YAZARLAR

Toplumsal kutuplaşma yok düşünsel uyuşmazlık var

Düşünmeye ve düşüncemizin sonunu getirmeye cüret etmeliyiz. Demokrasinin er meydanı agorada tartışmadan kaçmamalıyız.

Nasıl ki “…ve aldığı kadar yolsuzluk” diye bir ulusal ekonomi ya da yönetişim modeli tarifi olamazsa, demokratik bir cumhuriyette de siyasal islâma, islâmcılığa yer yok. Ancak laiklik ilkesine dayanan bir cumhuriyet demokratik olabilir. Bu gerçek, toplumda kutuplaşmayı değil düşünsel bir uyuşmazlığı betimliyor. Mesele ancak böyle konulursa yola deyim yerindeyse “sağ ayakla” çıkılabilir. Yoksa olduğumuz yerde dönenip durur, içinde bulunduğumuz kocaman çukuru hep birlikte kazmayı sürdürürüz.

Düşünmeye ve düşüncemizin sonunu getirmeye cüret etmeliyiz. Demokrasinin er meydanı agorada tartışmadan kaçmamalıyız. Tepemizdeki kibir dağlarının bekçileri hiç bir zaman mertçe bir entelektüel tartışmaya girmezler. Onlar yalnızca propaganda yapmayı, peynir gemilerini lâfla yürütmeyi bilirler. Çoğulculuk onların semtlerine hiç uğramaz. Taliban’la inanç birliği iddiası da, Gannuşi’ye sahip çıkma telâşesi de, ortadan kaybolan dört parmaklı “Rabia” selâmı da, hurdaya çıkan “Mavi Vatan” safsatası da bu gerçekliğin dış politikadaki dışavurumları, aynı hastalığın semptomları.   

Muhataplarımız çirkefleşiyor, ceberrutlaşıyor, hepten pişkinleşip her türlü hileye, desiseye, takıyyeye başvuruyor olabilir. Onların karşısında aynı yöntemleri benimseyip, çirkinleşerek değil ışın kılıcı gibi ışıl ışıl parlayan düşüncelerimizle ve evrensel değerler zırhlarımızı kuşanarak çıkmalıyız. Son İstanbul tanıtım videosu ne denli ikiyüzlü olabildiklerini bir kez daha gözler önüne serdi. Keza Suriyeli ve Afganistanlı göçmenler konusu patlamaya hazır bombaya dönüştü. Cumhuriyetin demokratik zeminini kurmaya çalıştığımız ülkemizde “popülizme karşı popülizm” yaklaşımının da, “oyuna gelmemek” yanılsamasının da işlemeyeceği ortada. Bunların her ikisi de sürdürülemez apolitik çelişkilerden ibaret.

İlerleme vardır, aydınlanma vardır. Bunlar asla yerküredeki hiçbir toplumun bünyesine, insana yabancı unsurlar değildir. Karşımızda mutfağına girmemiz, karar alma merkezlerine kabul edilmemiz mümkün olmayan bir çete var. Çete veya cunta veya klik veya ihvan veya her neyse. İnanç birliği ve suç ortaklığı boyutları ayrı ayrı var. İktidar sarhoşluğuna kapılıp kirlenmeden o dar çembere dahil olmak imkânsız. “Meczupluk” (cazibeye kapılmak anlamında) tam da budur. Kendi yancılarına “hepiniz çobansınız” diyenin karşısına “ben daha iyi çobanım” diyerek değil, halka dönüp “siz koyun değilsiniz” diyerek çıkılır. Beklemek, bir siyaset biçimi değildir. Taraf olmak, özne olmak, ortaya bir karar-iddia-hamle koymak gerekir.

