Tarihten ölüler çağırmak

AKP'nin kurduğu dinsel hegemonyaya tersinden destek vererek AKP’ye din tandanslı muhalefet etmek değil, dinî tartışmaları politik mücadelenin nesnesi olmaktan çıkarmak en doğru taktiktir.

Google Haberlere Abone ol

Emre Ergül* [email protected] 

TDK sözlükte "İdeoloji" şöyle tanımlanıyor:

“Siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükûmetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü.”

Aynı sözlükte “din” başlıklı madde de ise şunlar yazıyor: “Tanrı'ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum, inanılıp çok bağlanılan düşünce, inanç veya ülkü, kült.”

Konumuz, din ve ideoloji ya da ideolojileştirilen din veyahut dindar ideoloji. Konuya girizgâh yaparken bir üst tanım olarak şu çıkarımı yapmamız gerekiyor:

Din, sadece felsefenin bir konusu değil, aynı zamanda bir bütün olarak tarihin içinde şekillendiği toplumsal ve siyasi evrimin unsurlarından biridir. Soyut tek tanrıcılığın verdiği avantajla çoğu zaman üstyapının bir kurumunu değil, üstyapının bütününü oluşturmuştur. Bundan dolayı da sanattan felsefeye, mantıktan edebiyata birçok tartışma ya doğrudan din ya da dinin eteklerinde cereyan eden tartışmalar olarak sürüp gitmiştir. Bu bağlamıyla dine, üstyapının en baskın ve direngen kurumudur desek yanılmış olmayız.

Toplumsal sınıfların ya da kesimlerin siyasi yansıması olarak günümüzde partiler rol oynarken, partilerin olmadığı dönemlerde bu rolü dinler, mezhepler ve tasavvufi düşünceler oynamıştır. Yani dinler, ortaya çıktığı dönemde sınıf mücadelelerinin birer görünümü ve ideolojisi olmuşlardır. Örneğin, Hristiyanlık iktidar olmamışken “Kadınların ve kölelerin dini” diyerek aşağılanmış, ütopik sosyalist pratiklerin birçoğu dinsel biçimlerde ortaya çıkmıştır. Buradaki “sınıf mücadelesinin görünümleri” belirlemesi, klasik anlamıyla proletaryanın sermayeye karşı mücadelesi olarak değil, toplumun temelini oluşturan her türlü politik gerilimin zemini olarak kavranmalıdır. Tam bu noktada Engels’in şu belirlemesini hatırlamakta fayda var: “Feodalizme karşı devrimci muhalefet; tüm Ortaçağ boyunca kendini, koşullara göre kimi zaman mistik, kimi zaman açık mezhep sapkınlığı, kimi zaman da silahlı ayaklanma biçiminde göstermiştir... Hatta, 16. yüzyılın din savaşları adı verilen şeylerde bile, her şeyden önce çok ciddi sınıf çıkarları söz konusudur... Eğer bu sınıf savaşımları o çağda, dinsel bir nitelik taşıyor, eğer çeşitli sınıfların çıkar, gereksinme ve istemleri din maskesi altında gizleniyor idiyseler, bu hiçbir şeyi değiştirmez ve çağın koşulları ile kolayca açıklanır...”

Özetle din dediğimiz şey, homojen ve salt felsefi bir dünya kavrayışı değil; içinde bulunduğu sınıfın dilinde, düşüncesinde ya da eyleminde farklı biçim ve içerik kazanan bir olgudur.

Bu kısa tanımdan sonra, yazının esas konusu olan, dinin herhangi bir şekliyle ideoloji olarak edinilip edinilmemesi üzerine tartışmak istiyorum.

İdeolojik aygıtlar, somutlaşan maddi yapılardır. Bu aygıtlardan birisi olan din ise, diğer ideolojik aygıtlardan farklı olarak mensupları tarafından tanrısal/mutlak/doğaüstü bir olgu olarak ele alınır. İdeoloji olarak din, bireyin, tüm alanlara dair düşünüş ve eylemlerinde etkin bir rol oynar. Bu rol oynayış, nihayetinde dinin kurumsallaşmasına, kurumsallaşan din de ideolojileşmenin zirvesine ulaşır. İdeoloji olarak din, içindeki ilahi mutlakiyetçi belirlemeciliğin ve yaşamın sonunda ödül ya da cezanın olduğu bir “öteki dünya” tasavvurundan dolayı diğer ideolojilerden ayrılır. Paradigmasal olarak bu zemine oturan din, kamusal alana da aynı mutlakiyetçilikle yansır. Tanrısal addedilen buyrukların yönetimin ideolojik dayanağı haline gelmesi, devletin “Tanrı-devlet” yöneticininse “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” olma durumuna yol açar. Bizans, Sasani, Roma, Moğol, Emevi, Abbasi, Osmanlı ve AKP Türkiye’si devlet anlayışları bu durumun somut görüngeleridir. Net bir belirlemeye başvurarak diyebiliriz ki, devlet ne dine karışmalı ne de din devlete karıştırılmalıdır. Şimdi bu satırları okuyunca “Ne yani dini, dincilere mi bırakalım, dini muhalefet etmeyelim mi?” diyenler olacaktır. Ancak bırakılmayacak bir din kalmamıştır, din zaten asırlardır o geleneğin elinde devletlü Sünni bir haldedir. Sürü elden gitmişken alaca dananın nerede olduğunu tartışmak abestir. Çünkü alaca dana da zaten sürünün içindedir.

