziyet Deneyimleri’ adıyla İletişim Yayınları aracılığıyla okurlarla buluştu. Umman kitabında ruhsallık ve çalışma koşulları arasındaki ilişkinin önemine dikkat çekiyor ve ekliyor: “Sınıf, ‘çalışma acısı’ kavramlarıyla tanıştıkça, grevlerin ve toplu iş sözleşmelerinin içine bunu sokabildiğimiz müddetçe, kavram da konuşulup tartışılmaya başlanacak.” Uğur Şahin Umman ile çalışmasının başlangıç noktasını, “çalışma acısı” kavramını, kitabın bölümlerinden biri olan mobbingi ve kavramın sınıf mücadelesindeki yerini konuştuk.

Neden “çalışma acısı” üzerine eğilmeye karar verdiniz?

2010’da İzmir’de toplumsal muhalefet ve emek tarihiyle ilgili şu an erişilemeyen ‘Yurtsuz’ isimli bir internet sitesi kurulmuştu. Ben aslında yazma işine böyle başladım. Orada söyleşiler yapıyordum. Daha sonra 13 Mayıs 2014’te Soma iş cinayeti meydana geldi ve biz kameramızı oraya çevirdik. Sonra araştırmacı arkadaşım Onur Yıldırım ile Soma üzerine bir çalışma yaptık. O çalışma 6 sene önce yayınlandı. Fakat Soma süreci benim için ağırdı. Dinlenmeye karar verdim. Aklımda hep Soma’da ölenler vardı. İnsanlar çok düşük ücretlerle çok kötü koşullarla çalışmak zorunda kalıyordu. Ben de açıkçası o duyguyu anlamlandırmaya çalışıyordum ancak literatürde karşılığını bulamıyordum. “Zulüm” desem fiiliyatı anlatıyor, “üzüntü” desem kötü bir atıf yapmış oluyorum. “Acımak” ise doğru bir tutum değildi. Bunları düşünüyordum.

'KAVRAMI TÜRKÇEYE ASLI ODMAN KAZANDIRDI'

Fransa’da hem akademiyle hem de klinik sosyolojide ‘işyerinde sağlık’ isimli bir kavram var. O kavrama merak duyuyordum. Literatürü takip edecek kadar Fransızca öğrenmiştim. Vincent de Gaulejac, Annie Thebaud- Mony, Christophe Dejours gibi Fransız araştırmacıların kitaplarını okuyordum. Pandemide Aslı Odman’nın Özgür Üniversite’deki konferansını izledim. Aslı Odman orada çalışma acısını anlatıyordu. Bu kavramı Türkçe’ye çeviren ben değilim. Bu kavram tamamen, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi gönüllüsü Aslı Odman’ın çevirisi.

“Çalışma acısı” tam olarak nedir?

Çalışma acısı kısaca çalışma koşulları ve iş kaynaklı, insan vücudunda fiziğinde ve ruh sağlığında meydana gelen ıstırap ve acı demek. İlk Fransa’da üretilen bir kavram.  1970’li yıllardan sonra neoliberalizmin kurumsallaşmasıyla beraber özelleştirmeler, performans yönetimi, toplam kalite yönetimi gibi kelimeler işçilerin hayatına girmeye başladıkça Fransa’da işçiler ruh sağlıklarını ve fizyolojik sağlıklarını kaybetmeye başlıyorlar. İşçiler, Nanterre şehrinde bakım merkezine başvuruyorlar. Orada Marie Peze isimli bir psikolog var. Peze doneleri çok akıllıca bir şekilde topluyor ve bu insanların kol ağrısının, depresyon, bunalım ve travma sonrası stres bozukluğu gibi semptomlarının tamamen işyeri kaynaklı olduğunu fark ediyor. Bunu “çalışma acısı” olarak kavramsallaştırıyor. Fransa’da bu konuda uzmanlaşmış çok sayıda doktor var. Fransızca’da “çalışma acısında uzmanlaşmış hekimler” olarak geçiyor. Fransa’daki bir işçi, bu konuda uzman bir doktora gidip bu acıyı kayıt altına aldırabiliyor.

