YAZARLAR

Tepegöz aydur: İnkâr ettiklerinden mürekkepsin

Evlat kurallara karşı çıkıyor ve sorguluyorsa ve “siz obanızı neyin üzerine kurduğunuzun farkında bile değilsiniz” diye bağrınıyorsa, “sen bu obanın ekmeğini yiyor ama serserilik ediyorsun" denir ona.

Basat, Aruz Koca’nın bir savaş esnasında kaybettiği öz oğlu. Bir aslanın evlatlığı olur ama sonra baba evine döner. Tepegöz, Oğuz’un marabasından Sarı Çoban’ın bir peri kızına tecavüz etmesiyle dünyaya düşen bir yığınak. “Çoban bu yığınağı görünce ibret aldı, geri döndü, sapan taşına tuttu. Vurdukça büyüdü. Çoban yığınağı bıraktı, kaçtı.” (1) Bayındır Han bulur bu “başı, götü belli değil” yığınağı. Aruz Koca’nın mahmuz darbesi ile yarılır, içinden bir acayip oğlan çıkar: “Gövdesi adam, tepesinde bir gözü var.” Aruz Koca onu da evlatlık eder, evine alır. Dede Korkut tepesindeki tek gözüyle obanın tüm işlerini gören ve gösteren oğlanın verdiği rahatsızlığı resmeder sayfalarca. Dadılarının memesini kan gelesiye sömürür, canlarını dahi alır. Oynadığı “oğlancıkların kiminin burnunu, kiminin kulağını yemeğe” başlar. Ahali öyle “incinir” ki Tepegöz’ün yaptıklarından üvey babası Aruz Koca’ya şikâyet eder. Aruz Koca, döver, söver, yasak eyler ama Tepegöz eslemez. Sonunda kovulur obadan. Bir dağa varır, dağ olur yani. Yol kesen, can alan bir haramiye dönüşür. Üzerine adam gönderirler, kimse yenişemez onunla. Bir oba, küçük ve sahipsiz bir yığınakken tekmelenerek, mahmuzlanarak büyüyüp açılan bir dağı nasıl yener? Çare Dede Korkut derler, ses ederler. Dede Korkut alır karşısına tepedeki gözü, “Oğul Tepegöz, Oğuzlar elinde halsiz düştü, bunaldı. Ayağının toprağına beni yolladılar, sana kesim verelim” der, sözleşme talep eder yani. Kendisine hizmet edecek iki adam talep eder Tepegöz, ilaveten her gün için iki adam ve beş yüz koyun da ister karnını doyurmaya. Nereden alır bu cesareti Tepegöz? Kaba kuvvetinden diyenlere kanmayın. Tepesindeki gözü tutuverin aklınızda.

Her neyse, zamanla her evden birer ikişer evlat kurban verildikçe Tepegöz’le yapılan sözleşmenin hayır getirmeyeceği anlaşılır. O esnada Aruz’un öz evladı Basat da döner gittiği savaştan. Son evladını da Tepegöz’e yem etmek istemeyen bir Karıcık’tan hem olup biteni dinler, hem de öz ağabeyi Kıyan Selçuk’un Tepegöz’ün korkusundan ödünün patlayıp can verdiğini. Babası onu yolundan döndürmek istese de bu kahramanlık fırsatını kaçırmayacaktır Basat. Varır Tepegöz’ün yaşadığı Salahana (serseri, zincirini koparmış, kontrolden çıkmış demekmiş) Kayası’na. Hizmetkârlarından alışkanlıklarını, zayıf yerini öğrenir. Biliyorsunuz elbette o zayıf yeri: Tepesindeki gözüdür, başka ne olacak?

Tepegöz Basat’ı fark eder ve tabii ki onu yemekle tehdit eder. Ama Basat hizmetkârların yardımıyla ocakta kızdırdığı şişle önce gözünü kör eder yığınağın. “Devletim” dediği bir sakar koçu keser, postuna bürünür ama Tepegöz onu fark eder. Gene de kurtulur elinden. Tepegöz Basat’a yüzüğünü teklif eder. Ah o yüzük, peri kızı anasının, Tepegöz’ün parmağına onu oklardan, mızraklardan, kılıçlardan korusun diye taktığı yüzük. Tepegöz, Basat’ı gerçeğin zırhıyla kandırmaya çalışır yani. Sonra da biriktirdiği altın ve akçalarla. Her iki tuzaktan da kurtulur Basat. Nihayet ona üçüncü sırrını verir Tepegöz: Şu gördüğün mağarada “iki kılıç var, biri kınlı, biri kınsız. O kınsız keser benim başımı, git getir, benim başımı kes.” Basat aklını kullanıp kınsız kılıcı ele geçirir. Nihayet karşılıklı söyleşirler ve Tepegöz, Basat’ın üvey kardaşı olduğunu anlar, “kıyma bana” der. Basat obaya verdiği zararı sayar döker ve “komam seni” diye cevap verir. Tepegöz, son söz olarak tepesindeki laneti tasvir eder:

