Tolstoy'un trajik ölümü

Zamanını dolduran her ihtiyar gibi Tolstoy’un ölümünde de acıdan çok bir hüzün vardır. Hele bir de ihtiyar küskün ayrılmışsa bu, tabloyu daha da dayanılmaz kılar.

Tolstoy çift sürerken.
Google Haberlere Abone ol

Engin Toprak

Büyük yazar, fikir ve düşünce insanı Lev Nikolayeviç Tolstoy’un 20 Kasım 1910’da trajik sayılabilecek ölümünün ardından tam 111 yıl geçti. Fakat aradan geçen onca zamana rağmen Tolstoy tüm zamanların en çok tartışılan şahsiyetlerinden biri olma özelliğini hep korudu. Hayat felsefesi, dine ve kiliseye bakışı en az romanları kadar tartışma konusu olageldi. Kimine göre tek kişilik bir devrim provasıydı yaptıkları, kimine göreyse ‘bunamış bir ihtiyar’ ve ‘sapkın bir deliden’ başkası değildi. Hem, kiliseye ve otokrasiye; küçük bir sınıfın halk üzerindeki ‘Tanrı vergisi’ sınırsız imtiyazlarına tek başına kafa tutan biri sizce de ‘deli’ sayılmaz mıydı?

Eğitim hakkının sadece belirli bir sınıfa ait olamayacağını belirterek kendi topraklarındaki köylü çocukları için kütüphaneler ve okullar kurdu. Bununla da kalmayıp imtiyazlı özel mülkiyete karşı çıktı ve toprakların köylüler arasında adilce dağıtılması gerektiğini savundu. Dinin, belirli bir zümrenin elinde adeta kırbaca dönüştüğünü belirterek İncil’i yeniden ele alıp kendi versiyonunu yazdı.

Tüm bunları kendi varlığına tehdit olarak gören otokrasi çevreleri Tolstoy’a karşı o güne kadar benzeri görülmemiş amansız bir karalama kampanyasına girişti. Kiliseden aforoz edildi ve hakkında çeşitli söylentiler yayıldı. Fikirlerini savunanlara sürekli baskı uygulanarak yalnızlaştırılmaya çalışıldı. Sarayın ve kilisenin paralı kalemşorları ve balo entelektüelleri tarafından durmadan eleştirildi. Çehov’un sonraki dönemde ‘omurgasız avareler’ diye eleştireceği bu imtiyazlı ve sözde aydın sınıf tüm baskı araçlarını kullanarak onu yıldırmaya çalıştı.

Tolstoy ve Çehov. Yasnaya Polyana

Fakat Tolstoy’un beklenmedik trajik ölümü Rusya’da olduğu gibi tüm dünyada da adeta bir deprem etkisi yarattı. Başta otokrasi çevreleri olmak üzere Rus insanını, Rus fikir ve sanat dünyasını derin bir suçluluk duygusu içinde bıraktı.

18 Kasım 2010’da tüm Rusya Patriği Kirill adına Rusya Yayıncılar Birliği'ne cevaben gönderilen bir mektupta aradan geçen yüz yıla rağmen bu suçluluk duygusunu tüm çıplaklığıyla okumak mümkündü: “...Kilise, büyük yazarın manevi kaderine her zaman üzüntüyle yaklaşmıştır. Bazı çevrelerin; tarihçilerin ve yayıncıların öne sürdüğü gibi kiliseden aforoz edilme ya da karalama gibi iddiaların gerçeklikle bir alakası yoktur. Böyle bir şey ne ölümünden önce ne de sonrasında olmuştur.” (1) Rusya Yayıncılar Birliği Başkanı S.V. Stepaşin, büyük yazarın ölümünün 100. yılı vesilesiyle Patrik Kirill’e bir mektup yazmış; günümüz Ortodoks kilisesinin Tolstoy’a karşı tavrında bir değişiklik olup olmadığını sormuştu.

Zamanını dolduran her ihtiyar gibi Tolstoy’un ölümünde de acıdan çok bir hüzün vardır. Hele bir de ihtiyar küskün ayrılmışsa bu, tabloyu daha da dayanılmaz kılar. Onun bir gece yarısı Yasnaya Polyana’dan başlayıp küçük bir köy istasyonu olan Astapovo’da son bulan yolculuğu başlı başına bir trajedi ürünüdür. Ki bundan olsa gerek Tolstoy’un Astapovo’da geçirdiği her dakika, Rus insanının belleğinde bir ömür kadar uzun ve bir ömür kadar ağırdır.

Çünkü o, böylesi ağır bir baskıyı hiç mi ama hiç hak etmemişti. Ömrünün son yıllarında yaşadığı olumsuzluklardan dolayı bazı ruhsal sorunlar yaşadığı da bilinen bir gerçektir. Kiliseden aforoz edilmesi ve karalama kampanyalarına maruz kalması ondaki ruhsal çöküntüyü daha da derinleştirecekti.

