TİHV Başkanı Bakkalcı: İstanbul Protokolü’ne sahip çıkmalıyız

İşkencenin yeryüzünden kaldırılması yolunda atılan en önemli adımlardan biri hiç kuşkusuz İstanbul Protokolü’dür.

Google Haberlere Abone ol

Zafer Kıraç* [email protected]

Bugün 12-17 Aralık İnsan Hakları Haftası için Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı Metin Bakkalcı ile yaptığımız uzun söyleşinin ikinci bölümünü okuyacaksınız. 

10 Aralık İnsan Hakları Günü’nde yayınlanan birinci bölümde vakfın kuruluş süreci, işkencenin belgelenmesi ve kanıt niteliği elde etmesi üzerine konuşmuştuk (1). 

TİHV işkence iddialarını belgelemekle çok önemli bir işlevi yerine getiriyor. Bu belgeler mahkemelerde kanıt niteliği taşıyor. Bu tıbbi belgelemeler başvuranlar tarafından arzu edilirse, kendi hukuki süreçlerinde, ulusal ve uluslararası düzeyde, kendi istedikleri ve ihtiyaç duydukları ölçüde kullanılıyor. Bu belgeler hakikatin ortaya çıkarılmasında çok etkili oluyor.

İşkencenin yeryüzünden kaldırılması yolunda atılan en önemli adımlardan biri hiç kuşkusuz İstanbul Protokolü’dür. Dünyanın 15 ülkesinden 40 hak örgütü mensubu, 75 hukukçu, felsefeci, hekim, sağlık çalışanı, psikolog ve insan hakları aktivistlerinin bilgi ve deneyim birikimlerinin bir ifadesi olan, bu uzmanların acı deneyimlerinden yoğurarak birlikte oluşturdukları belgenin adı ’İstanbul Protokolü’.

4 Kasım 1999'da Birleşmiş Milletler’in onaylaması ile resmen BM belgesi haline gelen İstanbul Protokolü’nün birincil amacı ‘işkence ve kötü muamelenin etkin araştırması ve dokümantasyonu için’ uluslararası standartları oluşturmaktı. Bu el kılavuzu devletlerin bireyleri işkence ve kötü muameleden daha etkin biçimde koruyabilmelerini ve suçluları eylemlerinden ötürü sorumlu tutabilmelerini sağlamak için oluşturuldu. Diğer yandan bu kılavuzda yer alan prensiplerin amacı ise devletlerin, işkence ve kötü muamelenin etkin dokümantasyonu ve araştırmasını sağlaması için uyması gereken minimum standartları belirlemektir (2).

Söyleşimizin ikinci bölümüne uzun bir süre iktidar ve çevresi tarafından tartışma konusu yapılan İstanbul Protokolü’nün önemini ve TİHV’in katkılarını sorarak başlamak istiyorum.

Bugün itibariyle ülkemizde ve dünyada Birleşmiş Milletler düzeyinde kabul edilen işkencenin etkin soruşturulması ve belgelenmesine yönelik tek bir doküman vardır. Bunun kısa adı İstanbul Protokolü’dür. TİHV kurulmadan önce başlayan, ama vakıf kurulduktan sonra o kurumsal kimliğiyle daha da kuvvetlendirilen bilgiye dayalı çalışmalar, etik değerlere dayalı çalışmalarla, bu ülkedeki acıların içinden süzülmüş müthiş bir birikimi, bu cümleyi tekrar etmek istiyorum, bu ülkenin acılarından süzülmüştür İstanbul Protokolü.