“Aksakallı kocaları çok ağlatmışım,
Aksakallının ilenci tutmuş olacak, gözüm seni!
Ak pürçekli karıcık kadıncağızları çok ağlatmışım,
Gözlerinin yaşı tutmuş olacak, gözüm seni!
Bıyığı kararmış yiğitçikleri çok yimişim,
Yiğitlikleri tutmuş olacak gözüm seni!
Elciğezi kınalı kızcağızları çok yimişim,
İlençleri tutmuş olacak gözüm seni!
Öyle ki ben çekerim göz bununu,
Hiçbir yiğide vermesin Tanrı göz bununu!
Gözüm, gözüm, ay gözüm, tek gözüm!”

ÖZ EVLAT-ÜVEY EVLAT

Tepegöz, daha doğrusu Basat’ın Tepegöz’ü Öldürdüğü Boy, Dede Korkut hikâyeleri içinde Deli Dumrul ve Boğaç Han’dan sonra en çok bilinip üzerine düşünülen üçüncü hikâye (2). Hikâyede geçen Salahana Kayası, Bayburt’ta öyle tek başına gibi duran bir kayanın adı, ancak Orta Asya’dan Gagauzlara kadar hemen her yerde onlarca Tepegöz varyantı olduğu anlaşılıyor. Ve Tepegöz, tıpkı dünya mitolojisinde olduğu gibi, bu hikâyede de pek çok farklı örüntünün temsili olarak okunmaya açık bir arketip. Mesela Michel E. Meeker, Tepegöz’ü Homer’in Odyssey’sinin dokuzuncu kitabındaki Polifem (3) hikâyesiyle (pek çoklarının yaptığı gibi) karşılaştırarak, kabaca özetleyeceğim, medenileşen ve medenileşemeyen arasındaki çelişkiyi temsil ettiğini söyler. Efsanede tema diziliminin gösterdiği bir başka yön ise birey-topluluk arasındaki ilişkidir. Gene kabaca söylersek, hayırlı evlat topluluğun/babanın çıkarlarına hizmet eden evlat; hayırsız olansa Tepegöz gibi salahanalık yapan, yani kendi arzularının, heveslerinin peşinde koşandır. Aslına bakarsanız bu iki “mana” birbirinin tamamlayıcısıdır. Medenileşmek, kendini topluluğun hizmetine adamaktır. Bu önerme bir yönüyle göçebelikten yerleşikliğe geçişle, diğer yönüyle devletlenmekle ilgilidir. Şu hâlde, Dede Korkut’un başına buyruk Tepegöz’ü adab-ı muaşeretle mücehhez bir yiğit olarak tasvir etmesi imkânsızdır. Heyecana lüzum yok, bu hikâyenin sonu baştan bellidir. Tepegöz’ün Basat’a yenilmesi gerekir. Eğer yenilen Basat olsaydı, bu hikâye hiç anlatılamayacak, anlatılsa bile yazılmayacaktı, öyle değil mi?

