Türkiye’den dev adımlarla uzaklaşan Avrupa Birliği (ve Batı İttifakı)

ABD yaptırımlarının içeriği henüz belli değil; belli olsa dahi yeni kararlarla değişmesi mümkün. Bu nedenle Biden yönetiminin süreci nasıl yürüteceğini şu anda yorumlamak biraz zor. AB cephesinden ise durum biraz daha net. Son zirve kararlarında AB’nin kendisi açısından gerçekçi ve uygulanabilir bir çerçeve çizdiği görülüyor.

Google Haberlere Abone ol

Özlem Kaygusuz*

Başlık biraz değişik gelmiş olabilir. Çünkü bu cümleyi, aslında özne ve tümlecin yer değiştirdiği bir şekilde duymaya alışkınız. AB’nin Türkiye’den değil, Türkiye’nin AB’den dev adımlarla uzaklaştığını ilk olarak milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması, Cumhuriyet gazetesi yazarlarının tutuklanması ve idam cezasının geri getirilmesi tartışmalarının ardından 2017’de dönemin AB Komisyonu Başkanı Junker dile getirmişti. Aynı ifade daha sonra Komisyon’un 2018 Türkiye Raporu’nda yer aldı ve başka AB liderleri tarafından da sıklıkla dile getirildi. Bu ifadeyle AB yetkilileri, Türkiye’de darbe teşebbüsünün ardından ilan edilen OHAL yönetimi altında yaşanan demokratik gerileyişin Birlik açısından çok ciddi bir sorun olduğunu ve en nihayet başkanlık sistemine geçişle, Türkiye’nin siyasal rejiminin bir bütün olarak Kopenhag siyasi kriterlerinin gerisine düştüğünü söylemeye çalışıyorlardı. O dönemden itibaren, hem AB kurumlarının liderleri hem de birçok Avrupa ülkesi lideri demokrasiden uzaklaşan Türkiye’nin AB’den de uzaklaştığını söylemeye devam etti.

2019 yaz aylarından itibaren Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki varlığını arttırması, Libya’da Kasım 2019’da Serrac hükümeti ile imzalanan anlaşmalar, salgının en şiddetli günlerinde bu hükümete verilen askeri destekle savaşın seyrinin değişmesi ve 2020 yaz aylarından itibaren de, Türkiye’nin ciddi bir askeri hareketlilik içine girerek Kıbrıs’ın güneyinde ve Meis açıklarında petrol/doğalgaz arama faaliyetlerini yoğunlaştırması ile AB ile ilişkiler ‘uzaklaşma’ çerçevesinden çıkıp ‘gerilim’ olarak ifade edebileceğimiz bir duruma sürüklendi. Bu iki yıllık süreç boyunca AB ile ilişkilerin neredeyse tek ve ana gündem maddesi Türkiye’ye uygulanacak yaptırımlar oldu. Her AB zirvesi öncesi/sonrası yaptırımlar söz konusu olduğunda bazen bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan, bazen de hükümet sözcüsü Ömer Çelik ya da Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu tarafından Avrupa’ya yönelik olarak dile getirilen emperyalizm, Nazizm, ırkçılık ve İslamofobi gibi ifadeler, taraflar arasındaki siyasal iletişim ve diyaloğun da giderek bozulduğunun göstergeleriydi. Doğu Akdeniz’de bir yandan Türkiye’nin navtex ilanları, diğer yandan da Yunanistan ve Fransa’nın maksimalist söylem ve hareketleriyle hiç soğumayan sular sonunda bizi 10-11 Aralık zirvesine getirdi ve AB genişleterek devam ettireceğini açıkça belirttiği yaptırım mekanizmasını bir tık daha ilerletti. Bu beklenen bir gelişmeydi ancak zirveden hemen önce beklenmeyen bir şey oldu. Türkiye’den AB ve Batı’ya yönelik olarak daha önceki ifadelerden epey farklı bir ifade duyuldu. En üst düzeyden, Türkiye’nin geleceğinin Batı ile birlikte tasavvur edildiği dile getirildi. Bu ifadenin kullanılması da hayli ilginç oldu; çünkü Türkiye halen Batı ittifakının bir üyesi iken, geleceğini nasıl zaten üyesi olduğu bir ittifak içinde görebiliyordu? AB bu kez Türkiye’ye oldukça sert yaptırımlar gelebileceği sinyalini vermesine rağmen, söylemin bu şekilde yumuşaması nasıl mümkün olmuştu? Değişen neydi?

Değişen, Türkiye’nin ‘geleceğini birlikte tasavvur ettiğini’ söylediği Batı dünyasının iki yakasından, tarihinde görülmemiş bir şekilde aynı anda başlayacak, önümüzdeki birkaç yıla yayılacak ve en kötüsü içeriği belirsiz bırakılan bir yaptırımlar silsilesi ile karşı karşıya kalmış olmasıdır. ABD’de Ulusal Savunma Bütçesi’nin önce Temsilciler Meclisi, AB Zirvesi’nin bittiği gün de Senato’dan geçmesiyle, 30 gün içinde Türkiye’ye CAATSA kapsamındaki yaptırımlardan beşinin seçilerek uygulanacağı da netleşmiş oldu. Bu yaptırımların hafif ya da ağır olmaktan öte, içerdiği belirsizlik yüzünden, özellikle yaşamakta olduğumuz borç krizi içinde çok da hafife alınamayacağı açıktır. Türkiye’nin Arap ayaklanmalarıyla başlattığı ve 2015 sonrasında hızlandırdığı bölgesel dış politika aktivizminin ve bu aktivizmi daha da ileri boyutlara taşıyarak Rusya ile girdiği işbirliği (ve nüfuz mücadelesinin) gelip dayandığı nokta, Batı ile ilişkilerdeki istikrarlı bozulmadır ve verilen mesaj da açıktır: Böyle giderse Batı Türkiye’den dev adımlarla uzaklaşacaktır. Hem AB hem de ABD’den verilen bu mesajın alt metni de, Türkiye’nin artık tarafını seçmesi gerektiğidir. Bu mesajı önceden gören Cumhurbaşkanı’nın ‘Batı ile birlikte gelecek tasavvuru’ açıklaması bu nedenle pek de şaşırtıcı olmasa gerek.

ABD yaptırımlarının içeriği henüz belli değil; belli olsa dahi yeni kararlarla değişmesi mümkün. Bu nedenle Biden yönetiminin süreci nasıl yürüteceğini şu anda yorumlamak biraz zor. AB cephesinden ise durum biraz daha net. Son zirve kararlarında AB’nin kendisi açısından gerçekçi ve uygulanabilir bir çerçeve çizdiği görülüyor. Bu kararlarla Birlik, aslında son iki yıldır Türkiye ile ilişkilerinde çizdiği bir çerçeveyi, üyelerinin çıkarları doğrultusunda kademe kademe arttırarak uygulamaya başlamış oldu ve uygulamaya da devam edecek. Üye ülkelerin çeşitli hassasiyetlerini dikkate alarak, onlar açısından en az zarar oluşacak şekilde ilerleyecek. Bu bakımdan Birlik içinde Türkiye konusunda büyük bir görüş farklılığından ziyade, Almanya, İtalya, İspanya gibi üye ülkelerin, Türkiye ile ticari ve finansal ilişkileri nedeniyle içinde bulundukları bir kırılganlık farklılığı söz konusu. Göç sorunu ve ticari/finansal bağlar nedeniyle sert adım atılmasın diye düşünen başka üyeler de var. Dolayısıyla AB içindeki mevcut farklılık, Türkiye’nin diplomatik girişimlerle bazı ülkeleri kendi yanına çekmiş olmasından kaynaklanmıyor. Türkiye tüm bu süreç boyunca Doğu Akdeniz ve Ege’de oldukça haklı olduğu konularda dahi diplomatik mekanizmaları hiçbir şekilde kullanmadı. Bir dönem Ege’deki statükoyu kabul eden ve Yunanistan’ın tezlerini aşırı bulan Fransa, İtalya gibi ülkelerin desteği dahi kaybedildi. Türkiye’nin bölgede bu kadar yalnızken toplanacak bir konferanstan bir şey elde etmesi de oldukça zor görünüyor. Hatırlatmak gerekirse Doğu Akdeniz krizi temelde Türkiye’nin bölgedeki enerji angajmanlarının dışında kalmasından kaynaklanan bir sorun. Bu sorunun çözülebilmesi için, özellikle İsrail ile normalleşmenin ardından tüm bölge ülkeleri ile ilişkilerin diplomatik görüşmelerle düzeltilmesi, Mısır ile diyaloğun geliştirilmesi, yapıcı ve uzun vadeli işbirliklerinin tasarlanması bir seçenekti; ancak bu seçenek hiçbir şekilde kullanılmadı. Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ege’deki deniz sınırları konusunda da haklı olduğu pek çok noktayı yoğun diplomatik görüşmelerle ortaya koyması, gerek Avrupa’da gerekse bölgede farklı ülkelerin desteğini kazanması mümkündü. Bu yapılabilseydi Gaz Forumu’nun tamamen Türkiye’yi dışlayan bir yapı haline gelmesi engellenebilir; ya da Türkiye bir dönem ABD’nin de desteklediği gibi bu yapıya katılabilirdi. Dış politikada diplomasinin bu kadar ihmal edilmiş olması, bugünden sonra Doğu Akdeniz’le ilgili toplanacak bir konferansta Türkiye açısından anlamlı bir sonucun elde edilemeyecek olmasının ana nedenidir. Buradaki ana mesele de, aslında bir diplomasi zafiyetinden çok, Türkiye’nin jeopolitik seçeneklerini çeşitlendirme amacıyla, tüm ağırlığını Orta Doğu ve Avrasya’ya vermesidir. Bu tercihin Türkiye’ye amaçlanan kalıcı özerkliği getirip getirmeyeceğini göreceğiz.