İstanbul Protokolü bir teknik çalışma değildir. Bu ülkede işkenceye maruz kalan insanların acıları, onların yakınlarının acıları, aslında toplumsal vicdanın örselenmesinin sonucunda, tabii ki bilimsel yaklaşım ve etik değerlere hürmet eden bir perspektifle çaba gösteren geniş bir heyetin eseridir. Bütünsel bir yaklaşım gerektirir. Sadece Türkiye İnsan Hakları Vakfı kurumsal sınırını da koymuyorum, bir ortamın sonucunda hazırlık çalışmalarına 1996 yılında başladık. Nasıl bir ortamdan bahsediyorum, aynı yıllarda başka birtakım ülkelerdeki benzer çaba gösteren arkadaşlarla birlikte, ama önemli bir inisiyatif alarak biz organize ettik. 1999’da da İstanbul’da son toplantıyı gerçekleştirdik. Uluslararası ortamdaki arkadaşlarla birlikte Birleşmiş Milletler’e sunduk, adı ondan. Yani bu ülkedeki birikimden çıktı. Ama bir diğer ifadeyle ve ne yazık ki bu ülkedeki acıların üstüne inşa edilmiş oldu.

Bu protokol sağlık çalışanlarının, hukukçuların, karar verme konumunda olanların, işkence ve kötü muamelenin etkin ya da etkin olmayan biçimde soruşturulması ve dokümantasyonu konusunda eğitilmelerine yarayacak. Daha önemlisi, el kılavuzu ve prensiplerde yer alan kılavuz kuralIar ve minimum standartlar cebri baskılara maruz kalan sağlık çalışanları, hukukçular ve karar verme konumunda olan kişileri desteklemek için objektif bir destek noktası olacaktır.

İstanbul Protokolü tam da bu söyledikleriniz nedeniyle çok kıymetli bizim için değil mi? İnsan hakları örgütleri ve insan hakları savunucuları için, aslında bizler için ayrıca kıymetli olduğunu düşünüyorum İstanbul Protokolü’nün. Bunu söylememin nedeni, son dönemde İstanbul Protokolü üzerine çok fazla karşıt tartışma yaşanması. O kadar iyi izah ettiniz ki kıymetini, çok teşekkür ederim bir insan hakları çalışanı olarak.

Şimdi bütünsel yaklaşım konusunu biraz daha devam ettirmek istiyorum. İşkence gören insandan bahsediyoruz. Biz bu nedenle ne mağdur ne de kurban kelimesini kullanırız. Biz bir durumu tarif ederiz. İşkenceye maruz kalmış bir insan. Yaşantıları o geniş spektrum içinde bir yaşantı kümesidir. İşkence görme hali ve bir işkence görme kümesi, bir yaşantılar manzumesinin bir kümesi olduğu için sadece onun, başka pek çok kümesi var o insanın. Sadece onu sıkıştırmamayı da zaten hep öneririz. 

Bütün uluslararası belgelerde tanımlandığı gibi bu ihlalin tazmini gerekir. Bu tazmin meselesi, telafi edilme meselesi çok boyutludur. Yani bu bir tazmin, telafi hakkı denen şey özel olarak da ama tazmin diye nitelendirebileceğimiz şeyler zaman zaman kavramsal olarak birbirine karıştırılıyor, giderim hakkı deriz, telafi hakkı deriz. Bu hak tedavi ve rehabilitasyonu bağrında taşır ama şunları da taşır: Bir defa bunun önceki haline tam gelebilme olanağı olmasa bile işkence görenin, işkence gördüğü zamanın öncesine olabildiği ölçüde tazmini gerekiyor. Maddi manevi tazmini gerekiyor. Hakikat hakkı dediğimiz şey budur ve bununla ilişkili o kişinin bu konuda deyim yerindeyse doygunluğa ulaşması gerekiyor. 

Biraz daha açmak gerekiyor burayı sanırım tam olarak anlaşılabilmesi için.