Günümüz modern otokrasilerinin de zevkle başvurduğu bu silahın, yoksullaştırılmış; cahil bırakılmış ve kendisine Tanrıdan başka sığınacak kapı bırakılmamış yığınlar üzerinde etkisi şüphesiz büyüktü. Öyle ki hakkında çıkarılan bu kasıtlı söylentilere zaman zaman en yakınındaki insanların bile inandığını görmek onu müthiş üzüyordu. Bunların başında karısı Sofya Andreyevna geliyordu. Sofya Andreyevna, zengin ve fakir arasındaki derin uçuruma karşı çıkan; halkın mülksüzlüğüne ve yoksulluğuna üzülen ve bunun için de topraklarını köylüleri arasında paylaştırmayı düşünen bu ‘bunamış ihtiyarı’ yola getirme görevini doğal olarak kendinde görüyordu.

Karısı ile arasındaki görüş ayrılıkları evdeki huzurunu da kaçırmıştı. Sanırım bu yönüyle hep kendisiyle özdeşleştirilen 'Anna Karenina'nın ölümsüz karakteri Levin’den pek de şanslı sayılmazdı. O da en az Rus romanlarında aşina olduğumuz o asi karakterler kadar aşkta kaybedenlerin hep ilk sıralarında yer aldı. Ve belki de sırf bu yüzden ömrünün son günlerini herkesten ve her şeyden uzakta yaşamaya karar vermişti. Bir gece yarısı ansızın evini terk etmeye karar vermesinin nedeni belki de buydu, kim bilir.

Tıpkı Aleksandr Griboyedov’un zehir zemberek karakteri Çatski gibi: ‘Arabam! Çabuk arabamı getirin!’ diye bağırarak sahneden ayrıldığı zaman yüreğinde ne sevdiği kız Sofiya’ya ne de ait olduğu soylu sınıfına karşı en ufak bir his kalmamıştı artık. Son damla da düşmüş ve bardak taşmıştı çünkü. Peki ya Nikolay Leskov’un İhtiyar Herasim’ine ne demeli! Dünyalar kadar zenginken, bir gün aniden tüm servetini yoksullara dağıtıp elinde bir tek deve derisinden tulumuyla çöllere inip vahşi hayvanların içinde insanlardan uzakta yaşamaya karar vermemiş miydi?

Fakat yine de hiçbiri asilikte Kont Tolstoy kadar ileri gitmedi. Ve yine hiçbiri kendini Tanrı’nın yeryüzündeki patent sahibi olarak gören bu çarpık düzene onun kadar kafa tutmadı.

Tolstoy’un takipçisi ve aile doktoru Duşan Makovitski, sonradan 'Yasnaya Polyana Anıları' adıyla kitaplaştıracağı günlüklerinde o kaçış gecesini aynen şöyle tarif eder:

“Sabah. Saat üç. Lev Nikolayeviç elinde şamdanla beni uyandırdı. Sırtında sabahlığı, ayakkabılarını çorapsız olarak giymişti. Yüzü acı içindeydi. Tedirgindi. Fakat bakışları kararlıydı. Bana: ‘Gitmeye karar verdim. Siz de benimle geliyorsunuz’, dedi. ‘Yalnız, rica ediyorum Sofya Andreyevna’yı uyandırmayınız. Çok fazla eşya almayacağız, sadece en gerekli olanları... Aleksandra(2) üç gün sonra yanımıza geliyor, eksikleri o getirecek.”

“Zavallı Makovitski, büyük yazarın evini ebediyen terk etmeye karar verdiğini henüz kavrayamamıştı... Hatta, yola çıkarlarken Tolstoy’un tüm parasının, günlüğünün sayfalarının arasında kalan elli rubleden ve de kesesindeki bozuk paralardan ibaret olduğunu bile bilmiyordu... Çok geçmeden Şökino istasyonuna doğru yola çıktılar. Çiftlik ve Yasnaya Polyana köyü geride kalmıştı... İhtiyar Kont, dört atın çektiği hafif yaylı üstü açık bir arabanın içinde, üzerinde köylülerin giydiği cinsten uzun kollu pamuklu bir ceket ve başında üst üste geçirilmiş iki şapkayla oturuyordu... Yanında oturan ve eskimiş bir posta sarınmış doktoru Makovitski’nin, büzülmüş sarı bir şapkanın altında duran yüzü sakin ve hareketsizdi. Öndeki üçüncü ata binmiş arabacı Filya ise elindeki meşaleyle karanlık yolu aydınlatıyordu...” (3)

Güneye doğru giden bir trene bindiler. Fakat ihtiyar, yorgunluğun ve ‘kırgınlığın’ da etkisiyle iyice bitkin düşmüş; artık konuşamaz ve yürüyemez olmuştu. Tren, yolcu ikmali için kısa bir süreliğine birkaç haneden oluşan küçük Astapovo İstasyonu'nun peronuna yanaştığında Doktor Makovitski zaman kaybetmeden istasyon şefini görmeye gitti. Kont Tolstoy’un çok hasta olduğunu ve dinlenmesi gerektiğini söyledi, hastayı evine kabul etmesini rica etti ondan. Aynı zamanda bir Tolstoy hayranı olan istasyon şefi yazarın birçok kitabını da okumuştu. Tereddüt etmeden kabul etti. Hatta rahat etmesi için ona kendi yatağını bile verdi. Tolstoy, bitkin bir şekilde kendisine gösterilen yatağa uzandığında tek kişilik karyolanın üzerinde 'Savaş ve Barış'ın ilk cildi duruyordu.

Haber çabuk duyuldu. Önce birkaç gazeteci geldi Astapovo’ya. Doktorlar, rahipler ve aile üyeleri izledi onları. Başkent gazeteleri istasyon şefi Ozolinş’i sürekli telgraf çekmeye zorluyor, olup biten her şeyden Tolstoy’un sağlığında meydana gelebilecek en ufak bir değişiklikten anında haberdar olmak istiyorlardı. Karısı Sofya Andreyevna ise, doktorların ve çocuklarının ortak kararıyla içeriye alınmadığı gibi onun Astapovo’ya gelişinden de Tolstoy’a bahsedilmedi. Sofya Andreyevna, yaralı ve suçlu bir hayvan gibi evin çevresinde dolanıp duruyor, zaman zaman pencereden bakarak durumu anlamaya çalışıyordu.

Astapovo’da içeri alınmayan Sofya Andreyevna camın önünde neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor.

Hasta günlerce: ‘Beni uyandırmayın, beni rahatsız etmeyin, istemiyorum bu ilaçları’ diye söylenip durdu...

Aleksandra Lvovna Tolstaya’nın anılarında yazdığına göre Tolstoy, hayatının son dakikalarında iki kadının hayaletini gördü. Birincisinden oldukça korktu. Öyle ki odanın tüm perdelerini çekmelerini rica etti. Ya da kim bilir, belki de gördüğü dışarıda pencerenin önünden ayrılmayan Sofya Andreyevna’dan başkası değildi. İkincisini gördüğüne ise çocuklar gibi sevindi. Gözlerini kocaman kocaman açarak tavandaki bir noktada sabitledi ve neşeyle birkaç kez üst üste: “Mariya! Mariya!” diye bağırdı... Bu da Kasım 1906’da tıpkı kendisi gibi akciğer iltihabından ölen kızı Mariya’dan başkası değildi. “Mırıldanmak, acı içinde kıvranmak ve ara ara nefessiz kalmak gibi ölüm esnasında normal sayılabilecek haller dışında onu en çok zorlayan ise, yanındakilere söylemek istediği bir şeyi çok istemesine rağmen söyleyememesiydi. Bunun için kendini çok zorladı. Görünen o ki oldukça mühim bir meseleydi. Fakat tüm çabalarına rağmen ne yazık ki konuşamadı, gücü yetmedi buna.”

Sofya Andreyevna, Tolstoy’un kendisiyle konuşmak istemiş olabileceğini ima ederek herkesi suçladı. Oysa, Yasnaya Polyana’dan ayrılmadan önce Tolstoy’un karısına hitaben bıraktığı kısa mektup her şeyi özetliyordu aslında.

"Karım Sofya Andreyevna’ya,

Gidişimle seni üzdüğümün farkındayım, beni bağışla. Fakat şunu da bilmeni isterim ki, bundan başka bir seçeneğim de yoktu. Bana inanacağını ve anlayışla karşılayacağını umuyorum. Biliyorsun, son zamanlarda evdeki durumum iyice çekilmez bir hal almıştı, ki kalsaydım durum daha da kötüleşecekti. Ama her şey bir yana, bugüne kadar içinde bulunduğum lüks şartlarda artık daha fazla yaşamaya devam edemeyeceğim de ayrı bir gerçekti. İşte sırf bu yüzden hayatımın son günlerini gözlerden uzak ve de huzur içinde yaşamak için dünyevi olan her şeyden kendimi arındırıyorum. Bununla, benim durumumdaki her ihtiyarın yaptığı şeyi yapıyorum aslında.

Lütfen beni anla ve arkamdan gelme. Nerede olduğumu öğrensen bile sakın böyle bir şeyi yapmaya kalkışma. Zaten gelişin her ikimiz için de şartları daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Hem bunun kararımı hiçbir şekilde etkilemeyeceğini de bilmelisin.

Benimle paylaştığın kırk sekiz yıl için ve bana karşı her zaman dürüst olduğun için sana sonsuz minnettarım. Sana karşı bir hata yaptıysam affına sığınıyorum. Ben de aynı şekilde seni tüm yüreğimle affediyorum. Naçizane tavsiyem, gidişimin doğuracağı yeni şartları olduğu gibi kabullenmeniz ve bundan dolayı da bana kızmamanızdır.

Lev.”

Tolstoy’un cenazesi.

Dipnotlar

  1. Tüm Rusya Patriği Kirill adına Kültür Sekreteri Rahip Tihon. Rossiskaya Gazeta, 18 Kasım 2010.
  2. Aleksandra Lvovna Tolstaya. Tolstoy’un küçük kızı. Tüm hayatını babasına adamıştır. Yazarın vasiyeti gereği tüm eserlerinin tek telif sahibidir.
  3. Pavel Basinski. Rossiskaya Gazeta 9 Kasım 2010 tarihli makalesinden alınmıştır.