The Sinner: Cinayet olmadan asla

Ön planı polisiye, arka planı psikolojik gerilim olan bir diziyle karşı karşıyayız... Netflix'te yayınlanan "The Sinner", izleyicisine basit ama aynı zamanda özlü bir hayat dersi veriyor.

Google Haberlere Abone ol

Armağan Öztürk*

İyi polisiye çekmek çok zor bir şey. Çünkü şiddet senaryonun önüne geçmemeli, seyirciyi heyecanlandıran sahneler aynı zamanda onda yaşadığı anı aşan kalıcılıkta duygusal izler bırakmalı. Yani tadı kıvamında olsun istiyorsanız, yemek yanmadan az önce fırını kapatmanız lazım. Kolay değil. İşleri daha da zorlaştırmak istiyorsanız, eli yükseltip polisiyeyi psikolojik gerilime doğru derinleştirebilirsiniz. İşte "The Sinner" tam da bu noktada karşımıza çıkıyor. İmkansızın bir adım gerisinde, ön planı polisiye, arka planı psikolojik gerilim olan bir diziyle karşı karşıyayız. Bu alanın klasikleşmiş eseri "True Detective" kadar ölümcül olmasa da sürükleyici bir havası var dizinin. Karanlık, insanı içine çekiyor. Şaşırtıcı olan hususlardan biri de Netflix’te rastlıyor olmanız böyle bir diziye. Malum, arz ve talep patlaması nedeniyle bir dizi çöplüğüne dönüştü bu platform. Kaliteli şeyler yok mu? Evet var tabii ki ama sabırla aramanız gerekiyor.

Bu metni yaz başında kaleme aldım. Ama kışın izlemiştim "The Sinner"ı. İyi ki öyle yapmışım. Gerçeklikle simülasyon arasındaki farkın daha da belirsizleşmesi için doğa da size yardımcı olmalı. Yağmur camları döverken veya dışarıda kar fırtınaya doğru istikrar kazanmışken cinayet havası kafanıza daha kolay işliyor. Böyle anlarda “bir bölüm izleyip yatayım yarın mesai var” diye baştan yaptığınız ölçülü planlar, suçluluk duygusu içinde izlenen birkaç bölümle sonuçlanabiliyor. Katil insanları, siz ise zamanı öldürüyorsunuz.

"The Sinner", 3 sezonluk bir dizi. Bill Pullman'ın canlandırdığı dedektif Harry karakteri, bu çekilen 3 sezon arasındaki tek ortak nokta. Bu nedenle herhangi bir sezondan başlayıp ileriye ya da geriye doğru bölümleri takip edebilirsiniz. Dizinin adı, Tess Gerritsen’in Türkçe’ye de kazandırılmış bir romanına dayanıyor.

1. sezonun 1. bölümü, efsaneleşmiş bir içeriğe sahip. Hikâye şöyle başlıyor: Cora, küçük kızı ve eşiyle kumsalda vakit geçirmekte. Sakin sakin kızına elma soyarken, az ileride gülüşüp eğlenen bir genç topluluğuna gözleri takılıyor. Gençler yüksek sesle müzik dinlemekte, müzik çalardan Huggin&Kissin adlı bir Big Black Delta şarkısı dalga dalga kumsala yayılıyor. Şarkıyı duyan Cora’nın gözü dönüyor, topluluktaki bir erkeği az önce kızı için elma doğradığı bıçakla paramparça ediyor. Herkes şokta... Evli ve çocuklu bir kadın, tanımadığı bir erkeği herkesin içinde neden durup dururken kesip parçalar? Gizemi çözme işi, boş zamanlarında sarışın ve kilolu garsonlarla sado-mazo ilişkiye giren Harry’ye düşüyor. Harry karakteri için ayrıca bir parantez açıp birkaç şey söylemek lazım. Harry’nin yüzünde gülümsediği zaman bile size küfreden tuhaf bir ifade var. Sezonlar akıp gidiyor, bölümlere yenileri ekleniyor ama Harry’in o joker suratı hiç değişmemekte. Yağlı saçları, neredeyse hiç değişmeyen kıyafeti ve onca yıl çalışıp hiçbir yere varmayan, batık kariyerli insanlara özgü sinik hüznü dedektifin akılda kalan diğer özellikleri arasında.

İlk sezonun sonuna geldiğinizde, toplumun temel kurumlarından biri olan aileyle ilgili rahatsız edici bir hisse kapılıyorsunuz. Olaylar her zaman aile çevresinde döndüğünden, kafanızı kurcalayan bu his sizinle birlikte büyümeye devam ediyor. Ailenin görünen ve gösterilen gerçekliğiyle aslında olduğu şey arasında bir fark var. Bahsi geçen fark, bazen kişilik bozuklukları, atlatılamayan çocukluk travmaları ve sosyal-psikolojik sapmaların derin nedenlerine dönüşüyor. Aile tabii ki hala çok önemli çünkü sevgi ve güvenliği orada öğreniyoruz. Ama büyük ihtimal ki yediğimiz ilk dayaktan anne, baba veya kardeşlerimiz sorumlu. Söylediğimiz ilk yalanlar da onları bir şeylere inandırmak için söylendi. Aile, adı “sevgi” olan bir piton yılanı gibi. Boğuyor bizi. Yavaş yavaş.

Dizinin ikinci ve üçüncü sezonlarının, birinci sezondaki kalitenin biraz gerisinde kaldığını kabul etmek gerekli. 2. sezon 11 yaşında bir çocuğun (Julian) tatil sırasında anne ve babasını zehirlemesiyle başlıyor. Daha sonra ölen kişilerin, çocuğun gerçek ebeveynleri olmadığını öğreniyoruz. Ama heyecan yine de devam ediyor. Çünkü çocuk ve gerçek annesi, bir hippi tarikat komününün üyesi çıkıyor. Son sezonda ise Nietzsche’nin üst insanından, cinayet işleme arzusu dahil olmak üzere, sınırsız bir eylem yapma özgürlüğünü anlatan öğretmen Jamie’nin karanlık hikâyesi bizi kendine çekiyor.

Peş peşe devrilen üç sezonun ardından iyi ki de vakit ayırdım bu diziye diyorum yüksek sesle. İzleyicisine basit ama aynı zamanda özlü bir hayat dersi veriyor "The Sinner". O da şu ki, insanları suçlarken, mahkum edip, günahkar ilan ederken daha dikkatli olmalıyız. İnsan, olumsallıkların toplamı. Bu benim başıma gelmez denilen her şey başımıza gelebiliyor. Doğru zaman, doğru mekan ve doğru insanlar kombinasyonunun başımıza örmeyeceği çorap yok. Bu nedenle ne günahsız olmak mümkün ne de tümüyle günahkar bir yaşam sürmek. Ez cümle, kötülükle iyilik arasındaki fark, çoğu kez bizim bir meseleyi idrak etme biçimimiz arasındaki farkın izdüşümü. Gözümüzü kapattığımızda kötü olan şeyler, açık gözlerin hakikat merceğinde iyiliğe dönüşebiliyor.

*Artvin Çoruh Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.