YAZARLAR

Taş Seul’de ağır: Güney Koreliler Hollywood yolunda

Taş yerinde ağır. Yerel hikayelerinden uzaklaşan ülke sineması yönetmenleri Hollywood’un kimliksiz pahalı prodüksiyonlarında aynı başarıyı gösteremiyorlar... Umarım Bong Joon-ho’un Hollywood merakı uzun sürmez. Zira son yılların en kıymetli yönetmenlerinden birini daha Hollywood çarklarına kurban vermek istemeyiz.

2000 sonrasının sıçrama yapan iki ülke sineması Asya kıtasındandı. İran Asgar Ferhadi ile şehirli ve sınıfsal vicdan muhasebelerini ortaya koyarken Güney Kore Park Chan-wook’un Oldboy’uyla Aksiyon ve şiddetin kullanımını yeni bir bakış açısı getirmişti. 2000’ler bu iki ülke sinemasının Cannes ve Berlin’den sonra Oscar’a kadar uzanacak başarı çizgisinin
yıllarıydı.

İran sineması devlet erklerinin tutucu yaklaşımlarıyla yükselişe geçen bir sinemayı güdümlü bir diaspora sineması olmaya mecbur bırakırken Güney Kore sineması ise Hollywood yapımcılarının kıskacında.

Taş Seul’de ağır: Güney Koreliler Hollywood yolunda - Resim : 1

PARAZİT’İN YÖNETMENİ BONG JOON-HO HOLLWOOD YOLUNDA

Bu hafta vizyona giren Bong Joon-ho’un yönettiği "Mickey 17" filmi bu kıskacın son kurbanlarından biri. Yönetmenin "Parazit"ten sonra Amerika’da yönettiği İngilizce bir uzay filmi. Film, uzayı kolonileştirmeye çalışan bir şirkette öldükten sonra klonunun üretilmesine izin veren bir işçi olarak çalışan Mickey'nin hikâyesini anlatıyor.

Filmin, yönetmenin sınıfsal farkındalığından izler taşıyan politik sistem eleştirisi tarafları olsa da Güney Kore’de çektiği filmlerin tadını vermiyor. Taş yerinde ağır. Yerel hikayelerinde uzaklaşan ülke sineması yönetmenleri Hollywood’un kimliksiz pahalı prodüksiyonlarında aynı başarıyı gösteremiyorlar. Bunu çok sayıda örneği var.

Taş Seul’de ağır: Güney Koreliler Hollywood yolunda - Resim : 2

ALMAN YÖNETMENLERİN HOLLYWOOD MACERASI

Ülkelerinin başarılı yönetmenlerinin Hollywood yoluna düşüp sonu hüsrana uğrayan hikayelerinin ilk örneği Koreli yönetmenler değil kuşkusuz. Daha önce özellikle Alman yönetmenler Hollywood yapımcılarının gözdeleri olmuşlardı. Ancak ne var ki hemen hepsi tek gidişli bir Almanya biletiyle Hollywood hikayelerini sonlandırdılar.

Nazi dönemi mecburiyetten gidenlerin zorunlu göçünün yanında 2. Dünya Savaşı sonrası Amerika’nın Almanya’da hem askeri hem de kültürel bir hegemonya kurmasından sonra, savaş sonrası yetişen yönetmenler için Amerika her zaman güçlü bir seçenekti. Fritz Lang gibi Nazi baskısından kaçanların yanında savaş sonrası dönemde doğan Wolfgang Petersen, Wim Wenders, Werner Herzog, Volker Schlöndorff, Michael Haneke, son dönemden Tom Tykwer, Dennis Gansel ve Florian Henckel von Donnersmarck yolu Hollywood’la kısa ya da uzun bir şekilde kesişen Alman yönetmenlerden. Volker Schlöndorff 1979’da "Teneke Trampet"i çekmiş, En İyi Yabancı Film dalında Oscar ve Cannes’da Altın Palmiye Ödülü dahil 10’dan fazla ödül kazanmıştı. Schlöndorff artık uluslararası bir yönetmendi. 1985’de Arthur Miller’ın "Satıcının Ölümü"nü Amerika’da televizyon filmi olarak çekti. Nitelikli bir uyarlamayla başlayan Amerika hikâyesi, doksanların başına gelindiğinde ticari işlere dönüşmüştü. Almanya’nın saygın yönetmeni Amerika’da televizyon projelerinde harcanıyordu. Almanya’ya kesin dönüş yapıp kariyerini yeniledi. 2000 sonrası filmografisine baktığımızda Amerika’ya gitmeden önce yaptığı gibi Almanya’nın 20. yüzyılda yaşadığı politik dönüşümü merkeze alan ve çoğu edebiyat uyarlaması olan filmler çekmeye kaldığı yerden devam ettiğini görüyoruz.

Alman sinemasının Hollywood’a armağan ettiği önemli yönetmenlerinden biri de Wolfgang Petersen’dı. 1979’da"Das Boot" (Denizaltı) filmini çeken yönetmen, bir denizaltıda sıkışmış Alman askerlerinin psikolojik yapısını propagandist olmayan bir dille unutulmaz bir sinema ziyafetine dönüştürmüştü. Film Oscar yarışında 6 dalda aday olarak en çok adaylığı olan Alman filmi rekorunu da hâlâ elinde bulunduruyor. Bu filmden sonra kariyerine Hollywood karasularında devam etmek isteyen yönetmen, ne yazık ki böylesi bir filmi bir daha çekemedi. 2. sınıf aksiyon-bilimkurgu filmlerinin ticari yönetmenine dönüştü. Böylece Hollywood bir Alman estetiğini daha çarklarında yok etmiş oldu.

Alman sinemasının üretken ve çok yönlü ismi Wim Wenders de seksenlerin ilk dönemi Amerika’yı yurt eyleyenlerden biriydi. Hollywood’dan teklif alan yönetmen, her zaman hayalini kurduğu bir maceraya adım atmış oldu. Seksenli yılların ilk yarısını Amerika’da geçiren yönetmen, hayranlığını hiçbir zaman saklamadığı Amerikan kültürünü yakından keşfetti. 1984 yılında kaybolan karısının izini süren bir adamın hikâyesini anlattığı "Paris- Texas" filminde aslında peşine takıldığı Amerikan rüyasının çöküşünü anlatıyordu. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye alan filmden sonra yönetmen yeniden Almanya’ya döndü.

1987 yılında Almanya’da "Wings of Desire" filmini çekerek seksenli yılların en iyi Avrupa yapımlarından birini ortaya çıkardı. Filmle 1988 Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’ne sahip oldu.

Tom Tykwer da 2000 sonrası Hollywood yolunu tutan Alman yönetmenlerden biriydi. 1998 yapımı "Lola Rennt"le (Koş Lola Koş) büyük çıkış yapan Tykwer, 2006’da Patrick Süskind’in meşhur romanı "Koku"yu sinemaya uyarlayarak dünya çapında başarı sağladı. Bu filmle ticari sinemayla estetik sinemayı ustaca birleştirmişti. 2010 sonrasında Amerika projelerinde kendine alan açmaya çalışan yönetmen, 2012’de Matrix’in yönetmenleri Wachowski Kardeşler’le birlikte "Bulut Atlası" filmini yönetti. Tykwer, 2016’da Tom Hanks’in oynadığı Hollywood filmi "A Hologram for the King"i çekti. Suudi Arabistan’da çalışan bir iş adamının günlük hayatına odaklanan film, yönetmenin en zayıf filmlerinden biri oldu. Daha sonra yeniden Almanya’ya dönen yönetmen Avrupa’nın en pahalı dizisi unvanına sahip olan "Babylon Berlin" projesinin başına geçti. Savaş öncesi Almanya’nın yaşadığı politik ve sosyal dönüşüme odaklanan yapım, oldukça ince detaylarla tarihi dönemi yansıtan başarılı bir proje oldu. Tom Tykwer başarıyı yine kendi topraklarında buldu.

Taş Seul’de ağır: Güney Koreliler Hollywood yolunda - Resim : 3

KORE’DEN HOLLYWOOD’A İLK HALKA PARK CHAN-WOOK

Bong Joon-ho’dan önce Park Chan-wook da Batılı yapımcılarla çalışma yoluna gitmişti. Yönetmenin çıkış filmi olan 2003 yapımı Oldboy Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü almış, Uluslararası festivallerde 20’ye yakın ödül kazanmıştı.

Oldboy, 2008 yılında, CNN’in düzenlediği ankette tarihin en iyi Asya yapımı filmlerinden biri seçilmişti. 2009’da ise "Thirst"i çekti. "Thirst"; ölüm, yaşam hakkı ve vicdan üzerine çarpıcı bir vampir filmiydi. Bir rahibin vampire dönüşmesinden sonra inanç ve arzuları arasındaki ikilemi görsel bir ziyafetle beyaz perdeye yansıtan film, Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü aldı. Güney Kore’de de en çok izlenen film oldu. İlk çıkış filmi Oldboy’dan 10 yıl sonra ilk İngilizce filmi olan Nicole Kidman’ın oynadığı "Stoker" filmini çekti. 2018’de "The Little Drummer Girl" isminde BBC için politik bir dizi de çeken yönetmenin kariyerinin en zayıf halkalarını Güney Kore dışında İngilizce çektiği bu yapımlar oluşturuyor. Bu zayıf halkalardan sonra yeniden Kore hikayelerine yönelen yönetmen 2016 yapımı "Hizmetçi"de Japon işgali döneminde Kore’nin 1930'larında bir hikâye sunmuştu. Yakışıklı bir dolandırıcı, yoksul ama deneyimli bir hizmetçi ve zengin ama deneyimsiz genç bir kadın arasında geçen aşk üçgenini üçlü bir kurguyla sunan yönetmen, erotizmin cazibesini katmanlı bir yapıyla sunarak ustalığını göstermişti. 2022 yapımı Kore’de çektiği "Ayrılma Kararı" 75'inci Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’ne layık görülen film, dağa tırmanan bir adamın kayalıkların arasında ölü bulunmasının izini süren takıntılı bir dedektifin olayın intihar mı yoksa bir cinayet mi olduğuna karar vermeye çalışırken maktulün karısıyla olan yakınlaşmasının gerginliğine odaklanıyor. Dedektif Hae-joon’un zihni, şüphelerini intihardan cinayete doğru çevirirken, gönlü de beklenmedik bir yöne yelken açmaya başlayacaktır.

Umarım Bong Joon-ho’un Hollywood merakı uzun sürmez. Zira son yılların en kıymetli yönetmenlerinden birini daha Hollywood çarklarına kurban vermek istemeyiz. Güney Kore, Amerikan üslerinin varlığı, Japon işgalinin sarsıcı etkilerinin izleri, despotik sanayileşme hamlesinin vahşi kapitalist hikayeleriyle ve yakın zamanda başarısız bir ordu müdahalesinin politik atmosferiyle hâlâ son derece zengin sinemasal hikayeler barındırıyor. Seul’ün ışıklı dünyasıyla bakımsız sokaklarının gerginliğini barından nice hikayeler Bong Joon-ho’nun kadrajına girmeyi bekliyor.


Rıza Oylum Kimdir?

1984 İstanbul doğumlu. İstanbul Kültür Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans, Trakya Üniversitesi’nde aynı alanda yüksek lisans eğitimi aldı. Varlık, Virgül, Agora, RadikalGenç, Birgün, Cumhuriyet Kitap, Film Arası, Kitapçı, Sendika.org, ve Edebiyathaber.net gibi farklı mecralarda sinema ve edebiyat merkezli metinler yayımladı. Uzakdoğu Sineması, Rus Sineması, Alman Sineması, Ortadoğu Sineması, Dünya Yönetmenlerinden Sinema Dersleri, Doksanlar, Dünya Yazarlarından Yazarlık Dersleri ve İran Sineması kitaplarını yazdı. Ulusal ve uluslararası festivallerde jüri, küratör ve yayın editörü görevlerinde bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında ülke sinemaları üstüne konferanslar verip workshoplar yaptı. Halihâzırda bir vakıf üniversitesinde sinema tarihi dersleri veriyor. Seyyah Kitap’ın genel yayın yönetmenliğini sürdürüyor.