Jo Ann Conrad, 1999’da yayınladığı bir makalede, Tepegöz ve Polifem anlatılarını Meeker’la tartışarak bir kez daha gözden geçirir kısa bir makalesinde. Çerçeveyi biraz geniş tutar ve zaman içinde oluşmuş farklı varyantlara da referanslar verir. Ona göre Tepegöz hikâyesi bireyle kolektife karşı sorumlulukları arasındaki gerilimi çözmez, aksine hâkim ideolojiyi normalleştirmeye çalışır. (Bu nedenle yazıya geçirilmiş olsa gerektir.) O hâkim ideoloji de babanın çıkarlarıdır elbette. Öz evlat Basat topluluğa kolayca uyum sağlar, yani topluluğun çıkarları için savaşır, gücünü kuvvetini babanın ve topluluğun hizmetine sunar. Üvey evlat Tepegöz bunu yapamaz. Karnını doyurmak isteyen dadıların kanını emer, oyun arkadaşlarının burunlarını, kulaklarını yer, sonra da nihayet insan eti yemeye başlar. Adeta obaya, kendisini dışlamak için ihtiyaç duyduğu tüm gerekçeleri hediye eder Tepegöz, belki de oba Tepegöz’ü Salahana Kayası’na sürdükten sonra bu gerekçeleri bir güzel düzer mâni gibi. Aynı Tepegöz, daha sonra koruyucusu olan yüzüğü ve başını kesmeye muktedir tek kılıcı üvey kardeşi Basat’a hediye edecektir nitekim. Conrad, Basat ve Tepegöz’ün birbirlerinin aynadaki yansımaları olabileceğine de dikkat çeker.

Bu tür öykülerdeki semboller öyle çok yönlüdürler ki, insanı hiç arzu etmediği, mutlu olmayacağı, kendinden şüphe edeceği menzillere de sürükleyebilirler. Conrad, Avrupa ve Türkiye’deki dev temasının aynı zamanda patriarkal, baskıcı idareleri de sembolize ettiğini, ama topluluktan uzak, tek başına Salahana Kayası’na giden türde devlerin yönetici sınıfların değil köylülerin, öfkeli ezilenlerin, dışlananların temsili olabileceğini söylüyor (sadece Conrad söylemiyor elbette, koca bir literatür var bununla ilgili). Böylesi durumlarda Tepegöz’ü öldüren Basat’ın hikâyedeki rolü hâkim ideolojiyi tahkim etmekten başka bir şey olmuyor.

Şimdi yan yana düşünelim bu önermeleri: Basat ve Tepegöz aynı evladın hayırlılık ve hayırsızlık potansiyelleri idi. Dev, kolektifle birlikte yaşıyorsa patriarkal baskıyı, Salahana Kayası’na yerleştiyse öfkeli (hatta kastrasyon/can korkusuyla) köylüyü ifade ediyordu. Demek ki bu ikisi arasında da bir bakışımlılık durumu var. Hatta kimin anlattığına göre bir tür değişmece olduğu bile söylenebilir. Her egemenlik tasavvuru, kimlerin nasıl ezileceğine, yerinden edileceğine dair bir önerme üzerine kuruludur en nihayetinde. Eğer hikâyenin aklımızda tutmamızı istediği açmaz bu kadar basitse çözümü kolay, çünkü yok. Gölgemiz ve ışığımızla yaşayıp gideceğiz. Peki ya ağırlığımız ne olacak?

KAŞIK DÜŞMANI

Tam burada benim aklıma Tepegöz’ün tasviri üzerinde neden yeterince durmadığımız geliyor. Neden tepesinde bir gözü bu canavarın ve neden delinmez? Dumrul gibi Tepegöz de bir geçiş sürecinin antikahramanları. İslam’a, yerleşikliğe ve devletli hayata geçiş sürecinin açmazlarını temsil ediyorlar. Geçmek demek suyun iki tarafına da aşina olmak, bir tarafa merhaba derken, diğerine veda etmek demek değil mi? Tepegöz’ün tasvirini bu kadar olağanüstü kılan, hatta öykünün sonunda annesinin, bedenini Oğuz’un kılıcından korumak üzere taktığı yüzüğü çıkarmasına sebep olan şey de belki geride kalmaya razı olması, dahası ahalinin bir yolunu bulup onu geride bırakacağından emin olmasıdır. Yoksa niye versin hayatının sırlarını üvey kardaşına? Çirkin olduğu için mi? Üvey olduğu için mi? Öz babası bir çoban olduğu için mi? Gene öz babası bir tecavüz suçlusu olduğu için mi?

Dikkatinizi çekerim bütün bu hikâyede bu suçu bilen yalnız iki kişi kalır Sarı Çoban sırra kadem bastıktan sonra. Biri Dede Korkut, diğeri peri kızı, yani Tepegöz’ün annesi. Ki o anne, daha hikâyenin başında, tecavüze uğradıktan bir yıl sonra, Sarı Çoban’a hitaben ama Oğuz’a seslenerek olacakları bildirmişti: “Çoban emanetini al. Ama Oğuz’un başına ölüm getirdin.”

Ahalinin geriye kalanının hikâyeyi bildiklerine dair bir işaret yok. Mevzu hiç konuşulmuyor sonra. Başlangıçta oluyor ve bitiyor. Geriye kalan her şey, yalnız bu meseleyi akıldan çıkarmayanlar için, bu suçun vebalini üleştirmek üzere oluyor. Fakat öyle bir ayrıntı var ki, hikâyeyi bilmeseler de farkında olduklarını ve bu nedenle Tepegöz’ün oğlunu yitirip bulmuş Uruz Koca’nın evlatlığı olmasını uygun bulduklarını söyleyebiliriz. O da Tepegöz’ün ok saplanmaz, mızrak geçmez gönü (gözünden başka hiçbir yerinde et yok). Çünkü Türklere isnat edilen hemen tüm türeyiş efsanelerinde ilk insan şeytanla temas edene, yani masumiyetini kaybedene kadar tüyle ya da bir kabukla kaplı. Şeytanla temas ettiği anda yaratıcının koruyuculuğunu temsil eden tüylerinden/kabuğundan mahrum kalarak yaralanmaya açık hale geliyor. Şu hâlde Tepegöz yalnız medeniyetsiz ve zevkine düşkün bir delikanlı değil, aynı zamanda ve aynı nedenlerle masum da. Ve işte bu sayede, yani masum olduğu için, obaya nasıl oba olduğunu, oba olmadan öncesini ve oba oluş halini hatırlatır. Hem de tek söz etmeden ve ne yaptığını bilmeden. E ama olmaz ki, oba olmak için Tepegöz’ün hatırlatmakta olduğu şeyi unutmak lazım değil miydi?

Böyle bakarsak, aynı evladın “hayırlılık” ve “hayırsızlık” potansiyellerinin sembollerine dönüşür Basat ve Tepegöz. Bir evlat başına buyruksa, topluluğun kurallarına karşı çıkıyorsa, o kuralları sorguluyor ve “siz obanızı neyin üzerine kurduğunuzun farkında bile değilsiniz” diye bağrınıyorsa, yediği her lokma büyür gözde, “sen bu obanın ekmeğini yiyor ama serserilik ediyorsun” denir ona. “Ya sev ya terk et” dizeleri eklenir ona söylenen ninnilere. Sadakatsizlikle ve hainlikle suçlanır hayırsız evlat. Üveydir artık. Üveyin yediği her lokma, topluluğun canından can söker sanki.

TEPEDEKİ GÖZ

Peki ya tepesindeki o göz? O gözü, tepesine yerleştiren nedir? Kimi yorumcular olaylara tek yönlü, yalnız kendi açısından bakan bencilliği ifade ettiğini söylüyorlar. Bildiniz, medeniyetsiz köylünün bencilliğini. #LaHavle! Doğrusu kendisini koruyan yüzüğü intihara benzer bir oyunculukla çıkarıp tüysüz üvey kardaşına veren bir Tepegöz’ün ahalinin bakışıyla yargılanmasına gönlüm razı değil. Bunun yerine o gözden yola çıkarak, Tepegöz diye birinin hiç cisimleşmediğini, o devasa bedenin o göze bir adres belirlemek üzere üretildiğini öne süreceğim. O göz, Dede Korkut’un mevzunun aslını bilen gözünden başka bir şey değil kanımca. Öyle olmasa Dede Korkut, hiç korkmadan Tepegöz’ün yanına varıp ona “oğul” diye seslenebilir miydi?

Eğer böyle ise Basat, Tepegöz’ü gene onun hazinesindeki kılıçla öldürüp paramparça ettiğinde aslında neyi parçalayıp yok etmiş olur? Hem niye parçalar sahi? Neden şişle kör ettiği gözün bulunduğu başı alıp tekrar obaya, yani kaynağına götürür? Böylesi bir gözü şişleyerek ve dağlayarak kör etmek, obanın hakikatini görmesine ve göstermesine mâni olmak mümkün mü? (4)