Doğru, orta-uzun vadede giderek ivmelenen metropolleşme kendiliğinden kadın-erkek eşitliği, cinsel devrim başta bambaşka bir Türkiye’nin tanyerini bize gösteriyor. Giyim tarzlarıyla “benim bedenim” diyen kadınlar, kimseye aldırmadan sevgilileriyle elele gezen başörtülü genç kızlar, başı açık - başı kapalı kahkahalarla kolkola gezip, en güzel gülen arkadaşlar birer birer tabuları yıkıyor, hurafeleri söküyor, zihinsel örümcek ağlarını temizliyor. Üstelik testosteron patlamasıyla “koyduk mu” demeden, tatlı tatlı. Aynı Filenin Sultanları’nın “hepiniz askersiniz” naralarıyla çıkıp, sıfır çeken yerli&milli futbol takımının yanında ışıldaması gibi. Boğaziçi’ndeki rektör adayı bolluğu da, o diz bu gırtlaktan elbet kalktığında neler olabileceğini haber veriyor.

İslâm âleminin en batı ucu burası. İşte, Batı’ya uzanan kısrak başı. Burada değişimin en çarpıcı, çekişmenin de en sert biçimde yaşanması bu bakımdan anlaşılır. Öte yandan bir oyunu, oyunun tamamının bir bölümünde oynayabilmiş takım doğru yoldadır; yapabileceğini, öğrendiğini, geliştiğini kanıtlar. Genç cumhuriyet 23 Temmuz 1908’i bu nedenle 1935 yılına dek ulusal bayram olarak kutlamıştır. Hani dövizciler de “dolar hatırladığı, gördüğü düzeye geri döner” der, biraz onun gibi. İkiyüzyıllık hatta belki (eğer Ali Yaycıoğlu hocam kulağımı “atma “ diye acıtarak çekmezse) 21 yaşındaki Fatih Sultan Mehmet’ten başlayan “Batılaşma” bizim başat resmi anlatımızdır. Başka deyişle, o kadim Diyar-ı Rûm’un sınırları bugün de bu zihinlerde başlar. 

Örnekse çok sevgili bir arkadaşınız durduk yerde camdan atlamak isterse, “kişisel özgürlüğüdür, karışamam” demezsiniz. Ülkeniz demokrasiden saparsa, laikliğin toplumsal tabanını sorgulamayı da öncelemezsiniz. Ondokuz yıllık Erdoğan iktidarında yaşarken “içine tükürürüm böyle cumhuriyet aydınlanmasının” diye ortaya çıkmak entelektüel lüksüne hatta şımarıklığına sahip olamazsınız. Diyelim ki politik ekmeğinin peşinde bir çıkarcısınız. O zaman da Sayın Bekir Ağırdır’ın paylaştığı merkeze yönelen hatta gürül gürül akan genç, ilk kez sandığa atılacak oyları dikkate almak durumundasınız.

Radikalleşmek çözüm değil ama düşünsel kesinlik (“rigueur cartésienne”), tutarlılık ve cüret kaçınılmaz. Ondan kaçsanız da, o gelir size yakalar, sabah dişinizi fırçalarken aynadan gözlerinize bakar ve “utanman yok mu?” diye sorar. Bir laik cumhuriyette “Türklük eşittir (Sünni) Müslümanlık” diye ortaya çıkmak, düşünsel abestir. Siyasal aşırı uçtur, kenar siyaseti olması gerekir. Toplum sözleşmesini, dolayısıyla laikliği, eşit anayasal yurttaşlığı, özcesi demokratik cumhuriyeti reddetmek demektir. Cumhuriyetin kuruluşunda böyle bir harcın karıldığını tarihsel, toplumbilimsel açıdan ve buradan geriye bakarak iddia etmek ise başka bir şey, bugün siyaseti bu savın üzerine kurmaksa başka bir şeydir.

