Tünel: Bir filmden fotoğraflara Sivas Katliamı

Katliam öncesi sanatçıların Buruciye Medresesi’ndeki etkinlikte çektirdiği bir fotoğraf bu. Sanki güneş kamaştırmış güzel gözlerini ya da insancıllıklarından biraz utangaç, biraz bihaber görünüyorlar.

Google Haberlere Abone ol

“Asya edebiyatında önemli bir yer tutan hayaletler ve ruhlar, Batı'da olduğu gibi ille de intikamcı ya da kötü olmak zorunda değillerdir, daha ziyade huzur bulmak için yardıma ihtiyaç duyarlar”.
Anonim

Şule Çiltaş

Akira Kurosawa’nın kısa filmlerinden oluşan Düşler’in dördüncü anlatısı Tünel’de, savaştan sağ kurtulmuş, evine dönmekte olan bir komutan, savuşturmakta pek de başarılı olamadığı saldırgan bir köpeğin bulunduğu bir tünelden tedirginlikle geçip uca ulaşır. Geçtiği tünelin sonundan, yüzü kireç beyazı, üniforması delik deşik bir asker, dizemli, metalik postal sesleriyle komutana yetişir. Asker ölüdür ama hala hayatta olduğunu düşünür. Esas duruşun ardından: “Doğru mu komutanım, çatışmada öldüm mü ben, gerçekten öldüğüme inanamıyorum. Eve gittim… gayet iyi hatırlıyorum” der. Komutan dehşet içindedir: “Bunu sana daha önce de anlattım, vurulmuştun, baygın vaziyetteydin, ben yaranla ilgilenirken sen de bu eve dönüş hikayesini anlatmıştın. Rüyaydı, rüya görüyordun… Beş dakika sonra da öldün” diye cevap verir. O zaman asker komutana, tünelin bitimindeki durduğu dar yolun kenarından, dağların arasındaki evini gösterir, annesi ve babasının kendisini beklediğini, ölmesinin imkânsız olduğunu söyler. Komutansa bunun gerçek olduğunu, kollarında can verdiğini askeri ikna eder. Tüfeği üzerine kaykılan asker yıkılmıştır, geriye doğru bir iki adım atar. Bir süre yüz yüze bakarlar, sonra komutan birden yüksek sesle askerin ismini haykırır, verdiği asker selamı ve arkasından gelen “geriye dön” emri onun toparlanmasını ve uygun adım tekrar ölüm tüneline dönmesini sağlayacaktır.

Asker tünelde gözden yittikten sonra, bu defa komutanın bütün müfrezesi, yine metalik postal sesleri eşliğinde, yüzleri kireç beyazı, üniformaları delik deşik tünelin gerisinden görünüp uygun adım komutana doğru doğru yürür ve önünde esas duruşa geçer: “Üçüncü müfreze üsse dönmüştür komutanım! Zayiat yoktur”. Komutan per perişandır, yutkunur, duraklar: “Dinleyin” der, “Neler hissettiğinizi anlıyorum, ancak maalesef üçüncü müfreze imha edilmiştir, hepiniz çarpışmada öldünüz. Ben ölmedim, hayatta kaldım… Sizi ölüme gönderdim, suçlu benim”. Müfrezeden çıt çıkmaz. Komutan utanç içindedir, kendini suçlu hissettiğini söyler, ölmek daha iyiydi der, hala hayatta olduğu için acı çektiğine yemin eder. Onlara baktığı için aynı acıyı yeniden yaşadığını söyler. Tam olarak şöyle der: “Sizlerin çektiği acı ve katlandığı işkencenin daha ağır olduğunu biliyorum, ama ben… sizlerle birlikte can vermeyi isterdim. İnanın bana gerçekten isterdim”. Müfrezeden yine çıt çıkmaz. “Çektiğiniz acıları anlıyorum”, diye inler komutan, yine ses yoktur, askerler kıpırtısızdır, komutan lütfen der, “Lütfen geri dönün, geri dönün ve huzur içinde yatın”. Ölümlerine ikna olmayan askerler donup kalmıştır. Komutan gözlerini müfrezeye diker, sonra ağır ağır asker paltosunun düğmelerini ilikler ve ilkin, “Üçüncü Müfreze, geriye dön!”, askerler geriye dönünce de, boğazını patlatırcasına: “İleri marş” diye bağırır. Müfreze uygun adım, aynı metalik postal sesleri, aynı düzenle tünele girip kaybolur. Komutan askerlerden kurtulmuştur.

Bu kısa filmin bütününden, kabusa dönen bir rüyanın komutana musallat olduğunu düşünürüz, tünelin karanlıklarına yolladığı askerler ha bire geri döner. Komutanın sesi, askerleri öldüklerine ikna etmeye çalıştıkça sadece kendi sesini yankılar. O zaman komutan, ancak bir emrin mantıklı sorgulamayı sona erdirdiğini bildiğinden, bir emirle çarpışmaya gönderdiği askerleri, yine bir marş komutuyla tekrar ölüm tüneline gönderir.

