YAZARLAR

Titane ya da ‘itici’ bir filmin başarısı…

Yönetmen, kuşkusuz değişik ve estetik gücü yüksek, cam ve metalin buluşmasından oluşan soğuk, buz gibi bir ortam, bazen ‘absürt’e varan şiddet sahneleriyle slasher-movie’leri anımsatan bir tarzla adeta bir ‘mutant’ film yaratıyor. Ancak bizce ‘Titane’ görsel gücünü düşünsel tarafa döndürmeye çalışan, buna rağmen bir Fransız sinema eleştirmenin dediği gibi: ‘şık özünü sahte kokan bir ‘şok’ film görüntüsüyle örtmeye çalışan bir yapım…’

Son Cannes Film Festivalinde büyük bir sürpriz yaratarak en büyük ödül olan Altın Palmiye’yi alan yönetmen Julia Ducournau’nun ikinci uzun metrajlı filmi ‘Titane’, daha önce Claire Denis (‘Trouble every day/2001’ veya Nicolas Winding Refn (‘Neon demon/2016’) gibi bazı sinemacıların denediği, her zaman tartışma yaratan, seyircileri fikir olarak ikiye bölen ancak son kertede özellikle senaryo açısından hiç beklenmedik ‘yollara’ sapmasıyla ve kurduğu zalim, sert ve vurucu olay örgüsüyle seyirciye daha önce nadiren karşılaştığı bir sinema deneyimi yaşatan bir yapım…

Titane’ın bu kadar dikkat çekmesi ve takdir edilmesi anlaşılabilir bir durum, çünkü Ducournau’nın filmi seyircilere ‘itici’ gelmek, hiçbir rahatsız edici olaydan kaçınmamak veya onları ‘kabul edilebilir’ bir şekle sokmamak gibi riskleri göze alarak ‘ana akımın’ tersine gidiyor. Bunu yaparken de ‘mekanik/organik bedenler arasındaki ilişkinin muğlaklaştığı', modernliğin bu evresinde her ikisinin de bir şehvet nesnesine dönüşmesi gibi konulara eğilen bir filme imza atıyor.

Ancak bizce yönetmenin bu cesur tutumu ve teknik olarak ‘parlak’ görünen yönetmenliği sadece (bilinçli olarak) rahatsız edici ve itici bir sinema dili yaratmakla kalmıyor aynı zamanda ne yazık ki filmin kendisini de geniş seyirci kitlesi için düpedüz ‘itici’ kılıyor!

Filmle ilgili düşüncelerimize geçmeden önce belirtmemiz gerekir ki ‘Titane’ın konusundan ve olay örgüsünden birçok sürprizi açığa çıkarmadan bahsetmek nerdeyse imkansız! Uyarmış olalım!

6-7 yaşlarında olan Alexia ve babası arabada yolculuk ederken, bir tartışma nedeniyle ciddi bir kaza geçirirler. Babası kazayı ‘hasarsız’ atlatırken kendisi için ağır bir ameliyat gerekir ve kafatasının bir kısmına titan metalinden yapılmış bir plak konur. Bu olaydan sonra anlaşılmaz bir şekilde metallere karşı bir tutkuyla bağlanan Alexia, yetişkin yaşa gelince de meslek olarak lüks araba fuarlarında modellik yapmaya başlar. Alexia son derece tehlikeli ve dengesiz biri olmuştur ve kendisiyle yakınlaşmaya çalışan herkesi, kuytu köşelerde öldürür. Kendisini yollara vuran Alexia, bir seri cinayetten (!) sonra sokak ortasında bir itfaiye şefi olan Vincent tarafından bulunur. Halen kaybolan oğlunun yasını tutmakta olan Vincent Alexia’yı oğlu Adrien’ın yerine evlat edinir ve onu herkese öyle tanıtır. Bu esnada Alexia’nın karnı garip bir hamilelik görünümü almakta ve vücudundan sızan siyah sıvı endişenin boyutunu arttırmaktadır.

İKİ ARZU NESNESİNİN MUĞLAKLAŞMASI…

Titane’ başkarakterini tanıtırken ve kurarken merak ettiren ve kendi içinde tutarlı gözüken bir yol izliyor: Normalde ağır bir kaza geçiren küçük bir kız bir daha arabaya binmeye bile korkacakken, Alexia adeta kendi bedenine konan metal parçasını kabul ederek diğer metallerle (ve dolayısıyla arabalarla da) duygusal olduğu kadar tensel bir bağ kuruyor. Yetişkin yaşta katıldığı araba şovlarında yaptığı seksi danslar sanki beklendiği gibi erkek alıcıları satışa heveslendirmek için değil, bizzat kendisinin arabayla yaptığı özel bir sevişme ‘akdi’ gibi duruyor.

Genelde alıcıların gözünde satın alacakları pahalı, lüks bir arabayı sunan güzel kadın bir ‘araç’ gibi duracakken burada bu iki arzu nesnesi arasında kurulan paralelliğin yerine her iki bedenin sınırının muğlaklaştığı bir evreye geçiliyor.

Belki de Alexia’nın filmde yer alan ‘gaddarca’ eylemleri ve öfke patlamaları kendisini bu ‘erkek’ gözlerin tamamen dışında tutmasından, kendini arabanın yanında değil, onunla ‘simbiyoz halinde’ görmesinden kaynaklanıyor. Belki de bu özel olan ama koşullar nedeniyle herkesin gözü önünde gerçekleşen ilişkiye burnunu sokan insanların bu kadar sert bir şekilde cezalandırılması ve öldürülmesi bununla açıklanabilir.

ALEXIA’NIN ADRIEN’E DÖNÜŞMESİ…

Aslında ‘Titane’ın eşelediği en önemli konulardan biri de bir ‘cinsel kimlik’ meselesi. Bu ‘kimlik’ meselesi filmin, davranışlarında aşırıya kaçan ve bir bakıma kendi sınırlarını sonuna kadar zorlayan karakterlerinin sonuç olarak hangi ‘türe’ ait oldukları hakkında sorgulamalarında ortaya çıkıyor.

Cinsel yönelimi hakkında fikir sahibi olduğumuz ama her iki cinsiyeti de reddeden, hem duygusuz davranışları hem de canavarca eylemleri nedeniyle kendisine karşı en ufak bir empati duygusu kuramadığımız bu başkarakter giderek daha ‘androjin’, daha ‘cinsiyetsiz’ bir konuma gelirken, olaya müdahil olan ‘baskın’ bir erkek karakterle hikaye başka sulara açılıyor.

Alexia’yı sorgusuz sualsiz ‘sahiplenen’ daha doğrusu evlat edinen Vincent’ın gerçekten oğlunu bulduğuna inanıp inanmadığıyla pek ilgilenmiyoruz. Hatta belli bir süre sonra umursamıyoruz bile…

Çünkü film, bizi daha çok Alexia’nın bu yeni çevredeki psikolojisine yöneltiyor. İşlediği birçok cinayete asla geri dönüp bakmayan, giderek bu dünyadaki yerini sorgulayan Alexia, giderek zaman zaman kendine zarar vermekten, vücudunda yeni yaralar açmaya başlıyor. Ancak bu eylemler mazoşist bir şekilde sunulmuyor. Bunların bazıları Alexia’nın düz mantıkla ve pratik amaçla (tanınmamak için burnunu bile kırıyor!) ama daha önemlisi giderek içinde ‘büyüyen’, babası bir araba(!) olan bebeğini daha iyi tanıyabilmek için yaptığı eylemler gibi gösteriliyor. Ona kucak açan Vincent da tamamen ayrı bir frekansta değil. Bu organik/mekanik simbiyozuna içinde Alexia kadar bulaşmamış olsa da, Vincent’ın gündelik yaptığı (aletli!) sporda kendini ne kadar zorladığını, hareketleri başaramayınca inanılmaz derecede kızıp üzüldüğünü ve her gün kendine fiziksel gücünü arttıracak iğneler yaptığını görüyoruz.

PARALEL SOKAKLAR…

Oldukça uzun bir süre önce resmî anlamda ‘yedinci sanata’ paralel giden ‘sokaklar’ oluşmuştu. Bu ‘sokaklar’ ana akıma karşı giden, belli bir içerikten yoksun gözüken farklı yapımları içeriyordu: B movie’ler, korku filmleri, Japon animasyon filmleri (özel örnekleri saymazsak), karate veya kung-fu filmleri vb.

1980’li yıllardan itibaren sinema sektöründekiler bu tür filmlerde yeni bir ‘türü’ denemek ve kurmak için ideal bir alan buldu. Bu tür arayışların amacı ne olursa olsun sonuç sadece sinemayla olan ilişkimizi değil, sinemanın kendisini de değiştirdi.

Kuşkusuz değindiği konuları daha önce ‘deşmiş’ Cronenberg (‘Crash’, ‘Dead Ringers’..)gibi isimlerden etkilenmiş olan Ducournau ve filmi ‘Titane’ bizce biraz bu ‘gidişe’ kurban gitmiş gibi duruyor. Yönetmen, kuşkusuz değişik ve estetik gücü yüksek, cam ve metalin buluşmasından oluşan soğuk, buz gibi bir ortam, bazen ‘absürt’e varan şiddet sahneleriyle slasher-movie’leri anımsatan bir tarzla adeta bir ‘mutant’ film yaratıyor. Ancak bizce ‘Titane’ görsel gücünü düşünsel tarafa döndürmeye çalışan, buna rağmen bir Fransız sinema eleştirmenin dediği gibi: ‘Şık özünü sahte kokan bir ‘şok’ film görüntüsüyle örtmeye çalışan bir yapım…’


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .