VİDEO

Timur Soykan: Türkiye'yi bataklığa çeviren şey sessizlik ve korku

Gazeteci Timur Soykan'ın yeni kitabı İblis'i Öldür, Kırmızı Kedi Yayınları'ndan çıktı. Soykan, polisiye romanına ve günümüz gazeteciliğine dair düşüncelerini anlattı.

DUVAR - Gazeteci Timur Soykan, yeni polisiye romanı İblis'i Öldür ile okuyucunun karşısına çıktı. Soykan'la romandaki karakterleri, olayların gerçeklikle olan bağlantısını ve Türkiye şartlarında gazeteciliği konuştuk. 

Sizi hep gazetecilik kitaplarıyla tanıyoruz ama bir yandan polisiye romanlar da yazıyorsunuz. Bu yazdığınız 3. polisiye roman: İblis'i Öldür. Kitap aslında 2016 yılında yazılmış. Fakat 2023 yılında yayımlandı ve okurla buluştu. Baktığımızda İblis'i Öldür'de aslında 2016 darbe girişiminin hemen ardından yaşanan ihraçlar ve FETÖ operasyonlarına dair de bir gönderme var. Kitabın hikayesi nasıl ortaya çıktı?

Birinci kitap Zavallı'ydı. 2013'te çıktı. Ondan sonra Liste yayınlandı. Liste de yine bir polisiyeydi, bir 'katil kim?' hikayesiydi aynı Zavallı gibi. İblis'i Öldür de onun bir devamı. Aslında üçü de politik polisiye ve o üç kitapta da politik arka fon var ve aslında yakın geçmiş. Zavallı'da 2013 dönemi, daha Fethullahçı çete ile AKP'nin ortaklığının devam ettiği dönemde bir komiser öldürülüyor. Çok gizemli bir cinayet. Ve o komiserin ortağı o cinayetin devlet içindeki bir gizli örgütlenmeyle, yani Fethullahçı örgütlenmeyle bağlantısı içinde bir gerçeği arama süreci yaşıyor.

Liste'de yine politik bir atmosfer ama bu sefer artık AKP ile Fethullahçıların ortaklığı sona ermiş. Gizli, içten içe bir çatışma var. Ve o siyasi atmosferde yine köşkte bir cinayet işleniyor. Erdoğan'ın başbakan olduğu bir köşkte bir cinayet işleniyor. Ve o cinayeti çözmeye çalışan başka bir karakter, yine bambaşka bir hikaye. Bir listenin peşine düşüyorlar. Orada da arka fonda biraz o devlet içindeki Fethullahçı örgütlenmeyle AKP'nin kapışması dönemini fon almış. Ama Zavallı da Liste de aslında bir 'katil kim' hikayesi. Bir gizemi aydınlatma ve sürpriz bir sonlu. O gizemi ortaya koymak aslında, tam anlamıyla bir polisiye.

Şimdi İblis'i Öldür'ü de dediğin gibi 2016'da aslında yazdım. Ama araya hep gazetecilik-araştırma kitapları girdi. Badeci Şeyh'in Sır Odası girdi, erteledik. Sonra Baronlar Savaşı girdi, yine erteledik. Hatta bir süre uzak kaldık kitaptan. O üçlemenin zamana yayılması gibi bir şey oldu. Sonra bir elden geçirdik son dönemde. Bu da 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, 2016'da artık ortaklığın bittiği bir dönemin içinde geçen bir hikaye. Ama ben şuna çok inanıyorum. Dünyada biliyorsun çok komplo teorileri vardır. O komplo teorileriyle ilgili yazılar olur, araştırmalar olur. Biz Türkiye'de bunun gerçeğini yaşadık. Ve o komplo teorilerini solda sıfır bırakacak, onlara taş çıkartacak bir gerçek yaşadık.

Düşünün, bir yapı, ticaretten polise, adliyeden Meclis'e, Cumhurbaşkanı'nın yaverinden Başbakan'ın yaverine her yerde örgütlendi. Her yerde örgütlendi. Ve gizli örgütlendi bir anlamda, yani birileri mutlaka biliyordu. Sonuçta 81 ilin 73'ünde Fethullahçı emniyet müdürünün atandığı, orduda generallerin büyük kısmının atamalarının o örgütün planlarına göre yapıldığı bir süreçten bahsediyoruz. Ama bu öyle bir gizem ki, öyle bir örgütlenme ki bu... Bu arada, dediğim gibi ben komplo teorilerini hiç sevmem. Komplo teorilerinden nefret ederim, çünkü gerçekten bizi uzaklaştırdığını düşünüyorum. Bizim kaderimizde de böyle bir komplonun gerçekliğiyle yüzleşmek varmış. Ve ben o Fethullahçı örgütlenmenin, onların o gizeminin çok absürt olduğunu düşünüyorum gerçekten. Pek çok iddianame okuduk bununla ilgili. Yan yana çalışan insanlar ve aynı örgütün mensubular aslında ama imamları farklı olduğu için aynı örgütün mensubu olduğunu bile bilmiyorlar. Aynı lojmanda yaşıyorlar, hangileri onların hareketinden bilmiyorlar.