Filmden anlaşılacağı üzere, “emirlerin” kudreti yaşanan kimi olayları bilinçdışının kara deliklerine itmeye yetmez. Belleğin kapılarını yarı aralayan ya da ardına kadar açan zamandır, Kurosawa’nın tünelinden komutanın sorumluluğu altında ölen kurbanların çıkması gibi, her yılın Temmuz aynın 2’sinde 33 insan, kendileriyle birlikte tarihin belli bir anında katledilip unutturulanları-ya da bu askerler gibi öldüklerine ikna edilmeye çalışılanları-getiriyorlar bize. Ayrıyeten banaysa, her 2 Temmuz’da gazetelerde karşıma çıkan ama canımı çok acıttığı için dikkatlice bakmak istemediğim o fotoğrafı. Birkaçı dışında çıkaramadığım aydınların, şairlerin, sanatçıların birlikte poz verdiği.

Katliam öncesi, sanatçıların Buruciye Medresesi’ndeki etkinlikte çektirdiği bir fotoğraf bu. Sanki güneş kamaştırmış güzel gözlerini ya da insancıllıklarından biraz utangaç, biraz bihaber görünüyorlar. Ölümlerinden bihaber. Poz vereni de var lalettayin duranı da. Ön sıra, sol baştakinin Muhlis Akarsu olabileceğini düşünüyorum, yanındakinin de fotoğraf çektirmeyi sevmeyenlerin tavrıyla kollarını kavuşturmuş Edibe Sulari. Muhibe Akarsu’ya benzemiyor çünkü. Tam ortada, sakallı olan Uğur Kaynar mı, elinde çantasıyla şair Metin Altıok’un sağ yanında duran? Objektifle alakasız, bir kedi görmüş de ona bakıyor sanki Altıok, sevecen. Asaf’ın da sakalları vardı ama, hani ölüme giderken-diğerleri de korkmasın diye-mızıka çalan. Hani cenaze namazını çarşı camii imamı kıldırmak istememişti, başka imam istenen müftülükten de olumsuz yanıt gelince bin beş yüz kişinin katıldığı törene Çiçekdağı ilçesinden bir köy imamı getirtilmişti. Ne çok karşılaşırdım onunla bu fotoğraftaki güneşin bir benzerinin düştüğü Ankara Konur Sokakta. Hızla, bir yerlere yetişircesine geçtiği. Katliamdan bir süre sonra, ellerinde onun o bildik fötr şapkalı büyük boy fotoğrafı, bu kez gençler geçiyordu bir protesto gösterisi sırasında aynı sokaktan. Bir çocuk (???) koluna girdiği için mi dirseğini bükmüş Uğur Kaynar? Belki de sol kolunu biraz önde tutunca sağ kolu arkada kalmış çocuğun. Çocuksa eğer, saz çalmayı çok seven on iki yaşındaki Koray Kaya olabilir mi? Ablası Menekşe Kaya’yla birlikte yanan Koray Kaya? Ablası derken on dört yaşındaki Menekşe Kaya. Onların yanındaki çift kim peki, kol kola girmişler. El ele yanan nişanlılar İnci Türk ve Muammer Çiçek olamazlar diyorum, bir ara dumanlardan kurtularak kendini otelin dışına atan ancak İnci’nin hala içerde olduğunu fark edince bir daha çıkmamak üzere tekrar içeri dalan Muammer’i gözümde canlandıramıyorum çünkü. Yine sol baştan üçüncü sırada, Edibe Sulari ile yanındaki kadını bacağıyla ayıran, böylelikle kendini arka sırada dağınık duran diğer dokuz kişinin arasında bulan kollarını kavuşturmuş gözlüklü genç kim o zaman? Serkan Doğan’sa eğer acaba annesiyle o gün mü konuşmuştu telefonda. 19 yaşındaki Serkan jeton takıldığı için annesiyle uzun uzun konuşmuş. Dedim ya arka sıra dağınık…Nesimi Çimen, Hasret Gültekin, Erdal Ayrancı, Ahmet Özyurt, Sait Metin, Mehmet Atay, Murat Gündüz içlerinden biri mi? Uğur Kaynar’ın (???) arkasında yüzünün üçte biri yiten ama alnının açıklığından şair Behçet Aysan -“sessiz akan bir ırmağım geceden git dersen giderim kal dersen kalırım… belki sararmış eski resimlerde kalırım”- diyesim gelen, içinden, “aynı gökyüzü, aynı keder” der gibi bakıyor. Sessiz akan bir ırmağım…

