Tımarhanede 18 gün: İstanbul Sözleşmesi, İHD, Gergerlioğlu, HDP ve Gizem Canbulut

Prof. Öztürk ülkeden ayrılırken Twitter'a "Artık gidelim... Yerli ve milli tımarhanede herkese ruh sağlığı dilerim" yazdı. Belki bir gün Ezhel ve Can Dündar ile birlikte bir Berlin kafesinde buluşup ortaklaşa bir internet yayını yaparlar da biz de dünyada ilk kez sürgünde bir ilahiyat profesörünü sürgünde bir rapçi ve yine sürgündeki ünlü bir gazeteciyle yan yana görme fırsatını yakalarız.

Fotoğraflar: Dilara Açıkgöz/csgorselarsiv.org (soldaki), Fatih Kurt/AA (sağdaki)
Google Haberlere Abone ol

Deman Güler*

Sıradan bir hukuk devletinde bir devlet başkanı büyük bir iddiayla açıkladığı yeni insan hakları programı konuşmasında “İnsan onuru, bütün hakların özü olarak hukukun etkin koruması altındadır, insan doğuştan sahip olduğu vazgeçilmez haklarıyla yaşar. Devletin temel amaç ve görevi, bu hakları korumak ve geliştirmektir. Hukuk devleti, hak ve özgürlükler ile adaletin teminatı olarak her alanda tahkim edilecektir. Hiç kimse eleştirisi veya düşünce açıklaması nedeniyle özgürlüğünden yoksun bırakılamaz. Aile içi şiddet ve kadına karşı şiddetle  mücadelenin etkinliğini artıracağız” dese ve bu sözleri daha havada asılı iken başında olduğu ülkede milletvekillikleri düşürülüp ülkenin en eski insan hakları derneğinin başkanı göz altına alınsa, uluslararası insan hakları sözleşmeleri gece yarısı kararnameleri ile feshedilip ülkenin en büyük üçüncü partisine kapatma davası açılsa ve tüm bu olaylar yalnızca 18 gün içinde olsa o ülkenin yurttaşları ne düşünürdü acaba?

BİPOLAR SİYASAL BOZUKLUK

Bu denli farklı söylem ve eylemin bu kadar kısa bir sürede bir kişide vücut bulması belki ancak bir akıl hastalığı ile açıklanabilir. Ancak yaşadıklarımız bir ülkenin başına geldiğinde, o ülke siyasetinin topyekûn bipolar bozukluk hastalığına yakalandığını söylemek herhalde mümkündür. Bu hastalığın belirtileri kişinin ruh halinde çarpıcı değişikliklere yol açan yükselme ve alçalma dönemleri, depresif ve manik ataklar olarak tanımlanıyor.

Biz ülkecek uzun süredir benzeri atakları yaşadığımız için siyasetin makul aklın almayacağı tutumlarını böyle tanımlamamızın önünde bir engel olmasa gerek. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 2 Mart 2021 tarihinde büyük bir iddia ile açıkladığı İnsan Hakları Eylem Planı’nın ardından henüz 18 gün geçmişken yaşananlar demokratik yöntemlerle yönetilen normal bir ülke tarihinin belki elli yılına sığmayacak ağırlıkta vakalar.

CANI ÇIKASICA İNSAN HAKLARI DERNEĞİ, GERGERLİOĞLU VE HDP

İHD Başkanı ve insan hakları savunucusu Av. Öztürk Türkdoğan daha 2 gün önce sabah gözaltına alındı. Sağlıklı bir ülkenin en önemli insan hakları örgütlerinden birinin başkanı gözaltına alınsa orada yer yerinden oynar, bu duruma karşı büyük tepkiler oluşurdu. Bizde ise İçişleri Bakanının "canı çıkasıca dernek" konuşmasını yaptığı gün muhtemelen pek çoğumuz kendi aklında Öztürk Bey’i zaten gözaltına almış olduğumuzdan olsa gerek, bu durum öyle büyük bir sansasyon yaratmadı. Biz iddianamesiz dosyalarda, hakkındaki suçlamaları dahi bilmeden insanları yıllarca cezaevlerinde tutuklu bekleten bir ülke olduğumuz için böyle basit “gözaltılar bizi yıldıramaz” diye de düşünmüş olabilir pek sayın kamuoyumuz.

İHD başkanının gözaltı işleminden biraz daha fazla ses getireni ise Mazlum-Der eski genel başkanı ve HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu'nun başına gelenler oldu. Yıllardır susturulamayan ve her cümlesinde insan hakları mücadelesinin en saf halini çıkaran sesi zaten bir gün kesilecekti. Hem İslamcı hem ahlaklı olması Gergerlioğlu'nun en büyük sıkıntısı. Küçücük bir cümlesi bile vicdandan aldığı nasibi yıllar önce yitirmişler için en büyük hakaret şeklinde algılanıyor. Pek çok insan hakları savunucusunun girmekten çekindiği kırmızı alanlarda pervasızca mücadele etmesi onu herkesten ayıran esas vasıf. Şimdi yıllar sonra meclis kapısının yeniden açılıp içinden bir milletvekilini yaka paça çıkaracakları o kara gün de geldi çattı. O kapı açılmasaydı yıllara yayılabilecek bir eylemle karşı karşıya kalmaktan korkan iktidar, kapıyı açıp Gergerlioğlu'nu dünya çapında meşhur, kendini ise rezil etmekte hiçbir beis görmedi. 

Yıllar sonra yeniden demişken HDP'nin başına geleni, getirilmek isteneni anlatmadan olmaz. Z kuşağını Y kuşağını bilmem ama "80'lerin sonunda 90'ların başında çocuk olan" bizim kuşak gayet iyi hatırlayacaktır Kürt partilerinin makus talihini. Hiçbir kanala çıkamadıkları, marjinalleştirildikleri, Meclis'ten atıldıkları, kapatıldıkları günleri. Dejavu gibi değil mi? Peki sanki aradan geçen bunca zamanda kapatılan bu partiler birbirini devam ettirmemiş, cezaevine giren vekiller için özür dilenmemiş, "dağın alternatifi siyasettir" cümleleri iktidar cenahında dillendirilmemiş, koca koca akil insanlar yurdun dört bir yanını dolaşmamış, HDP yüzde 13 oy alıp ülkenin en güçlü partilerinden biri olmamış gibi davranmak da neyin nesi? "Dün parti kapatmaya karşıydınız siz, bugün hayırdır?" desek bir hükmü var mı? Çünkü tarih sizin gördüğünüz değil, onların yazdıklarıdır. Çünkü, psikolojik maraz emareleri gösteren siyasette tutarlılık aranamaz.

'TÜRKİYE'DE KADIN OLMAK ZOR AMA KADIN ÖLMEK KOLAY'

Yetmedi, gündem bu denli sıkışmış, Türkiye kıyaslaya kıyaslaya bitiremediğimiz 90'ların karanlığının tam orta yerine düşmüşken bir gece yarısı kararnamesi ile kabusun tam ortasına uyandık. İlk imzalayıcısı olduğumuz, hükümetin İstanbul'da imzalanması için vaktinde büyük çaba gösterdiği, bir zamanlar hazırlanmasına verdikleri katkıları anlata anlata bitiremedikleri İstanbul Sözleşmesi feshediliverdi. Tam adı ile  “Kadınlara Karşı Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele İçin Avrupa Konseyi Sözleşmesi". Burdur'da 17 yaşında boğazı kesilerek öldürülen Gizem Canbulut'un katledilmesinin üzerinden daha üç gün geçmeden geldi bu kararname. Gizem, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda yine bir kadın cinayeti sonucunda öldürülen Pınar Gültekin'i anarken "Türkiye'de kadın olmak zor, ama kadın ölmek kolay" yazmıştı. Gizem'e hükümetin başsağlığı mesajı İstanbul Sözleşmesi'ni feshetmek ve Türkiye’de “kadın ölmeyi” daha da kolay hale getirmek oldu.

BİR TÜRK RAPÇİ, BİR TÜRK GAZETECİ VE BİR TÜRK İLAHİYAT PROFESÖRÜ BİRLİKTE BİR GÜN… 

Vekilliklerin düşürülmesi, insan hakları savunucularının tutuklanması, partilerin kapatılması bizim için yeni değil. Demokrasinin esamesinin okunmadığı yerde ekonomi çöker, istikrar olmaz filan diyecek de değiliz. Çünkü zaten binlerce ayrı dilden aynı sözleri söylemek de artık kâr etmiyor, farkındayız. Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği parasıyla hazırlanan İnsan Hakları Eylem Planı'nın ayı çıkmadan bir Avrupa Konseyi Sözleşmesi'ni feshetmenin absürtlüğü dahi göz ardı edilebilir belki. Ama altı çizilmesi gereken gerçek, ülkenin darbe yılları olan seksenlerde ve kontrgerilla yılları olan doksanlarda dahi bu denli çağdaşlaşma ülküsünden uzaklaşmamış olduğudur. İnsan haklarına dair bir uluslararası sözleşmeden çekilmek bu bağlamda değerlendirildiğinde yaşadığımız durumun vahameti daha net ortaya çıkar. Prof. Dr. Nilgün Toker'in deyişiyle artık açıkça "suç ortağı" halini almış olan bu uluslararası kurumların içler acısı halini bir kez de bu açıdan düşünmenin zamanı çoktan geldi.

Düşünceleri yüzünden siyasal İslamcılar tarafından hedef gösterilip ölümle tehdit edilen ilahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk kendisine karşı başlatılan linç kampanyası sonrası istifa edip daha birkaç gün önce ülkeyi terk etti bilmem duydunuz mu? Prof. Öztürk ülkeden ayrılırken Twitter'a "Artık gidelim... Yerli ve milli tımarhanede herkese ruh sağlığı dilerim." yazdı. O, yurttan ayrılırken daha bu yazıya konu edilen olayların çoğu gerçekleşmemişti. Mustafa Öztürk’e Almanya'da huzurlu bir hayat dilemekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Belki bir gün Ezhel ve Can Dündar ile birlikte bir Berlin kafesinde buluşup ortaklaşa bir internet yayını yaparlar da biz de dünyada ilk kez sürgünde bir ilahiyat profesörünü sürgünde bir rapçi ve yine sürgündeki ünlü bir gazeteciyle yan yana görme fırsatını yakalarız. Zira bizim tımarhaneden kaçabilirsiniz ama asla kurtulamazsınız.

*Avukat, İnsan Hakları Hukukçusu, İzmir Barosu Yönetim Kurulu Üyesi