Yani ‘neden bu benim başıma geldi’ konusu. Bu doygunluk şöyle bir şeye doğru gidiyor tabii ki: ‘Başıma şu nedenle gelmiş’ gibi bir yüzleşmeyi gerektiriyor. Kendisinden özür dilenmesini ve bu anlamda faillerinin cezalandırıldığını görmek istiyor. Adalet duygusunun toplum içinde de tesis edildiği bir ortama ulaşılması gerekiyor. Bunların da ötesinde, bu ortamın bir daha tekrarlanmayacağının garantisi. Bunlar bir bütündür, ayrı ayrı değil. Yani bunlar birbirine içkindir. Şimdi bu tedavi ve rehabilitasyonun olumlu anlamda mutlak bir sonuca ulaşması gerekiyor, yani iyilik halini biz şöyle tanımlıyoruz, Dünya Sağlık Örgütünün tanımı bu: Fiziksel, ruhsal, sosyal tam iyilik haline ulaşmak. Biz Türkiyeliler bu tanıma bir de siyasi olarak diye ekleriz. 

Tam iyilik haline ulaşma koşulları nasıl oluşacak?

Tam iyilik haline ulaşabilme meselesi bütün bu saydıklarımızın sağlanmasıyla mümkün. Salt rehabilitasyonla olanaksız. Siz bu kişilere en nitelikli tedavi ve rehabilitasyon hizmeti sağlayabilseniz bile, eğer adalet duygusu tesis edilmemişse, demin andığım meseleler gerçekleşmemişse tam iyilik haline ulaşma teorik olarak da pratik olarak da olanaklı değil. Bu bakımdan Türkiye İnsan Hakları Vakfı, bu bütüncül yaklaşımı başından itibaren hep gerçekleştirmeye çalıştı. İşkencenin önlenmesi doğrultusundaki faaliyet eklektik, bir de şunu yapalım bir de bunu faaliyeti değil. İşkencenin önlenmesine yönelik faaliyetler aslında, işkence gören o biricik insanın tedavi ve rehabilitasyonuna, o tam iyilik haline ulaşmasına kritik katkı sağlayan unsur olduğu için önemlidir.

İşkencenin önlenmesine yönelik faaliyetler yürütüyoruz. İşkence gören insanlar -aynı zamanda bizim bugüne kadarki 19 bine yakın başvurularımıza bakıldığında görüyoruz ki-, pek çok başka ağır insan hakları ihlallerine de maruz kalan insanlar. Kompleks travma deriz biz buna, toplumsal düzeyde de sürmekte olduğu için toplumsal travma deriz. Buna ilişkin de o zaman hakikat hakkı, adalet, bir daha tekrarlamama, onarım programları da bir bütünsel ele alışı gerektiriyor. Türkiye İnsan Hakları Vakfı başından itibaren çalışmalarını bu doğrultuda hem nitelik hem nicelik olarak kuvvetlendirmeyi, derinleştirmeyi, yaygınlaştırmayı önüne koydu. Bunu her koşulda yapmaya çalıştık. Türkiye Cumhuriyeti tarihi bilindiği gibi, yarısı neredeyse resmi olağan dışı rejimlerle idare edilen bir ülkedir ne yazık ki.

Aslında diğer yarısı da çok olağan dönemler değil ...

Kesinlikle, diğer yarısı da aşağı yukarı 97 yılın 43 yılı, resmi ilan edilmiş olağan dışı rejimler. Diğer yarısı aşağı yukarı bugün de yaşadığımız gibi, resmi bir ilan olmasa bile fiili bir olağan dışı rejimle yaşanıyor. Ne demek istiyorum, darbe girişiminin akabinde ilan edilen olağanüstü hal uygulaması, kabul edilemeyecek bir OHAL uygulamasıdır. Uygulanma sürecinde ve Temmuz 2018’de resmen bitirilse bile gerek önceki kanun hükmündeki kararnamelerin yasal bir şekilde kalıcılaşması, gerek o dönemde çıkarılan ek yasal düzenlemelerle sürekli hale gelen ve kalıcılaşan bir dönemde yaşıyoruz. 

