YAZARLAR

Tavan arasındaki 'şeytan' kadınlar, bir suç birimi olarak aile

Çatı kadındaki o "şeytan kadın"ın anısını defetmek, kadın kahramanın evin hanımı ve evlendiği ıssız adamın kalbinin esas sahibi olabilmesi için aşması gereken büyük sınavdır. Birbirine rakip bu iki kadın arasında iki eş arasında olduğundan bile daha derin ve karmaşık bir ilişki vardır.

İyi huylu, mütevazı, akıllı ve uyumlu genç kadın, hayal edebileceğinden çok daha iyi bir evlilik yaparak büyük bir malikanenin “hanımı” olur. Çoğunlukla iyi eğitimli ama yoksul ya da babasının iflası nedeniyle yoksul düşmüş bir kadındır bu. Aşkla tutunmaya çalıştığı malikane, kraldan çok kralcı kahyasından koltuklarına, avizelerine kadar, muvaffak olmaması için elinden geleni ardına koymaz. Evin kendisi “yeni hanım”a karşı neredeyse sınıfsal bir direniş mekânı haline gelir. Ev canlı, uğursuz ve tehlikelidir.

Rebecca – Alfred Hitchcock (1940)

Bu malikanenin çoğunlukla kilitli bir odası, girilmesi onaylanmayan bir “kanadı” ve uğursuz bir tavan arası vardır. İyi niyetli gelinine karşı çoğunlukla müşfik Alfa kocanın da kadına yasak kıldığı yerlerdir bunlar. İşte o kilitli odada, o tavan arasında erkeğin karanlık ve gizemli yanlarının da nedeni olan karanlık bir aile tarihinin izleri vardır. Çoğunlukla lanetlenmiş ve adı anılmayan bir “kötü kadın”a ait eşyalar tutulur orada. Güzel olduğu kadar da sadakatsiz ve narsisist bir eski eşe, bazen de aynı özelliklere sahip anneye ait eşyalar… Adı anılmayan bu kadına ait her şeyinse neredeyse dokunulmadan durduğu bu tabu mekân, kadın için kocasının kapalı, karanlık yanının da anahtarı gibidir.

Tavan arasına kapatılan kadınlar

Tavan arasındaki kadın, artık hayatta olmadığında bile büyük tehdittir. Çünkü erkeklerin meleklerle evlenip aile kursalar da hayatlarına girmiş o şeytan kadını hiç unutamadıkları, düzenli olarak beslenen bir bilgidir. Çatı kadındaki o hayaleti defetmek, kadın kahramanın kendisine ayrılmış tek alan olan eve gerçek anlamda yerleşebilmesi için aşması gereken başlıca sınavdır. Anlar ki bütün evin idaresini ele geçirse bile buradaki gizemi çözemez, geçmişin izleriyle başa çıkamazsa asla gerçek anlamda evin hanımı ve bu ıssız adamın kalbinin esas sahibi olamayacak.

Rebecca – Alfred Hitchcock (1940)

İngiliz edebiyatında örneğine çok rastlanan, “Jane Eyre” başta, bu temaya sahip çarpıcı romanların uyarlamaları ve Hitchcock’un günümüzde bile popülerliğini yitirmeyen “Rebecca”sının esin vericiliğiyle bugüne dek gelmiştir bu tavan arasındaki kadın hikâyesi. Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda”sından bu yana da yalnızca eril edebiyatın kadın kahramanları hapsettiği “melek/şeytan” ikiliğinin değil, erkekler dünyasında kadın yazarın kendini var etme mücadelesinin bir metaforu olarak da okunur. Sandra Gilbert ve Susan Gubar’ın Viktorya edebiyatını feminist bir perspektiften ele aldıkları “TheMad Woman in the Attic” (Tavan Arasındaki Deli Kadın), adı üzerinde doğrudan bu tema üzerinden bu kavramları sorgulayan bir kitap.  Konuya ilişkin olarak Hülya Soyşekerci’nin bu makalesine de göz atmanızı öneririm.

Jane Eyre (Mia Wasikowska) evdeki kilitli odayı araştırıyor. (Jane Eyre -2011) 

Charlotte Bronte’den Jane Austen’e kadın yazarlar, erkek dünyada kadın yazar olmanın her tür zorluğuyla baş etmeye çalışarak günümüze kadar okunan büyük eserler yaratmayı başardılar. Çoğu kez “kendilerine ait bir oda” gibi, yazarlığın gerektirdiği konsantrasyonun en temel aracına bile sahip değildi bu kadınlar. Hem kendi seslerini bulmak hem de günün eril anlatılarına belli ölçüde uyum sağlayan eserler ortaya koymak durumundaydılar. Bu çatışmalı motivasyondan ötürü eserlerindeki karakterler ve olay örgüleri, en uzlaşmacı göründükleri anlarda bile aslında sağlam bir feminist potansiyel taşır.

Yukarıda bahsettiğim eserlerde değinildiği gibi, o tavan arasına hapsedilmiş arıza kadın, hem yazarın hem de toplumsal cinsiyet rolleriyle uyumlu “iyi” kadın karakterin bir tür alter egosudur. Bu çekici rakip, elindekinin kıymetini bilmemiş, pek çok kadının evlenmeye can atacağı bir adamın kalbini kırmış, kendinden başka bir şeyi (bu arada varsa çocuklarını da) düşünmemiş olduğundan kadın karakterin değerlerine taban tabana zıttır. Ama bir yandan da patriyarkal dayatmaları boydan boya yırtıp kafasına göre davranarak “iyi kadın”ın içine atmak, bastırmak zorunda kaldığı her şeyi yapmış olmasıyla cesurdur. Sonuçta erkek için unutulmaz görünen de (kuyruk acısıyla bile olsa) sonsuz fedakarlıktan çok bu ele avuca sığmaz cesarettir. “İyi” kadın rakibiyle bir tür yoğun ilgi/nefret ilişkisi kurarak onunla yer yer özdeşleşse de, hayata tutunmak için sonuçta onu “yenmeyi” ve evin sahibi, çocuklarının anası olmayı tercih eder genellikle. Ama çoğu kez yüz yüze gelmeyen bu iki kadın arasında, iki eş arasında olduğundan bile daha derin ve karmaşık bir ilişki vardır.

Bu eserlerde olayları hep “iyi kadın”ın gözünden görür, onunla özdeşleşir, türlü entrika ve engeli aşmasını isteriz. “Arıza/şeytan kadın”ın kim olduğu, gerçekte nasıl biri olduğu eserin esas derdi değildir. İşte bu nedenle Jean Rhys, Jane Eyre’den 120 yıl kadar sonra yazdığı “Geniş Geniş Bir Deniz” (Wide Sargasso Sea) adlı romanını, kitabın tavan arasına kapatılmış şeytan/deli kadını, eski eş Bertha Mason üzerine kurar. Onu konuşturur, olayları onun bakış açısından anlatır. Bir stereotipe hayat ve hikâye kazandırması bakımından hayli ilgi çekici bir romandır bu.

Flowers in the Attic: The Origin dizisinden

Lifetime mini serisi “Flowers in the Attic: The Origin” de bir yönüyle benzer bir şey yapıyor ama bu kez iyi kadınla şeytan kadını, iki stereotipi aynı kadın karakterde birleştirerek. W.C. Andrews’un tüm dünyada çoksatan aynı adlı serisindeki (bizde de “Çatı” serisi olarak çevrilip büyük ilgi görmüştür) korkunç büyükanne, Olivia baş karakterimiz. İki kez sinemaya da uyarlanan seride, aile mirasını ve adını korumak gibi bir amaçla istenmeyen bir evlilikten doğan torunlarını, anneleriyle iş birliği içinde yıllarca çatı kadında kilitli tutan bu “canavar” kadının ve karmaşık aile sırlarının başlangıcını anlatıyor bu mini dizi. Olivia’nın evlilikten önce son derece makul, özgüvenli, şefkatli bir kadınken bir canavara dönüşmesini adım adım izliyoruz.

Olivia ve Malcolm

1910’lar için oldukça ayrıksı, babasının sekreteri değil ortağı, iş güç sahibi, zeki, geleneksel güzellik ölçülerine uymasa da karizmatik ve evliliği öncelik olarak görmeyen bu kadın “gerçek olamayacak kadar iyi” bir süper talip, beyaz atlı prens olan Malcolm tarafından evlenmeye ikna ediliyor. Eski hayatını geride bırakıp görkemli olduğu kadar da kasvetli Foxworth malikanesine taşındığında peri masalı başladığı hızla gotik gerilime evriliyor. Beyaz atlı prensin içinden mavi sakal çıkıyor. “Love bombing” evresini şiddetli bir “gaslighting”, evlilik içi seri tecavüz, şiddet, seri aldatma ve giderek ensest dehşeti izliyor. Çeşitli nedenlerle bir türlü bu döngüden kurtulamayan Olivia ise kendini çocuklarına adayıp onların geleceği için aile adını korumaya çalışırken yavaş yavaş şeytanla iş birliği yapmaya başlıyor.

W.C. Andrews’un ürpertici bir gotik hikâyeyi pembe dizi formülleriyle birleştirdiği çoksatarından farklı olarak bu mini dizide eril tahakküm, şiddet, kadınlararası rekabet ve dostluk gibi temaların yanı sıra ırkçılık ve bir LGBTQ+ aşk hikayesi de yer yer etkili sayılabilecek biçimde işleniyor. Gerilim, karakter dönüşümleri ve Max Irons’la Jemima Rooper başta olmak üzere oyunculuk performansları da oldukça iyi. Genelde oldukça hafif ama eril tahakküm altında hayatta kalma çabasıyla onunla iş birliği yapmanın sınırları, tavan arasındaki “öteki” kadınla “iyi kadın”ın aslında belli açılardan birbirini tanımayan kız kardeşler oldukları gibi meselelere yaklaşımı bakımından da katmanlı, iyi bir seyirlik. Türün meraklılarına özellikle önerilir.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.