Aynı Behçet Aysan’ı, Adviye ve Eren Aysan’la çektirdiği bir aile fotoğrafında anlatan Fatih Şahin, 9 Temmuz 2020 tarihli sendika.org’taki yazısının bir yerinde, yaptığı yorumlara istinaden: “Yanılıyor olabilirim, sonuçta bir fotoğrafı konuşturuyorum ben” der. Bu noktada pek de yanılmış olmayacağını Fransız sosyolog Didier Eribon’un sözleriyle ifade edelim: “Geçmişin fotoğraflanmış bedenlerinin-belki eylem halindeki ve gözümüzün önündeki bedenlerden çok daha fazla- gören gözlere nasıl da sosyal bedenler, sınıf bedenleri olarak göründüklerini fark etmek her zaman baş döndürücüdür. ‘Hatıra’ olarak fotoğrafın, bir bireyi kendi aile geçmişine götürürken aslında onu nasıl kendi geçmişine demirlediğini tespit etmek de”. Eribon’un bu formülünü doğrularcasına devam ediyor Fatih Şahin: “Behçet Aysan fotoğrafta 29 yaşında genç bir babadan ziyade kırkını aşmış, ellisine doğru yol alan koca bir adam görüntüsündedir. Saçları seyrelmeye yüz tütmüş, geniş alnı daha da açılmış… Belki 70’li yılların insanları çabuk büyüten, olgunlaştıran, dünya ile aralarındaki her türden siyasal- toplumsal mesafeyi kaldırma girişimlerinin gözü pek havasından geliyordur olgunluğu. Belki üzerinde dizden paçaya doğru genişleyen pantolondur buna sebep… Kalın camlı, kalın çerçeveli gözlükleri, üzerindeki ‘düşünceliliği’ bir kat daha artırıyordur. Muhalif aydına yaşatılan baskılar, halka dayatılan sefalet koşulları, her yeri ele geçiren gerici karanlık, geniş kitlelerin kendi sorunlarına ilgisizliği ve daha nice sorun erkenden büyüyüp solmasına yol açıyordur belki de Behçet Aysan’ların”. Buruciye Medresesi önündeki aydın ve sanatçılar, tuzu kuruların, hali vakti yerinde olanların toplumsal hareketler, grevler, protestolar, halk direnişleri karşısında sürekli olarak ifade ettikleri ciddiyetsizlik ve aşağılamanın tersine, kendi sınıflarına sadakatsizlik etmeyeceklerinin doğallığıyla bakıyorlar objektife. Hiçbirinin yüzünde varoluşsal ihanetin izi yok. Hem kendi yurtlarında hem de yabancı bir evrende olmanın o kafa karıştırıcı duygusuyla “başlarına hiçbir şey gelmeyeceğini”, “bu ülkede güvercinlere dokunulmayacağını” düşünüyorlar.

Fotoğraftan devam edelim; Asım Bezirci yok arkalarda değil mi? Meslektaşım, onlarca kitabın çevirmeni, bir o kadarının yazarı Asım Bezirci. Gündüz muhasebeci gece edebiyatçı, çoğumuzun ilkokul ve ortaokulda okuduğu Türkçe kitaplarının yazarı Asım Bezirci. Ön sıradaki çiftten bahsetmiştim, uzun boylu, giydiği elbisenin etekleri hafifçe havalanmış, sol yanındaki erkeğin kolunda dimdik duran kadını da tanımıyorum. Onun bu dik duruşu arkasında duran başka bir kadının sol yüzünü kapatmış, görünmüyor. Katliamda yiten çoğu genç yaştaki kadının bu fotoğrafta görünmedikleri gibi. Mesela Hollanda’da, Leiden Üniversite’sinde Kültür Antropoloji okuyan 23 yaşındaki Carina Cuanna; bitirme tezi ‘Türk kadınının aile içi rolü ve çevre ile ilişkileri’ için buradaydı, onun gibi yanan 16 yaşındaki Asuman Sivri ve 19 yaşındaki Yasemin Sivri kardeşlerin davetlisi olarak. 18 yaşındaki Belkız Çakır, 17 yaşındaki Özlem Şahin, 18 yaşındaki Nurcan Şahin, 25 yaşındaki Gülender Akça, 30 yaşındaki Sehergül Ateş, 19 yaşındaki Serpil Canik, 22 yaşındaki Gülsüm Karababa, 20 yaşındaki Handan Metin, 22 yaşındaki Huriye Özkan, 20 yaşındaki Yeşim Özkan gibi yanan.

Şahin’in yukarıdaki paragrafı sona erdiren “Behçet Aysan’ları” ifadesi, Kurosawa’nın filmindeki müfrezeyle aynı etkiyi yapıyor üzerimde. Dirilmekten vazgeçmeleri emredildikçe hep geri dönüyor, birken bin oluyorlar. Binlerce Asım Bezirci, binlerce Sait Metin, binlerce Sehergül Ateş, binlerce… Onlar, katliamın bütün işaretlerine rağmen bir şenliği vahşete çevirecek bir neden tanımıyorlardı, yakılacak denli nefret edildiklerini bilmiyorlardı, eylemlerinin karşılığının katliam olabileceğini akıllarından geçirmediler. Etraflarının sarıldığından habersiz, insancıl, silahsız, yalnız ve güzeldiler. Her çağda, her katliamda, savaşa gönderilen yoksul çocuklar gibi, öldürülenlerden ve bu fotoğraftaki gibi hep yeniden dirilenlerden oldular. Geriye doğru uzayıp giden bir tünel…

Değinilen eser: Didier Eribon - Retour à Reims.