İnsan hakları ortamının tahrip edildiği, daraltıldığı bir ortamda biz çabalarımızı yaygınlaştırmaya, genişletmeye çalışıyoruz hem nitelik hem nicelik olarak. Tabii ki burada bizim açımızdan o iki kılavuz; bilimsel yaklaşım ve değerler bizim açımızdan son derece kıymetli yol göstericilerdir.

Türkiye hep olağanüstü hal dönemlerini yaşıyor. İşkence ve kötü muamele, her dönem bu ülkede var oldu.  Biraz daha güncel sorum olacak: 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrası açısından durum nasıl görünüyor?

Bugün Türkiye’de ihlallerin esas olarak kural olduğu, hakların kullanımının istisna olduğu bir dönemi yaşıyoruz. İhlallerin ötesinde, insan hakları ortamının ilgasının yaşandığı bir dönem yaşıyoruz. 

Hak temelli bir rejimin önemli ölçüde tahrip edildiği bir ortam yaşıyoruz, insan hakları açısından kavramlarımız böyle. Çok üzgünüm ama bu dünyada da benzer bir trend gösteriyor. Hani şu ülkenin şu seçimi, bu ülkenin bu seçiminden bağımsız, genel gidişi söylüyorum. Bugün itibariyle her şeyin, her konunun siyasi iktidarlar tarafından bir güvenlik perspektifiyle ele alındığını görüyoruz. Şöyle bir şey oluyor, mesela hava güneşli oluyor, bu bir güvenlik meselesi yapılıveriyor. O zaman ne oluyor, bu bir tehdit algısına dönüşüyor. O zaman ne oluyor, bu tehdidi doğuranlar oluyor. Yani düşmanlar oluyor.

Yani perspektif böyle işliyor. Mevcut iktidarların ya dibinde bir yerlerde olacak ya da bir miktar dışındaysan; düşman olarak görüleceksin. Düşman ne demek, yok edilmesi gereken varlık demek. İşkencenin temel pratiğinde de bu yatıyor zaten.

Uzun süredir farklı düşüneni ya da itiraz edeni düşmanlaştırma politikası çok kullanılan bir yöntem oldu gerçekten.

Bu yöntemde bir öteki olacak, bu öteki senin varlığını tehdit edecek, sen o varlığı senin varlığını tehdit ettiği için yok edeceksin. Ayrımcılığın, işkencenin temelinde ve işleyen mekanizmada da bu var. Ötekinin bir hak öznesi olarak görülmemesi var. Dolayısıyla toplumun çok büyük çoğunluğu hak öznesi olarak görülmüyor. Hak taşıyıcı özne olmaktan çıkarılıyor. Aslında insanlıktan çıkartılıyor. Dolayısıyla şimdi böyle bir ortamda yaşıyoruz. 

Sevgili Metin Bakkalcı çok teşekkür ederim. Buradan yola çıkarak, şu dönemde şöyleydi, aslında bu dönem daha şöyle falan diye tartışmanın da çok fazla bir anlamı yok. Kısa sohbetlerin içinde sıkışıp çok tehlikeli bir yere bunlar. Daha uzmanlık gerektiren ve değerlendirmeler yapılan dönem çalışmaları elbette yapılabilir.

TİHV 30 Yaşında! 30 Yıldır Ateşin Düştüğü Yerdeyiz (3) diyen vakfın son dönemde yaşanan hak ihlalleri karşısında yaptıkları çalışmaları, söyleşimizin üçüncü ve son bölümü olarak perşembe günü yayınlanacak.

İşkencesiz bir dünya mümkün!

1) https://www.gazeteduvar.com.tr/bugun-insan-haklari-gunu-haber-1506840 

2) https://tihv.org.tr/kutuphane/istanbul-protokolu/ 

3) https://tihv.org.tr/duyurular/tihv-30-yasinda-30-yildir-atesin-dustugu-yerdeyiz/

*İnsan Hakları Çalışanı