Almanya ve İtalya’da Hristiyan Demokratların, İspanya’da hristiyan demokratları da içeren Halkın Partisi’nin siyaset yelpazesindeki yerleri Hitler’i, Mussolini’yi, Franco’yu anmak, aramak değil aksine bunu yapmaya adını koymadan dahi yeltenenleri, kendi sağlarına itip, yüzlerini merkeze dönmektir.  Kendi derin tarihimize bakıp, “pek gençler, köksüzler” diye burun kıvırdığımız Latin Amerika’nın bizden yaşlı cumhuriyet tarihlerindeki hristiyan demokratların da (bu defa Evren Çelik Wiltse hocam kulağımı acıtarak “atma” diye çekmezse) 20. yy diktatörlüklerinden çıkmak ve toplumcu dayanışma işlevleri var. Ayrıca, düzeni içinden çürüten islâmcılık denli terörizm denilen siyasal amaçlara şiddet yoluyla ulaşma da çoktan oyun dışı kılınmış. İşte Peru’nun yeni seçilen yerli Cumhurbaşkanı Castillo en aşağıdakilerden, en yoksunlardan gelen bir sosyalist öğretmen ve zamanında görev yaptığı dağ köylerinde Aydınlık Yol’a elde silâh karşı çıkmış bir aktivist. 

Denebilir ki, siyaset böylesine ülkülerin tartışıldığı bir ortama dönüştürülürse, Netanyahu’dan kurtulmak için İsrail’de kurulan koalisyon yahut Pinochet döneminden çıkmak için Şili’de kurulan seçim ittifakları benzeri yapıcı, kapsayıcı yaklaşımlar mümkün olamaz. Buna karşılık yapısal yetersizlikler, bozukluklar bu cumhuriyetin gerçek varoluş sorunu oldukça da “popülizmi popülizmle yenmek” gibi taktik arayışlar yeniden kurucu bir iradenin, hedefi kökten dönüşüm olan bir stratejinin yerini tutamaz. Yurttaşı laik, katılımcı, yerinden yönetimci, özgürlükçü, çoğulcu bir hukuk devletiyle buluşturacak stratejiyi geliştirmek için düşünsel kapasite ve cüret gerek. Var mı o yönde bir yaşam belirtisi, özellikle CHP’de? 

Babama dil kanseri tanısı konulup Stokholm’a geldiğinde Karolinska Hastanesi’ne gitmiştik annemle de birlikte. İsveçli güngörmüş doktor durumu açıklayıp, ameliyatın ağırlığından, ışın ve ilaç tedavilerinin baş edilmesi güç yan etkilerinden söz etti. Ben de bunca güçlüğe karşı “vaziyeti olabildiğince idare edip”, işi oluruna bırakmak seçeneğini sormuştum. Kırsaçlı doktor, ifadesiz ama dürüst yüzüyle gözlerime bakıp basitçe “kanserle birlikte yaşayamazsınız” yanıtını vermişti. Mantıktaki üçüncü halin olmazlığı. Bana CHP’nin “her şey güzel olacak” yaklaşımı, kansere karşı sevgi desteğinin, morali yüksek tutmanın yeterli olduğunu önermeyi anıştırıyor. Hastaya “neden sigaraya, içkiye yüklendin; neden kendine hiç bakmadın, göbeği saldın” diye bile sorulamadığını düşündürüyor. Sanki tanının ağır belki yıkıcı psikolojik etkisinden kaçınmak adına, hastalığın kendi yok sayılıyor.

Siyasetin basbayağı reddi anlamına gelen “oyuna gelmemek”, demokratik taleplerin kitlesel olarak alanlarda seslendirilmesinin önüne set çekmek kaygısı belki o düdüklü tencerenin kapağı bir kez açıldığında salınacak buharın CHP’yi de önüne katıp sürükleyeceği öngörüsüne dayanıyor. Oysa islâmcılığın, bir tür hristiyan demokratlığın doğu şubesine dönüşememesi gerçeğiyle yüzleşmek ne denli ötelense de, amaç gerçek demokrasiyse, kaçınılmaz. Bu tanının anlamı da 28 Şubatçılık, “laikçi teyzelik”, jakoben giyotincilik değil, parti kapatma davası savunuculuğu ise hiç değil. İslâmcılık siyaseten oyun dışı kılınabildiğinde, norm dışı parantez kapatılmış, ölümcül hastalık atlatılmış ve bünye antikorları artmış olarak korunmuş olacak. Bir başka deyişle sözkonusu “koruma” güdüsü, gerçek muhafazakârlık, cumhuriyetçilik olarak da adlandırılabilir.

Uluslararası ünü olan aşçıbaşı Gordon Ramsay’nin “Kitchen Nightmares” dizisini bilirsiniz. Ramsay, her bölümde iflâsın eşiğindeki bir lokantada bir hafta mesai yapıyordu. Her bölümde aşağı yukarı aynı yaklaşımı uyguluyordu. Mutfak sıkıca temizlenip, son kullanma tarihi geçmiş ürünler çöpe atılıyor, dekorasyon ve menü sadeleştiriliyor, ürün tedariği yerelleştiriliyor, servis elemanları yeniden eğitiliyor, canayakın ve yüz yüze erişime dayalı bir tanıtımla tekrar açılış yapılıyordu. Lokanta dört bacaklı: Mutfak, tedarik, muhasebe, hizmet. Öyleyse zihnimizde Ramsay’e izleyen soruların meselenin özüne ilişkin olup olmadığını soralım: Başörtülü garson olmaz mı? Namaz arası vermesine, ezan okunurken servisi kesmesine izin verilmeli mi? Muhasebe, “hesabımı Allah’a veririm, devlete de vergi vermem” diyebilir mi? Elini kasanın içinde tutabilir mi? Tedarikçi yalnızca dinibütün üreticiden mi alışveriş etmeli? İçki servisi yapılacak mı? Kendimce eklemeliyim ki, “köktenci” bir yaklaşım olduğu savıyla, o muhayyel lokantayı aşevine dönüştürmek de akılcı ve gerçekçi çözüm sunmuyor.

Herhalde kabataslak aktardığım yukarıdaki zeminde lokantamızın kendi kendini yaşatabilir duruma gelmesi yönünde bir uzlaşı paydaşlar arasında olası görünmüyor. Pekiyi ama bir lokanta işletmek ile bir devlet yönetmek ne denli benzeşir? Yahut dindar bir aşçıbaşının lezzetli yemeklerini tatmak veya dindar bir hekime sağlığımızı emanet etmek ile dinsel simgelerle dindarlığını dışa vuran bir yargıcın karşısına çıkmak aynı mı? Başörtülü bir yargıçla, kara çarşaf giymeyi yeğleyen bir yargıç arasında nasıl bir kural ayrımı benimsenebilir? Bakınız, MSB açıklamasına göre, “cübbeli-takkeli amiral” dört ay önce görevden alınmış. Neden? “Neden başörtülü polis memuru olabiliyor da, ben üniformamın üzerine cübbemi giyip, kasketimin yerine takkemi geçirip, mesai saatim dışında tekkeye gidemiyorum?” diye sorgulayamaz mı bu düzeni? Tut kelin perçeminden.

Özünde bir “teşkilât-ı esasi” olan devletin sanki yaşayan bir varlıkmış gibi “aklı” olamayacaksa, laiklik ilkesinin “sert” veya “ılımlı” yorumları olabilir mi? İnsan gibi karşılıklı oturup ilkeyi konuşmak yerine omuzlarımızın üzerinden birbirimizle bağrışmayı yeğliyoruz. Ne bileyim, Cezayir, Tunus, Mısır, Irak, Suriye ve İran’dan ve hatta bazı bakımlardan Rusya’dan dahi ileride olmakla gönenebilir, aksine Edirne’den bir taş atımı ötedeki Yunanistan ve Bulgaristan’dan bile geride olmakla da yerinebiliriz. En azından esin kaynağımız Fransa’nın III. Cumhuriyeti’ni yakalayabilmiş olmakla yetinebiliriz de. Düşünceyi tahrik adına basit bir deney önerebilirim: “İnanç birliği içinde” olduğumuzu iddia ettiğimiz Taliban’ın kalesi Kandahar’da bir İmam Hatip Lisesi açalım, bakalım aynı Taliban’ın orayı “çocuklarımızı gavûr edecekler” diye dümdüz etmesi ne kadar sürecek?