Yani bunu şöyle düşün, öyle bir örgüt ki, tanklarla sokağa çıkabilecek, devletin savaş uçaklarını kullanabilecek, yukarıda akaryakıt ikmali yapabilecek uçakları kullanabilecek bir örgütten bahsediyoruz. Şimdi bu örgütün imamları kimisininki marangoz, kimisininki öğretmen, kimisininki başka bir şey... Gerçekten çok fantastik bir şey.

Bu çok acı bir sonuç yarattı Türkiye'de. Türkiye'nin demokrasisine çok zarar verdi. Komplo davalarda insanlar yargılandı, öldü. Büyük acımasızlıklar oldu. En son bir darbe girişiminde 252 tane insan öldürüldü. Bombalandı yani sonuçta ortalık. Helikopterlerden tarandı filan. Evet çok acı ama bu örgüt, polisiye için bir malzeme içeriyor. O komplolar, o gizem, polisiye için çarpıcı yazabileceğin bir malzeme içeriyor. Üç kitabın fonunda da bu vardı. İblis'i Öldür'deyse bir; onunla hesaplaşma var. Bir de bu sefer başka bir gizeme uzanıyoruz. Bir rehine vakasında 2 kişi ölüyor. Bu aslında basit bir iç soruşturmayken poliste, bakıyorlar ki işte bir gariplik var. Ve aslında birbirine çok aykırı iki karakter olan iki polis, o garipliğin peşine düştüğünde garip bir organizasyonla karşılaşıyor diyebiliriz şimdilik.

Aslında orada çok dikkat çekici bir şey var. Şunu da söylemekte fayda var. Polisiye roman dünyada politik janrlarla aslında çok öne çıktı. Özellikle Alman yazanların ciddi politik kitapları var ve o döneme dair ciddi tartışma yaratıyor. Bugün baktığımızda İblis'i Öldür de yine aynı şekilde. İki karakter dedik. Bir tanesi Levent Gündüz, genç bir komiser. Diğeri de Yusuf Demir. Yusuf Demir deneyimli bir emniyet müdürü. Fakat burada çok önemli bir nokta var. O da şu; Yusuf Demir'in aslında FETÖ ile ilişkili, iltisaklı olduğu iddiasıyla bir sürülme hali var. Ben biraz burayı merak ediyorum. Burada nasıl bir empati kurdunuz? Çünkü uzun zamandır gazetecilik yaptığınız ve sürekli bu meseleyi en ince detayıyla araştırdığınız için, bir yanıyla kolay olabilir. Ama bir yanıyla da eleştirdiğiniz bir şeyi burada kendinizle empati yaparak bir roman kahramanına dönüştürdünüz. Nasıldı bu süreç?

Birincisi, kitaptaki herkes anti-kahraman. Kitapta özellikle sonuna geldiğimizde bununla çok yüzleşebildiğimizi düşünüyorum. Kitabın bir özelliğinin bu olduğunu düşünüyorum. Kahraman diye okuduklarımızın anti-kahramanlığa dönüşmesi süreci var. Ama dediğinde çok haklısın. Şöyle, bu hesaplaşılamamış bir hikaye. Fethullahçı çete hikayesi ve darbe girişimi ve öncesi, komploları, şeyleri... Bu Fettullahçılarla da başlayan bir hikaye; yargıyı, emniyet teşkilatını, devletin kurumlarını bu kadar politikleştirdiğinizde, tamamen bir siyasi çıkara alet ettiğinizde adaletten fersah fersah uzaklaşıyorsunuz ve bu çok hızlı yaşanan bir süreç. Ben bire bir meslek hayatımda buna tanık oldum.

Burada da şöyle bir olay var. Üç kitapta da aslında bir anlamda değinmeye çalıştığım oydu: Gerçek kimin umurunda? Birinci soru bu. Zavallı'nın zaten alt başlığı da bu.