Son olarak zirvede alınan diğer iki kararı da Türkiye’ye verilen ‘Batı Türkiye’den uzaklaşıyor’ mesajı açısından değerlendirmek mümkün. İlk olarak Konsey’in, Komisyon ve Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği’ne, Birlik ile Türkiye arasındaki siyasi, ekonomik ve ticari ilişkilerin durumu ve en geç Mart 2021'de yapılacak olan AB Konseyi'nde değerlendirilmek üzere, bundan sonrasına ilişkin seçeneklerle ilgili bir rapor hazırlaması görevini vermesi salt bir zaman kazanma hamlesi değil. Şu anda daha sert yaptırımlar uygulanamamasına neden olan bazı üye ülkelerin, Türkiye ile finansal ilişkilerinin durumu belirlenerek, onlara birtakım garantiler sağlanması ve yaptırımların önünün açılması düşünülüyor olabilir. İkinci olarak AB’nin, Biden yönetiminin Türkiye ile ilgili politikalarıyla uyum içinde davranma kararı belki de bu zirvenin en önemli kararıdır denebilir. Çünkü bu karar, AB’nin ABD ile sadece Doğu Akdeniz’de değil, Türkiye ile ilgili her konuda ortak hareket edebileceği anlamına geliyor. Birçok yorumcunun vurguladığı gibi, Biden’ın göreve gelmesiyle küresel siyasette yeni bir döneme girilecek ve Transatlantik ilişkilerde bir restorasyon dönemi başlayacak. Bu yeni dönem, NATO içindeki uyum sorunlarının giderilmesinin hedefleneceği; S-400’leri almış bir Türkiye üzerinde sadece ABD değil, NATO baskısının da arttırılabileceği bir sürecin de başlayabileceği anlamına geliyor. Bu çerçevede AB’nin daha sert bir yaptırım kararını mart ayındaki zirveye bırakması ve ABD ile birlikte uyum içinde davranacaklarını belirtmesi, Batı’da Türkiye’nin özellikle bölgesel politikalarına dönük olarak çok daha kapsamlı sorgulamaların başlayabileceğini düşündürüyor. ABD de -AB’ye benzer bir biçimde- S400’lerle ve/veya Halkbank davasıyla ilgili çok sert ve hızlı adımlarla başlamayabilir. Ancak Suriye’de Kürtlerle bu zamana kadar yürüttüğü işbirliğini arttırma olasılığı da oldukça güçlü bir olasılık ve Türkiye üzerindeki baskısını esas bu şekilde arttırmayı tercih edebilir. Gerek NATO üzerinden, gerekse Suriye’de atabileceği adımlar, ABD’nin Türkiye üzerinde CAATSA yaptırımlarını çok aşacak bir baskı kurmasını sağlayabilir. Bütün bunlar bir yana, yaptırımlar bu şekilde her iki taraftan da hafif olarak başlatılsa dahi, mesele yaptırımların hafif ya da ağır olması değildir. Mesele, Türkiye’nin son derece kırılgan ekonomik ve finansal koşullar içinde, hem ABD hem de AB ile ilişkilerinde neyle karşılaşacağına dair böylesine ciddi bir belirsizliğin içine girmiş olmasıdır. Bugüne kadar Batı’dan özerklik iddiası ile meşrulaştırılan dış politika tercihlerinin, bu şekilde Türkiye’yi yepyeni bir bağımlılık ve belirsizlik sürecine sürüklemesi ciddi bir risk olarak karşımızda durmaktadır.

*Doç. Dr., Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü