Ülkücülüğün politik kırılma anı

Ülkücülük, bir yandan Orta Anadolu kasabalarının şehir karşısında kendi hakikatini arama çabalarının üzerine otururken diğer yandan da devlet teşkilatının sol hareketler karşısındaki reorganizasyonu talebine tekabül ediyordu. Böylece ülkücülük bir yandan bir toplumsal dirençten besleniyor diğer yandan da bir “asayiş” meselesine cevap yetiştiriyordu.

Google Haberlere Abone ol

Orhan Gazi Ertekin

En başından söyleyeyim. Ülkücülerin AKP ile girdiği yeni ittifak sürecinin ülkücülüğün politik kırılma anlarından birisi olacağı kanaatindeyim. Ülkücülük, 2000’lerin başından itibaren bir siyasal kriz içinde ve kendisini yeniden inşa sorunları ile karşı karşıya. Entelektüel olarak kendisini yenilemek zorundayken politik olarak Kürtlerden Alevilere kadar kendisini yeniden tayin etme sorunları yaşıyor. Bugün önüne Anayasa değişikliği yoluyla getirilen 'Evet-Hayır' tercihleri, ülkücülüğün bütün büyük tarihsel ve güncel sorularını oldukça dar bir cevapla geçiştirmekle sonuçlanacak. Bu ittifak eğer tabanda kabullenilir ise “kadro iştahı” ve “devlet ikballeri” yoluyla “memur dünyası”nda sıkışıp kalan bir soru ve sorunlar alanı ile iştigal edip duran bir ülkücülük ile karşı karşıya kalacağız ve kriz ülkücülük açısından bütün tarihsel verimliliğini kaybedecek...

Şöyle başlayayım:

ODTÜ de Siyaset Bilimi masteri yaparken 1996 yılında bir gün o sıralarda MHP’den Afşin belediye başkanlığı yapan amca oğullarımdan merhum Ergün Ertekin’e Enver Paşa üzerine tez hazırlamak istediğimi söyleyip fikrini sordum. O da bana “Neden Nihal Atsız üzerine çalışmıyorsun? Hem kaynaklara daha kolay ulaşırsın. Ben de bir sürü bağlantı bulabilirim” teklifinde bulunmuştu. Nihayet Atsız üzerine başladığım araştırma en sonunda '1944 Irkçılık-Turancılık yargılamaları' üzerine tez yazmaya karar kılmamla sonuçlandı ve tezimi “1944 Trials: A turning point of Turkish Movement” (1944 Yargılamaları: Türkçü hareketin bir dönüm noktası) başlığıyla verdim.

O dönemden itibaren milliyetçilik üzerine çalışmaya başladım ve milliyetçi hatta ilerleyen hareketlerin belirgin politik karakter yapılarıyla birbirinden ayrıldığını görmeye başladım. 1894’deki Ermenilerin Osmanlı Bankası baskınından sonraki “Biz Türkler…” diye başlayan bildiri ile birlikte ilk çıkış haberi verilen ittihatçı kuşak olağanüstü bir 'eylem pratiği'nin içinde var etmişti kendisini. Trablusgarp’tan Bakü’ye ve Taşkent’e kadar uzanan çok geniş bir coğrafyada yarı “memurin” yarı “fiili” bir hayat sürüyorlar, buna uygun bir eylem ve ruhiyat geliştiriyorlardı. Bir devlet memuru idiler ama asıl olarak bir siyasi hareket mensubu idiler. Bu kuşağın en temsil edici ismi Enver paşadır ki Enver, Arif Cemil Denker’in anılarından yanlış hatırlamıyorsam Orta Asya'ya ulaşma peşinde bir gemi kazası, iki uçak kazası, iki Rusya esareti atlatmış ve nihayet Taşkent’te savaşarak ölmüştü.

Bir sonraki kuşak olan Türkçüler ise politik etkinlikleri zayıf kalmakla beraber güçlü bir entelektüel derinliğe sahip idiler. Örneğin Nihal Atsız sanıldığının tersine ciddi bir tarihçidir. Zeki Velidi Togan’ın tarih teorisi ve tetkikindeki yeri eşsizdir. Orhan Şaik Gökyay, güçlü bir edebiyat tarihçisidir. Politik eylemleri devlet alanının Türkçü bir varoluşa çağrılması ve II. Dünya Savaşının politik ikliminden yararlanmak üzerine kuruluydu. Bir dönem Hasan Ali Yücel ile Reşat Şemsettin Sirer arasındaki Milli Eğitim Bakanlığı mücadelesine Sirer tarafından girmekle beraber Türkçülük esas olarak bir “memur” ve “kadrolaşma” hareketi değildi. Özellikle Atsız’ın bu konuda Necip Fazıl’ın tersine tavizsiz olduğu açıktır. Türkçüler, kendi onaylarını kendilerinden almayı tercih ediyorlar, devlet hizipleri bakımından işlevsellikleri azalıyordu…

Ülkücülüğe gelince… Ülkücülük, bir yandan Orta Anadolu kasabalarının şehir karşısında kendi hakikatini arama çabalarının üzerine otururken diğer yandan da devlet teşkilatının sol hareketler karşısındaki reorganizasyonu talebine tekabül ediyordu. Böylece ülkücülük bir yandan bir toplumsal dirençten besleniyor diğer yandan da bir “asayiş” meselesine cevap yetiştiriyordu. Bu durum onun bir “hakikat” ile bir “devlet memuriyeti” arasında gidip gelmesine yol açtı ve özellikle 1970’lerdeki Milliyetçi Cephe girişimi ile 1991 ve sonrasındaki seçim ittifakı ve sonrasında ise kadrolaşmanın ve kadrolaştıkça da cemaatleşmenin tehlikelerini yaşamaya başladı. 2005 sonrası devlet içindeki yerlerini Gülen Cemaatine terk etmek zorunda kalması 2013 sonrası onu AKP açısından daha da işlevsel hale getirdi. Böylece kendi ülkücülüğün tarihsel krizi ile AKP’nin güncel krizi üst üste geldi. Ülkücülüğün, AKP’nin güncel cevaplarına odaklanmasının ve kendi krizine oradan cevaplar bulmak istemesinin sebebi de buradadır. Oysa AKP’nin güncel soruları ile ülkücülüğün tarihsel soruları çok farklı cevapları gerektirmektedir. Sorun şu ki AKP’nin güncel krizi açısından bu cevaplar işlevsel iken ülkücülük açısından son derece dar ve kısır bir cevap olarak kalmasına yol açmaktadır. Ve ülkücülük açısından asıl sorun da tam buradadır…

Ülkücülerin nasıl bir cevabı tercih edeceklerini zaman içinde göreceğiz... Ülkücülüğün politik karakter yapısındaki kırılma da buna göre belirlenecek...