Acının toplumsal bağlamının hep gözden kaçırıldığını düşünüyorum. Acının bireyselleşmesi, belli acıların görünmezleştirilmesi olarak da düşünebiliriz. Çalışma acısı neleri içinde barındırıyor?

Çalışma acısını dört temel başlıkta inceledim. Meslek hastalıkları, performans sistemi ve mobbinge bağlı hasarlar, iş cinayetleri ve güvencesizliğe bağlı olarak psikososyal baskıya bağlı hasarlar. Ancak çalışma acısının neleri kapsadığının ve görünür kıldığının net bir cevabı yok. Cevabı bu sınıf mücadelesi ve işçi sağlığı alanındaki mücadelelerle alakalı. Örneğin, Fransa’da fizyolojik ve psikolojik acılar üzerinden çalışmalar yürütülmeye başlanmış. Ben özellikle ajitasyondan kaçabilmek adına ve her şeyi bu kavrama dahil etme riski de olduğu için dört başlıkta ilerleyip kurgulamaya çalıştım. Net bir cevabı olmasa bile açıkçası iş kaynaklı fiziksel ve ruhsal bütün harabiyetleri bunun içine alabiliriz.

Kitabı okurken düşündüğüm, çalışmamanın/çalışamamanın kendisinin de kitapta gördüğümüz “ruhsal yaralara yol açması” meselesi. Sizin bununla ilgili tespitiniz ne oldu?

Aslında çalışma her dönemde ve her üretim tarzında bir toplumsal norm ve gereklilik değildi. Çalışmak, köleci toplumda bambaşka, feodal toplumda başka, günümüz kapitalist toplumunda başka, yıkılmış sosyalist rejimlerde başka anlama geliyordu. Sizin orada fark ettiğiniz gibi, toplumsal normlarla alakalı bir şey. İşsizlik özellikle bu dönemlerde insanın başına gelebilecek en kötü olaylardan bir tanesi haline geldi. Çalışmayı her ne kadar olumsuz olarak kodlasak da orada aslında güvencesiz ve kapitalist toplumda çalışmaya atıf yapıyorum.

'ÇALIŞAMAMA FİZYOLOJİK VE RUHSAL SORUNLARA YOL AÇIYOR'

Çalışma Acısı, Uğur Şahin Umman, 319 syf., İletişim Yayınları, 2022. 

Sosyalleşme, topluma bir değer (burada kapitalist artı değeri kastetmiyorum) üretebilme, insanların gıda zincirini sağlama, özellikle bazı ruhsal gereklilikler açısından çalışma önemli. Çalışmaya ekmek ve su gibi muhtacız. Pandemide bunu gördük ki pandemi robotlaşmanın tartışıldığı bir dönemde gelmişti. Ancak teknolojinin o kadar çok ilerleyememesiyle de ilgili pandemide yine işçi sınıfı ‘kahraman’ gibi çalışmak zorunda kaldı.  Ayrıca, çalışmadan yoksun bırakılma hem geleceği kuramama hem de günümüzü idare edememeye sebep oluyor. Beslenememe, su içememe fizyolojik ve ruhsal sorunlara yol açıyor.  Bugünkü hali göz önüne aldığımızda, bunun işçi sınıfının zihninde ve bedeninde yara açtığını deneyimliyoruz.

Fakat işsizlik görülmeyen ve yönetilen, kapitalist endüstrilerin “olmazsa olmazı” bir olgu. İşsizliği es geçmedim, geçemem çünkü çalışma kaynaklı her acı işsizlikle bitebiliyor. İşçi mobbinge uğruyor, bütün kazanımlarını bırakıp işi terk ediyor. Bunlar, birbirini besleyen durumlar. Zaten mobbingin amacı, oradaki işçiyi işten uzaklaştırmak. Bunlar birbirine zıt değil. Mesela bankacılara veya satış personellerine hedef veriliyor ve orada hedefi tutturduğunuz sürece çalışabiliyorsunuz. Ancak ekonomide daralma olunca… Bütün o hedefler ‘bilimsel’ metotlarla belirlenmediği için, hedefi tutturamadığınızda sizi kapı dışarı ediyorlar. Çok basit bir şekilde. Ucuz ve basit işten uzaklaştırma yöntemleri bunlar. İşsizlik, çalışma kaynaklı şiddetin sonuçlarından bir tanesi.

'İNSANLAR GÖNÜLLÜ ŞEKİLDE, MOBBİNGE CANSİPERANE KATILIYORLAR'

Biraz mobbingi konuşmak istiyorum. Kitabı okuyanlar mobbingin yarattığı tahribatı görecektir. Ancak benim dikkatimi bir mahkeme kararı çekti. Kararda mobbingin varlığı için hakların ağır şekilde ihlaline gerek olmadığı gibi kişilik haklarına yönelik haksızlığın yeterli olduğu yazıyor. Peki biz mobbingi tanımlamada ne noktadayız?

Mobbing bir işçiyi iş yerinden uzaklaştırmak için uygulanan sistematik eylem bütününe verilen isim. Mobbingin, işçiyi iş yerinden uzaklaştırma gibi bir motivasyonu olması gerekiyor. Mobbingin maksadı uzaklaştırma ve hatta en ucuz şekilde uzaklaştırmadır. Mobbing çok popüler bir kavram. Ancak bu basit bir şey değil. Gerçekten ağır sonuçları olan, insanı intihara bile sürükleyebilen çok ciddi şiddet sarmalı aslında. Mobbinge maruz kalan insanlarla görüşürken fark ettim ki mobbing silahlı organize suç örgütlerinin pratiğine benziyor. Mafyatik örgütlenmelere çok benziyor. Bunu bir kişi başlatıyor ve insanlar gönüllü bir şekilde ya da çıkarı olduğu için bu faaliyete cansiperane katılıyorlar. Ama cansiperane! Yapabilecekleri her şeyi yapıyorlar. Bu merdivende tekme atmaktan, itibarsızlaştırmaya, hakkında dedikodu yaymaktan, cinsel şiddete ve psikolojik şiddete kadar da gidebilen bir durum…

'BEDENİMİZ MOBBİNGİN GÜNCESİNİ TUTUYOR'

Mobbingi çerçeveleyecek kadar yetkinliğim yok açıkçası ancak İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Polikliniği bunu çerçevelemiş durumda. Aslında bütün o yaralara sahip olan insanlar mobbingi kanıtlayabiliyorlar. Bunu çerçeveleyen insanlardan öğrendiğim kadarıyla çok ciddi kanıtlara ihtiyaç yok çünkü bedenimiz mobbingin güncesini tutuyor. Mobbinge uğradıktan sonra uyuyamama, açlık, çok kilo alma ve depresyon, ilişkilerin bozulması açılan yaralara delalet.

'KAPİTALİST PATRON İZ BIRAKMIYOR'

Bezdiri ve uzaklaştırma ise mobbingin iki anahtar kelimesi. Bunlar olmadan hiçbir şeye mobbing diyemiyoruz. Literatürde süresi 6 ay deniyor ama öyle şiddet türleri var ki 2-3 gün katlanmak bile insanlar için çok zor. Burada Şebnem Korur Fincancı’nın ciddi emekleri var. Bütün Adli Tıp Polikliniğinin de tabii… Şebnem Hoca mobbingi işkence olarak kavramsallaştırmasaydı, bu tespit durumu da olmayacaktı.  İstanbul Sözleşmesi’nin Danıştay’da görülen davaları söz konusu. Kitapta da yazmaya çalıştım. Mobbingin kavramsallaştırılması İstanbul Protokolü eğitimlerinde ortaya çıkmış. Çok şaşırmıştım. İstanbul Sözleşmesi’nin protokol süreci tartışma ortamına zemin hazırlamış. Adli tıpçılar ve sosyal araştırmacılar ise bunu kanıtlayabiliyor. Ancak bu kolluk kuvvetlerinin ve yargı mensuplarının çok kör olduğu bir kavram. Davalar ise uzun sürüyor. Herkes fiziksel yaraya, e-posta yazışmasına, şahide bakıyor ama kapitalist patron bunu iz bırakmayacak şekilde yapıyor.

Mobbinge uğramanın bedende yarattığı hasar ve acı bilimsel olarak saptanabiliyor ancak “sosyal cesede” dönmeden önce hem kamuda hem özelde mobbingi önleyici mekanizmaların eksikliğini görüyoruz. Ne dersiniz?

Kitabın başında öğle aralarında oksijen verilerek çalışmaya zorlanan bir kadının hikayesi var. Önleyici hizmetten anladıkları bu. İstediği kadar disiplin kurulları, cezalandırıcı mekanizmalar olsun, mobbing son derece gönüllü ve kurgu bir faaliyet. Bu disiplin yönetmelikleriyle, insan kaynaklarıyla sizin şiddetten uzaklaştırabileceğiniz durumlar değil. Belki iki örnek bulabiliriz. O örneklerde de patrondan bağımsız gerçekleşmişse, mobbingi durdurabiliyorlar. Ancak herkesin katıldığı gönüllü bir faaliyet olursa, delinmedik iş yasası, disiplin kurulu ve disiplin kurulu kararı kalmıyor. Yeter ki mobbing yapmak istesinler.

Önleyici ne olabilir?

Mesela toplu iş sözleşmesi yapılan şirketlerde disiplin kurulu kararı olmadığı müddetçe işçiler işten çıkarılmayabiliyor. Bunun toplu iş sözleşmesine muhakkak konulması ve burada koruyucu önlemlerin alınması gerekiyor. Ancak şöyle bir durum da var. Mobbing aynı zamanda performans sistemiyle çok yakın ilişkisi olan bir sopa. Siz üretim ilişkilerini değiştirmedikçe yaraya pansuman yapmaya çalışıyorsunuz. İstedikleri zaman, insan kaynakları bütün bu koruyucu mekanizmalara uymamanın yolunu buluyor.  Fakat bu demek değil ki hiç mücadele etmeyelim. Emsal yargı kararları çok önemli. Bu kararlardan sonra bazı şirketler mobbing yapmaya korktu. Bir yandan kanıt bırakmama peşinde olanlar var. Mail ile ‘sen salaksın’ demiyorlar, size gözünüzün içine bakarak ‘ne kadar beceriksiz olduğunuzu’ kendi normlarıyla anlatıyorlar. ‘Sen iyi haber yazamıyorsun ya da iyi satış yapamıyorsun’ diyor, ölçütü nedir? Sübjektif değerlendirmelerle işçiyi işyerinden uzaklaştırmaya ve çalışma arkadaşlarına ibret vesikası olarak göstermeye çalışıyorlar.

Mobbing aynı zamanda yalnızlaştırıyor, bireyselmiş gibi gösteriliyor. Kitapta gördüğümüz ‘Her iş yerinde olur bu, ne var? Sen biraz kırılgan olabilir misin?’ diye söylenen bütün bu deneyimlerde tanıkların sorumluluğu ne?

Bu çok güzel bir soru. Christophe Dejours çalışma acısının önemli teorisyenlerinden birisi. Dejours tanıklarla ilgili dönemi ‘Çalışanlar insanların yaşadığı acılara yabancılaşarak ve onları görmezden gelerek, bu işin üstesinden gelmeye çalışıyorlar’ diyerek tarif ediyor. Bir insanın aslında işten çıkarılması, işini kaybetmesi ve yarın cebinde parasının olmaması travmatik bir olay çünkü bütün gücünüzü ve imkanlarınızı bir anda kaybediyorsunuz. Psikoloji literatüründe, buna tanık olmak da ikincil travmatizasyon.

Öte yandan, tanıklara söylemek için ‘tatlı kılıflar’ bulunabiliyor ve ‘tatlı cümleler’ söylenmeye çalışılıyor. ‘Arkadaşınız performansı nedeniyle işten çıkarıldı, arkadaşınız uyum sağlayamadı’ denerek, uzaklaştırma süreçlerinde mesela suçlu hep karşı taraf (işten çıkarılan) oluyor. İnsanlar uzaklaştırılırken, diğerlerine ‘Her şey çok güzel gidiyor, bir problem yok. Sizinle alakalı bir durum değil. Size dokunmuyor. Dokunmadığı için de üzülecek bir durum yok. Burada işe devam etmemiz gerekiyor’ deniyor. Psikolojik kurgu oradan kurulmaya başlanıyor.

‘TARİŞ OLAYLARI: O ACIYI BÜTÜN BİR ŞEHİR HİSSEDEBİLDİ’

Fakat tanıkların sorumluluğu iki noktada ağır. Tanık olsalar ayrı bir ağır, olmasalar ayrı bir ağır. Tanık olmazsalar arkadaşlarına karşı sorumluluklarını yerine getiremiyorlar hem de kendi vicdanlarına karşı…tabii politik bir vicdanı varsa… yoksa da zaten spesifik örnekler göremiyoruz iş davalarında. Diğer yandan, tanıklık yapınca işinden olabiliyor. Sektör küçükse ‘Bu insan bizim aleyhimize, patron aleyhine tanıklık yaptı’ denip, kara listeye alınabiliyor. İnsan ortada kalıyor. İşte burada yine adli tıp raporunun önemine geliyoruz. Bedeniniz sizin yerinize günce tutuyor.
Fakat şöyle bir örnek de vermek isterim. 1980’de İzmir’deki Tariş Olayları’nda işten çıkarılmak istenen işçiler için bir şehir ayağa kalktı. O acıyı aslında bütün bir şehir hissedebildi. Şimdi bu dönemde o acı hissedilmesin diye kurgulanan bir iş düzeni, yeni işletme ve insan kaynakları teknikleri var. Şimdi işten atılmalarda dayanışma grevlerini çok az görüyoruz. Tabii, bunun birçok başka nedeni de var.

'BİR İŞ YERİNDE BİLE TARTIŞILSA KİTAP BAŞARILI OLDU DEMEKTİR'

Kitapta yaklaşık 65 kişiyle emek deneyimleri üzerine görüşmeler yaptınız. Farklı yaşlardan, sektörlerden, farklı pozisyonlardan insanlar… Adını koydunuz ve kaydını tuttunuz. Bu kaydı tutmanın birleştirici yönünü de düşünürsek kitabı, çalışmanın ruhsallığının sınıf mücadelesine eklenmesi gerektiğini ifade ederek bitiriyorsunuz. Burada sınıf mücadelesinde eksik olan ne sizce?

En başta çalışma acısı kavramı yok. Kimse bilmiyor. Çalışma hayatındaki işçiler de sendikacılar da… Sadece biraz mobbingten kaynaklı adli tıpçıların ve hekimlerin konuya ilgisi var. İşçi sağlığı ve sınıf gündemden düştüğü için kavram buralara girememiş vaziyette. Aslında eksik olan bu. Fransa’da bu konuyla ilgili grevler yapılıyor. Fransa’da ‘Çalışma acısına karşı iş durduruyoruz’ diyorlar mesela. Tabii Fransa’daki işçi ile Türkiyeli işçiyi kıyaslamıyorum, orada bambaşka bir yapı söz konusu ancak bu kavram gündeme girdikçe yolunu bulacaktır. İşçiler bunu deneyimleyecek. Benimkisi naçizane bir katkı. Ömür adanacak bir alan söz konusu. Katkım kum tanesi kadar. Çalışmalar çoğalıp, sınıf bu kavramlarla tanıştıkça, grevlerin ve toplu iş sözleşmelerinin içine bunu sokabildiğimiz müddetçe kavram da konuşulup tartışılmaya başlanacak. Bir iş yerinde bile tartışılsa kitap başarılı oldu demektir.

Son olarak, kitapla ilgili başka bir projeniz olacak mı?

Kitabın geliriyle Bağımsız Maden-İş sendikasının Soma Şubesi’ne Ali Faik İnter ve Tahir Çetin kitaplığı açacağız. Orayı bir dev bir kütüphaneye dönüştürmeye çalıştıracağız. Tahir benim yakın olduğum bir ağabeyimdi. Ölmeden önceki konuşmamızda benden kitap istemişti, gönderememiştim. Onun hayalini gerçekleştirmeye çalışacağız.