Şöyle tamamlayabilir miyiz artık cümleyi? Kahramanımız Basat, ahalinin görmeye, yan yana yaşamaya tahammül edemediği için Salahana Kayası’na sürerek daha da büyütüp görünürleştirdiği, içini günden güne daha büyük bir şiddetle kemirmeye devam eden hakikati parçalamıştır. Herkesin pekâlâ bilebileceği, öğrenebileceği sırrı kimsenin artık erişemeyeceği bir şekle soktuğu zannına kapılarak Tepegöz’ün başını ganimet olarak gene obaya getirir. Kaçış yok. Tekmelendikçe, uzaklara gönderildikçe devleşen dağın başındaki o serseri gözden kaçış yok. Şimdi hikâyeyi böylece okuduktan sonra görelim Dede Korkut ne soylamış Oğuz’a:

“Karadağ’a vardığında aşıt versin! Kanlı kanlı sulardan geçit versin! ...Erlikle kardaşının kanını aldın! Kalabalık Oğuz beylerini bundan kurtardın! Kadir Allah yüzün ak etsin, Basat!”

1- Tepegöz hikâyesinin tırnak içinde alıntılanan bölümleri, Orhan Şaik Gökyay’ın Dede Korkut Hikâyeleri adlı çalışmasından, Kültür Bakanlığı, 1976.

2- Bu, aslında göz kararı bir tespit. Ama Dede Korkut boyları üzerine yapılmış akademik çalışmalara bakıldığında, diğer öykülerin en azından araştırmacılar arasında bu üçü kadar popüler olmadığı rahatlıkla görülebilir. Tepegöz’ün ilaveten genel olarak mitoloji, özelde Türk kültürü ya da folklörü diyebileceğimiz bir alanda çalışan araştırmacıların ilgisine mazhar olmasının özel bir sebebi daha var. O da anti-kahraman olarak resmedilen bu “yığınak”ın yalnız Yunan değil, hemen bütün dünya mitolojilerinde tek gözlü dev (Cyclopes) olarak tarif edilen bir acayip varlık türünün temsilcisi olması. Adı da tepedeki gözün şeklinden alıyor, daire ya da çember demek. Tepegöz’ün modern dönemde ilk kâşifi olan Alman diplomat ve oryantalist Heinrich Friedrich von Diez’e göre Tepegöz orijinal anlatıdır. Homer, Polifem’i Tepegöz’den esinlenerek yazmıştır. Şurada von Diez’in çalışmaları ve Tepegöz-Polifem karşılaştırması ile ilgili detaylı bir çalışma bulabilirsiniz. Elbette yazılı form itibariyle Homer, Dede Korkut’tan yüzyıllarca eski, kastedilen hikâyelerin yazıya geçirildikleri değil, anlatıldıkları dönem.

3- Cyclopes (kiklop mu yazsam, bu da tuhaf geliyor, siz karar verin) ortaya çıktığı her yerde tanrıdan (topluluğun tanrısından) korkmayan, koyduğu kurallara da kulak asmayan, toplulukla yaşamak yerine tek başına yaşamayı tercih eden, dolayısıyla o değerli birlik ve beraberliği satın almayan biri olarak görünüyor. Yunan mitolojisinde sembolleri yıldırım, yani şiddetli bir fırtına esnasında çakarak atmosferi aydınlatan ve olup bitenleri bir an da olsa görmemizi sağlayan ışık. Tepegöz’ün bu kadar kısa ömürlü olması tesadüf değil yani. Kendisiyle ilgili gerçeğe tahammül edebilen topluluk gördünüz mü? Hesiod’un Theogony’sinde üç kardeşler, Brontes, Steropes ve Arges. Homer’in Polifem’inde ise gayrımedeni bir çoban topluluğuna dönüşürler. Ve sıkı durun, demircilik ve inşaatçılık mesleklerinde ustalıklarıyla bilinen tepegözler de vardır. Hatta onların adlarıyla anılan bir de duvar örme tekniği var. Türkçeye kiklop duvar örgüsü diye geçmiş ama bu adlandırmayı sevmedim. Şuradan fotoğraflara bakıverin, tanıdık gelecek.

4-Hikâyeyi böyle okuyacak olursak zamanla Basat’ın Keloğlan, Tepegöz’ün ise Köroğlu donuna girdiğini de öne sürebiliriz. Keloğlan çelimsiz, tüysüz, tembel ama oyunbazdır. Devlerle savaştığı da anlatılır. Kimileyin zorba padişahlara, beylere karşı ahalinin yanında yer alır. Köroğlu’nun isyanında ve dağa sığınışında, hatta dağdan beslenişinde Tepegöz’ün izini sürmek isteyene yollar çok açık.


Ayşe Çavdar Kimdir?

Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.