İkincisi, bir siyasi güç, otoriter baskıcı bir siyasi güç gerçeği ne kadar baskılayabilir? Bu benim çok ilgimi çeken bir konu. Özellikle siyasi iktidarın, siyasi gücün gerçeği baskılama kudreti beni dehşete düşürüyor. Ben bu Fethullahçı operasyonlar başladığında, yani bu Ergenekon operasyonları, kumpas davalar başladığında bir haber gördüm. İlk başta hepimiz "işte Veli Küçük'ler alınıyor, işte Hrant Dink cinayetinin üzerine gidiliyor gibi yapılıyor, işte derin devlet, kazılar yapılıyor, köy yakılmaları, faili meçhul cinayetler için kazılar yapılıyor bölgede..." Biz diyoruz ki "ya gerçekten işte o devletin geçmiş karanlığıyla bir yüzleşme mi başladı" diye düşünüyorduk. "Sermaye, o Avrupa Birliği süreci, AKP'nin yeni dönemi böyle bir yola mı giriyor" diye düşünüyorduk. Bu oltayı atabilmek bize, gerçekten büyük zeka gerektiriyor. Solun o zamanki medyadaki hakimiyetini bilmek, solun böyle yakalanabileceğini bilmek ve bir rıza üretmek o kumpas davalarına. Bu zekice bir hareket. Bu zekayı çok merak ediyorum. Ama orada merak ettiğim bir şey daha var. Ben bu olayı araştırırken, bu dosyaları incelerken, elimize iddianameler yağarken şunu görmüştüm: Ya bu bizim geçmiş iddianamelere benzemiyor. Bu iddianamelerde acayip niyet okunuyor. Ajanlar, karargah, evleri, şunlar bunlar. Ben yıllardır iddianame okuyan bir adamım, polis muhabirliği yapmışım, polislerle konuşmuşum çalışırken. En bilmediğin alaylı polis, eğitim almamış polis bile sana şunu söylerdi: "Arkadaş delil yoksa, sen uyduruyorsun" derdi bana. Ben değişik teoriler yazardım, "böyle mi olmuş, şöyle mi olmuş" falan. "Ya sen bunları niye tahmin ediyorsun ki" derdi. "Delile bakarsın, budur hikaye" derdi. Bir bakıyorsun iddianamede delil yok. Ama iddianamede bir niyet okuma var. Roman yazmış sanki savcı. Orada uyanmaya başlamıştık hikayeye. Bu hukuk değil.

Sonra Sibel Hürtaş'ın bir haberini okudum ben. Habertürk'te manşet oldu. Bir tane FETÖ'cü subay-astsubay, Kayseri'deki hava üs komutanlığında bilgisayara flash bellekle sahte emir yüklerken yakalandı. Adam sonra gözaltına alındı, dedi ki, "Ben Işık evlerinde yetiştim. İmamlarım var, abilerim var Işık evlerinden. Onlar bana talimat verdi, ben bunu yapıyorum" dedi. 2009 mu ne? Ben okudum haberi, dedim ki "Bu davalar bitti. Ortaya çıktı yani hikaye. Ya bir komple var ortada yani." Ve avukatına baktım o astsubayın, Ali Balta'ydı adı. Avukatı da Fethullahçı avukat, herkesin bildiği Fethullahçı avukat.

Artık ortaya çıktı diye düşünüyorsun. Ama ne oldu biliyor musun? Habertürk internet sitesinden haberi kaldırdı. Özür diledi. 'Manşeti sil' deseler manşeti silerlerdi. O siyasi güç o gerçeği yok etti. Gözlerimizin önünde yok etti. Gündem olmadı o olay. Ben sonra Radikal'de bir yazı yazdım. O zaman "AKP ve Gülen'i bitirme planı" diye bir haber yapıyorlardı. Dedim bu işte başka bir iş var. Fethullahçı yapı var. Ve ortaya çıktı artık bu hikayeyle filan. Yargılandım onunla ilgili Ertuğrul Mavioğlu'yla beraber.

Bir siyasi gücün gerçeği baskılaması böyle bir şey. Bütün bu kitaplarda da -burada seni sorduğun soruya gelirsek- şu var. Bir cinayeti, suç ortağı itirafçı olmadığı sürece aydınlatamazsın. Şimdi bir AKP var. Suç ortağı, siyasi iktidar, hala siyasi iktidar. Bütün bu olayların sorumlusu, Erdoğan söyledi bunu: "En büyük güçlenmeyi bizim dönemimizde yaşadılar." O bile yetmez. Bütün devletin kurumlarını teslim ettiler, "askeri vesayeti ortadan kaldıracağız" iddiasıyla Fethullahçılara. Ve bütün o ölümlerden sorumlular. Erdoğan gitti, Ahmet Şık'ın İmamın Ordusu kitabı Avrupa Konseyi'nde sorulduğunda bu kitaba "bomba" dedi. Fethullahçıların devletteki örgütlenmesini anlatan kitaba. Okyanus ötesine selam gönderdi defalarca.

'KABİNE AÇIKLANDIĞI ZAMAN HEMEN İLK BAKTIĞIMIZ ŞEY NE OLUYOR'

Hala kabine açıklandığı zaman hemen ilk baktığımız şey ne oluyor? Hangi bakanın Fethullah Gülen'le fotoğrafı var? Hangi bakanın Fethullahçılarla bağlantıları var? Bunlara bakıyoruz. Bir suç ortağının, bir örgütle iktidar olarak hesaplaşma sürecini yaşıyoruz. Biz adalet süreci yaşamıyoruz.

Parayla insan ilişkisi çok mikro bir olay üzerinden anlatıyor burada. O rehineler meselesi. Burada aslında bir paranın insanın üzerinde yarattığı o kirlenme duygusunu görüyoruz. Burayı biraz açalım mı?

Hem o kirlenme duygusunu görüyoruz hem de devletin kirlenmesini görüyoruz aslında. Ben bu özellikle son dönemin, yani AKP iktidarındaki son dönemin, başkanlık sistemindeki ilk dönemin bir devletin bataklığa dönüşmesi süreci olduğuna inanıyorum. Aslında kitabın, senin de çok güzel tespit ettiğin ana fonu bu. Dönemi özetleyeceğin şey desen, bu, devletin bataklığa dönüşmesi süreci derim. Çünkü şöyle bir şey var: Biraz önce anlattığımız Yusuf Müdür ve Necmiye Hanım'ın o klasik doğruluk içerisindeki teslimiyetiyle tam ters karakter Levent. Levent Gündüz, bu dünyada kendini koyacak yer bulamayan, inanılmaz agresif, deli fişek, bıçkın delikanlı ama bir yandan da şöyle, zararlı. Yani zarar da veren. Sadece kendisine değil, çevresine de zarar verme potansiyeli olan. O teşkilat içerisinde kendi adıyla var olmaya çalışan bir karakter.

Levent aslında tam özetle şu: Gerçek için ve adalet için öfkeye ve cürete ihtiyacımız var. Cesarete ihtiyacımız var. Levent'te bunlar var. Levent aslında anti-kahraman, gerçekten anti-kahraman orada. Yani yolda bile trafikte bir minibüsçüyle kavga edip veya bir kumarhanede, kumar masasında birini öldürebilecek bir tip. Gerçekten öyle bir tip. Ama o sistemin erittiği, belki de bütün bu ülkeyi eriten, bütün bu ülkeyi bataklığa dönüştüren karakterde biri değil. Onun için çok değerli. Bakın bütün bu bataklığa ülke neden dönüştü biliyor musun? Bence ana bir hikaye var orada. Evet devlet içinde çok namuslu bürokratlar var. Devlet içinde namuslu yargıçlar, idealist, işte suça bulaşmayan, rüşvet almayan... Ama bir mesele var. Sessizlik. Türkiye'yi bu bataklığa dönüşme sürecinde, devletin bu kirlenmesi sürecinde, suçun cezasızlığı döneminde ayrıcalıklı yargılanmayan bir kesimin, suçun serbest olduğu bir kesimin oluşması sürecinde bunun en temel unsuru sessizlik. Yani adalet için, gerçek için öfkenin, cüretin, cesaretin olmadığı yer bizi bu hale getirdi.

(...) Bakın mülayimlik bitiriyor Türkiye'yi. Türkiye insanı gerçekten çok mülayim. Yani bir seçim süreci yaşıyorsunuz, seçim sürecinde lidere baktığınızda, yani ülkeyi yöneten kişiye baktığınızda, bu provokasyonunun en büyüğünü yapıyor. Ülkeyi ortadan ikiye bölmeye çalışıyor. Birbirine düşman etmeye çalışıyor toplumu. Bunu zirvedeki kişi yapıyor, Cumhurbaşkanı yapıyor. Onun ortağı Devlet Bahçeli yapıyor. En ağır sözleri söylüyor karşı tarafa. Ve buna rağmen bu ülke çok mülayim olduğu için birbirine girmiyor. Yani onlar istemediği için değil. Bu ülke çok mülayim olduğu için hala bir arada yaşama refleksi var. Ama bu kötülük karşısındaki mülayimlik gelecekte çok daha büyük sorunlar çıkartacak.