Geçiniz bir kalem Tunus’ta Gannuşi’yi, Mısır’da müteveffa Mursi’yi, Irak’ta Sünni Vakıflar Divanı’nı, Suriye’de ÖSO’yu. Ondokuz yıl önce vesayetin sonu, Kıbrıs’ta barış, Kürt sorununun siyasal çözümü, AB’ye tam üyelik gibi iddialarla yola çıkıldığını tanıtan AKP’nin kendi adı adınca bir “müslüman demokrat” harekete dönüşemedi. “Müslüman demokratlık” belki düşünsel olarak bir doğruyu anlatırken, tıpkı “ikinci cumhuriyetçilik” gibi tüketilip, aynı hızla hurdaya çıktı. Bu deneyimde belli belirsiz bir tarihsel determinizm süreci yaşadık sanki. Bugünse, siyasi rehinler, Barış Akademisyenleri, boy boy kayyumlar, karanlık kamu ihaleleri, yeşilin vurdumduymaz yağması, gecekondu başkanlık rejimi, tek merkeze bağlı medya ve daha niceleri AKP’nin ağır çekim siyasal intiharının nihai göstergeleri olarak önümüzde duruyor. Despotizm, nepotizm, kleptokrasi vb. siyaset bilimi terimlerinin müzelik parçalar olmadığını böylece her gün içinde yaşayarak görüyoruz. 

Ülkemizin ormanları cayır cayır yanarken, Konya’da bir Kürt aile ırkçı saldırıyla katledilirken, Osman Kavala neredeyse dört yıldır rehin tutulurken ve Sedat Peker (bile?) kendine “demokratik” payesi biçen muhalefetten daha etkin ve sağduyulu bir tutum sergilerken doğrusu yukarıdaki kendi satırlarımı ben de “yaw sen ne anlatıyon dayı?” diye okudum bitirince. Haklısınız belki. Belki ben de haklıyım. Belki her şey gibi orman yangınları dahi politiktir. Zira yarın, hani o sık paylaşılan deyişle “devran döndüğünde” yani, önümüzde bu heyula boylu boyunca duruyor olacak ve toplum mu, toplam mı olduğumuz da o zaman anlaşılacak diye düşünüyorum.

İte kaka buraya kadar geldik de, buradan öteye yol pek yok korkarım. Zaten tepemizdekiler de, şu kovboy filmlerindeki gibi, “yolun kalan kısmını katırlarla devam edeceğiz” der gibiler. Uçuruma koşan sürü değilsek gün, özellikle entelektüellik iddiası olanlar için düşünsel bağlamda oyunu karşı sahaya yıkma, hücumda çoğalma, ayağa dikine pas, alan daraltma, dayanışmayla formaları terden sırılsıklam ıslatma günü. Maalesef ileri-geri koşan kanat bekimiz yok, müzmin yan top-duran top zafiyetimiz devam ediyor, altyapıdan yetişen gençler harcanıyor, yaratıcılığa da cevaz veren bir makine düzenine kavuşmak ham hayal kalıyor. Görünen o ki, zaten derdimiz oyunumuzu güncellemek değil, kırılma anlarında şapkadan tavşan çıkaracak bir “regista” bulmak. Oysa eski sorulara yeni yanıtlar türetmek ve yepyeni sorular da sormak zorundayız. Geleceğimizi konuşalım; kamu, ülkü, ilke üzerine uzun uzun konuşalım. Yeter ki açıkça konuşabilelim, karnımızdan değil ağzımızdan konuşmaya başlayabilelim.

*Bu yazıyı yazarken bir ara tümüyle zırvalayıp, zırvalamadığımı sınamak adına GazeteDuvar yazarlarından değerli arkadaşım anayasa hukukçusu Murat Sevinç hocamızla da sohbet ettim. Sağolsun zaman ayırıp, uzun uzun anlattı. Ardından okuma ödevi olarak iki akademik makale de paylaştı. Yazıdaki düşünceler de, varsa yanlışlar da tümüyle bana aittir ama zihin açıcı katkıları için ona ayrıca teşekkür etmek isterim.  
 


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.