Toplumsal normlara ince bir başkaldırı: Annemin Bilmediği Her Şey

Arda Erel'le yeni kitabı 'Annemin Bilmediği Her Şey'i konuştuk. Erel, "Ben bu romanımı toplumda ezildiğini hisseden herkesin okumasını çok istiyorum" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Gizem Demir

DUVAR- Arda Erel’in yeni romanı  'Annemin Bilmediği Her Şey', İnkılap Kitabevi tarafından yayımlandı. Erel kitapta, bir adamın kendini bulmaya çalışmasının izinde kolektif ve bireysel hafızayı, toplumsal sorunları, aile olmayı, sosyal statüleri, baskıları, ötekileştirilmeyi, yok sayılmayı, yalnızlaştırılmayı, kendine yabancılaşmayı sorguluyor. 

Erel'le romanını konuştuk. 

'Annemin Bilmediği Her Şey' adlı romanınızda hafızasını kaybetmiş bir adamın izinde kolektif ve bireysel hafızayı, pek çok toplumsal sorunu işliyorsunuz. Kitabınızı böyle bir zemine oturtma fikri nasıl geldi aklınıza?

Bu roman, asimilasyona açık insanların kendilerini tanıma, fark etme süreçlerini sorgulamamla başladı. Herkesin kendisini tanımakta eşit olmaması beni çok rahatsız etti. Bu eşitsizliğin içindeki cinsel, dinsel, politik ve sınıfsal tüm asimilasyon alanları beni yazmaya sevk etti. Çünkü asimilasyon, kişilerin kendilerini tanıma süreçlerini hep baltalayan, insanların kendilerine yabancılaşmalarına neden olarak onları kendi kimliklerinden uzaklaştıran çok acımasız ve hoyrat bir süreç. Ve bugünün toplumlarında çoğu insanın asimilasyondan, kendini toplumdaki diğer insanlara “benzeşerek” tanımlamaktan kaçınamadığını, bundan kurtulamadığını görüyorum. İnsanların çoğu kendileriyle barışık değiller; biliyorlar ki toplum da kendiyle barışık değil. Bu, onları kendilerine karşı tehdit ediyor ve korkutuyor. Bu korkutucu ve tehdit edici olan şeyin kaynağı ise politika, tabii ki tarihsel bir öznelik süreci. Her gün üzerimize yağan “kendini sev” söylemleri bile kendimizdeki farklılıkları değil, toplumla olan benzeşimlerimizi sevmemizi öğütlüyor. 

Ben romanda bundan kaçınarak, kendini bilmeyi felsefi ve politik bir düzleme oturtmaya çalıştım. Roman da ilk etapta, “Yarın hafızamı kaybedersem bana gerçekleri kim anlatır, ne kadarını anlatır?” sorusunu kendime yöneltmem ve bu soruyu ezilen bir kimlik üzerinden, politik, sosyolojik ve felsefi bir yerden düşünmemle başladı. Modern dünyanın, modern olamaması karşısındaki hayal kırıklığım, bu romanı yazma sebeplerimden biri.

'Annemin Bilmediği Her Şey’i yazarken kendinize otosansür uygulamak durumunda kaldığınız yerler oldu mu?

Annemin bilmediği Her Şey, Arda Erel, 252 syf., İnkılâp Yayınları ,2022.

Evet oldu; bu soruya rahatlıkla, “Hayır uygulamadım” diyemeyeceğim. Çünkü maalesef zaman zaman tamamen bilinçsizce otosansür uyguluyoruz. Özgürce düşündüğümüzü zannettiğimizde bile bize yerleştirilmiş bu baskıdan kurtulamadığımızı düşünüyorum.

Bu romanın konusu evrensel olduğundan, bu romanı başka bir ülkede yazsaydım nasıl yazardım, bunu da düşünmeden edemiyorum. Ama şöyle bir şey var ki, bu roman Türkiye bağlamından otosansürle yazıldıysa, bu da Türkiye bağlamından konunun “ne kadar izin verilerek” tartışıldığını bizlere ve tarihsel olarak ileriki yıllarda edebiyat severlere gösterecek. Üzerimizde katman katman çoğalarak devam eden otoriter bir iklim varken, kimse üzerine yağan bu otoriter dalgadan kurtulabilmiş değil, elbette ben de değilim. Ama bunu fark edenlerden olarak fark edemeyenlerle de aynı yerde değilim. Sansür uyguladığım kimi cümleleri fark ettiğimde, onları sansür uygulanmamış hâline yakın yazmaya çalıştım. Mesela romanımda ana karakterimin dayısı, neoliberal sağlık politikaları yüzünden hayatını kaybettiğinde bunu, “Sistem öldürdü” şeklinde yazdım. Ama sansür uygulamasaydım, çok daha ayrıntılı ve net bir şekilde yazabilirdim diye düşünüyorum.

Romanınızın spot cümlesi: “Bazen aynaya değil, sözcüklere baktığında görürsün kendini.” Yedi kitabınız var. Siz de kendini sözcüklere baktığında görenlerden misiniz, yazmak sizin için neleri ifade ediyor?

Kelimeler benim içsel dünyama yaklaşmama, toplumların istediği o yabancılaşmaktan kurtulmama, özsaygımı korumama ve duygusal bakımımı önemsememe çok yardımcı oldu. Yazmak, sürekli kendinle ve toplumla çarpışmak; tartışmak ve sürekli sorular sormak demektir biraz da. Bazen topluma bambaşka bir yeri göstermeye çalışmaktır, bazen de toplumu gözünün önündekini göstermeye çağırmak.

Romanımın spot cümlesini şöyle açıklayabilirim: Ben kendimizi bilmeyi ve kendimizi görmeyi fiziksel değil, felsefi bir yerden düşündüğümde aynanın bizi kendimize göstermediğini düşünüyorum. Ayna yerine hayatlarımıza kelimeleri koymamız, ayna yerine kelimelere bakmamız gerektiğine inanıyorum. Çünkü kelimeler bize aynanın yapamadığı bir şeyi yapıyor, görülmeyen ama görülmemelerine rağmen etkisi çok kuvvetli olan bir yerden bize hücum ederek bizi etkiliyor, istila ediyor. Kırgınlığımız, yaralanabilirliğimiz aslında çoğu zaman kelimelerin üzerimizdeki tahrip edici, yoğun etkisinden kaynaklanıyor. Kelimelere bu yüzden dikkatle bakmak, hangi kelimeyi yakınımıza ve uzağımıza yerleştirdiğimizi önemsemek lazım.

'Annemin Bilmediği Her Şey' ile aslında günlük hayatta karşı karşıya geldiğimiz ama bazen belki de canımızı sıkmamak için görmezden geldiğimiz konulara da ayna tutuyorsunuz. Edebiyatın sizin için böyle bir yönü/amacı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ben edebiyatın konuşmaktan kaçınılan, konuşulması istenmeyen mevzuları yazmasını çok önemsiyorum. Çünkü şöyle bir şey var; eğer günlük hayattaki diyaloglar, Heidegger’in deyişiyle çok “laga luga” yapmakla geçiyorsa, önemli olan mevzulara pek alan açılamıyorsa, edebiyat bu alanı kesinlikle fark etmek ve konuşulamayanı konuşmak zorunda. Toplumun çok fazla medyanın ve siyasetin etkisi altında olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden bunlara karşı durmak, bunları fark etmek, iktidarların hegemonyalarına gedik açmak bence çok gerekli bir eylem. Edebiyat bu yüzden kritik bir noktada. Ve tarihten de biliyoruz ki edebiyat her zaman mevcut düşünsel hegemonyalara gedik açabilmiş. Yani bugünkü dünyanın gidişatında edebiyatın büyük bir sorumluluğu var aslında. Edebiyatın ve yazarların; bilinmeyeni bildirmesi, yanlış bilginin süratle yayıldığı bir zamanda doğru bilgiyi de taşıma işlevi görmesi gerektiğine inanıyorum. 

Eserinizin aynı zamanda yer yer sizin yaşamınızdan da izler taşıdığını belirtmişsiniz kitabınızın sonunda. Ancak elbette kurgu da var. Bu dengeyi nasıl kurdunuz?

Roman yazmak benim için iki şeyi gerektiriyor: Kendime yaklaşmayı, duygusal, düşünsel dünyamda gezintiye çıkmayı ve kendimden tamamen uzaklaşmayı. Çünkü roman karakterleri yazarın kendisi olabiliyor çoğunlukla; ben buna çok dikkat ediyorum ve zaman zaman sakıncalı buluyorum. Ana karakter ben olursam, o zaman tüm romanlarım birbirine benzeyebilir. Ben romanda kendi yaşantımdan izler taşıdığını yazdım. Örneğin Altan gibi çocukluk yıllarımda akran zorbalığına uğradım. Akran zorbalığına uğramak çok zor, çok sancılı, yaşarken sizi canlı canlı kanatan bir süreç. Üzerinizde birileri tepiniyor ve siz çok az şey yapabiliyorsunuz, hele de çocuksanız… Ana karakterimin yaşadığı akran zorbalığı, benim deneyimimden izler taşıyor ama asla aynı değil. Örneğin ben hiçbir zaman fiziksel şiddet görmedim, Altan’ın ailesi gibi bir ailede büyümedim. Ama Altan’ı anlayabildim, bağ kurabildim, yaklaşabildim ve zaman zaman uzaklaşabildim de.

“Bazı insanlar kendileriyle tanışamazlar. Bilhassa tanıştırılmazlar,” diyorsunuz kitabınızda. Siz de kendiyle geç tanışabilen/tanıştırılanlardan mısınız?

Aslında kendimizle tanışmak, hiç bitmeyen bir süreç. Bunun bir başlangıcı var, doğum. Ama sonu yok. Tabii çoğu insan kendini tanıyabiliyor mu, işte bunu bilmiyorum; roman da bu eşitsizliği yazmaya çalıştı zaten… Kendinle tanışmanın, özellikle asimilasyona açık kimliklerde çok kanayan bir dinamiği var. Çünkü eğer kendinle geç tanıştığını fark ediyorsan, kendinden seni çaldıklarını anlıyorsun. Bir hırsız buluyorsun yani, seni senden çalan, koparan… Ve kendinle geç tanışmak, dünyanın tüm coğrafyalarında değersizleştirilip ötekileştirilenlerin, asimilasyona uğrayan insanların başına gelen bir şey. Çünkü dışlanan tüm kimlikler, aslında kendilerini “aynı”ya da indirgemeye çalışıyorlar; aynı Altan’ın çocukluğunda yaptığı gibi. Dışlanmamak için toplumdaki insanlarla özdeşleşmeye çalışmak, kendini tanıma sürecini çok etkiliyor.

Toplumsal hafıza ve bireysel hafızadan birini unutmak zorunda olsanız hangisini unutmayı tercih ederdiniz?

Zor ama kıymetli bir soru. Ben toplumsal hafızayla bireysel hafızayı birbirinden ayrı yerlere koymuyorum, ikisini iç içe geçmiş olarak görüyorum çoğunlukla. Ama bir tercih yapmam gerekseydi sanırım toplumsal hafızayı unutmak isterdim. Çünkü toplumsal hafıza, aynı zamanda amneziyi de içeriyor; tabuları, idealizasyonu, yüceltmeleri, aşağılamaları ve hiyerarşiyi de. Ve tabii ki toplumun hatırladıkları, genelde iktidarın hatırlattıkları, hatırlatmak istedikleriyle de yakından ilişkili. Judith Butler kimin yasını tutup kimin yasını tutmayacağımızı bile medyanın, iktidarların belirlediğini söylüyor. Ben de neyi hatırlayıp, neyi hatırlamayacağımızı, neyi unutmamız gerektiğini de iktidarların şekillendirdiğini, çoğunlukla yönettiğini düşünüyorum. Bu yüzden toplumsal hafızayı unutmak zorunda kalmak, bireysel hafızayı unutmak kadar tehlikeli gelmiyor bana.

'Annemin Bilmediği Her Şey’in konusu ve dili itibarıyla bir başkaldırı olduğunu, kulakta çınlayan sessiz bir çığlık etkisi yaratmayı amaçladığını söyleyebilir miyiz?

Kesinlikle söyleyebiliriz. Ben bu romanımı toplumda ezildiğini hisseden herkesin okumasını çok istiyorum. Aynı zamanda ezme ezilme ilişkilerinde ezen tarafta yer alan insanların da okumasını çok istiyorum. Çünkü aslında romanım, sadece ezilen insanların neler yaşadığını değil; ezen insanların da ezilenleri ezerken nasıl gözüktüklerini berrak bir suda dolaşarak, tüm gerçekliğiyle, aileye ve topluma eleştirel bir yerden bakarak, korkusuzca, tüm gerçekliğiyle anlatıyor.