Devlet politikalarını, inandığı dinin ve mezhebin hükümlerine göre belirlemeye çalışan AKP, bunu yaparken aynı zamanda dinî bir vesayet rejimi kurarak kendine dayanak yaptığı dinsel ideolojisini toplumun tüm kesimlerine dayatmıştır. Hâl öyle bir noktaya gelmiştir ki, bu duruma itiraz etmek için bile dinî referanslar kullanarak muhalefet etmek “zorunluluğu” ortaya çıkmıştır. AKP iktidarı bugünlerde “Allah, ayetinde ‘sizi yoklukla sınarım.’ bundan dolayı ekonomik krize karşı sabredelim” derken, muhalefet de “Ama Allah başka ayette de ‘başınıza gelen her musibet kendi yaptıklarınız yüzündendir.’ Din istismarı yapıyorsun.” diyerek siyasal İslam’ın oluşturmaya çalıştığı dindarlaştırılan toplum modeline tersinden katkı sunmaktadır. Allah'ın ne dediği her yurttaşı ilgilendirmez, ilgilendirse bile bu devleti ilgilendirmez. Muhalefet, dini, siyasetin nesnesi yapmaktan çıkaracağına, dini tersinden siyaset nesnesi yapmaya devam etmektedir. Bu da bizi aynı girdabın içinde debelenmekten başka noktaya götürmemektedir. Bir ilahiyatçının iktidara karşı dinî muhalefet yapması anlaşılabilir ancak bir muhalefet partisi liderinin bir ayete başka bir ayetle cevap vermesi iktidarın oluşturduğu her alanın dinselleştirilmesi politikalarına dolaylı destek vermekten öteye geçememektedir. Bu politikaya muhalefeti mecbur bırakan iktidarın kendisidir. Sorun, bu mecburiyetin “Muhafazakarları ürkütmeyelim” korkusuyla kırılıp atılamamasıdır. Sol muhalefetin, İslami bir dil kullanarak halkla buluşabileceğine dair görüşler doğru değildir ve akıl tutulmasıdır. Muhalefetin bu tavrına tav olup da sola oy verecek muhafazakâr pek yoktur. Anadolu’da İslam’ın algılanışı ve yaşanılan İslam, Halk İslam’ı diye tanımlayabileceğimiz ideolojileşmeyen İslam’dı. Millî Görüş ve AKP, yarattığı algıyla topluma “Dindar-dinsiz vatandaş” algısı ve bu algının şekillendirdiği ideolojik hattı yerleştirmeyi başardı ve hâlâ da başarmaya devam etmektedir. Ancak bu hat, halka hala yabancıdır ve aksi de olmayacaktır. Korkut Boratav’ın deyimiyle “Siyasal İslam, Türkiye toplumunun Müslüman kimliğini fethetmeyi hedefleyen, dıştan gelen bir saldırı olarak örgütlendi.” Bunun en somut görüngelerinden birisi olan “Solcular dini bilmedikleri için kaybediyorlar. Müslüman olan solcu olamaz” algısı bir illüzyon ve çadır tiyatrosudur. Dünyanın hiçbir yerinde ateizm sosyalist partilerin parti programı olmamış, Marksizm’in ustaları da ateizm propagandasını anarşist bir safsata olarak görmüşlerdir. Halkların meselesi din değil, ekmektir. Ekmek kavgasının yıkamayacağı din tandanslı hiçbir iktidar yoktur.

Dinler, paradigmasal olarak tanrı tarafından mutlak adaletin gerçekleşeceği öteki dünya ve cennet-cehennem gibi temel doktrinlere sahip olduklarından, bu dünyada cenneti kurma vaadine sahip olmaları zaten mümkün değildir. Bu, din denilen olgunun teolojik paradigmasına terstir. (Her ne kadar “cennet cehennem de dünyadadır” yorumları yapılsa da bunun temel din paradigması açısından geçerli yanı yoktur.) Kişinin adil, eşit ve sömürüsüz bir dünyayı inancı gereği savunabilmesi gibi, bir kişi herhangi bir dine inanmadan da bu değerleri savunabilir. Bunun için illa bir Allah'a, peygambere, ayete ya da hadise ihtiyaç yoktur. Kadim insanlık birikimi ve ezilen halkların yarattığı değerler dünyası bu değerleri savunabilecek referanslarla doludur. Din, devlet için, tamamen kişinin kendi sorunu olarak ele alınmalıdır.

Yazıyı bir sonuca çıkaracak olursak, AKP'nin kurduğu dinsel hegemonyaya tersinden destek vererek AKP’ye din tandanslı muhalefet etmek değil, dini tartışmaları politik mücadelenin nesnesi olmaktan çıkarmak en doğru taktiktir. Sosyalist mücadele, kendi söylemini İslami söyleme indirgeyemez. İnsanlar “Müslüman olanlar ve olmayanlar” diye değil, “Ezenler ve ezilenler” olarak ikiye ayrılır. Laik, devrimci, demokrat ve sol çevrelerin AKP’nin din eksenli ideolojik saldırıları ve hegemonyası karşısında, din karşıtı görünmek korkusuyla geri çekilmek yerine, dini politik mücadelenin ana unsuru olmaktan çıkarmak için açıkça mücadele etmesi gerekmektedir. Bunu yaparken de ezilen halkların dini inançlarına karşı ötekileştirici bir tutum almadan (-ki halkların samimi inancıyla devrimcilerin sorunu olamaz, olmamalıdır. Sorunu olduğu çarpıtması İslamcıların soğuk savaş politikasıdır.) meseleye politik değil, sosyolojik olarak “Kültürel Müslüman” şeklinde yaklaşılabilir. Nihayetinde içinde mücadele ettiğimiz toplumun kültürel aidiyeti yok sayılamayacak bir gerçekliktir. Teizm bizi ilgilendirmediği gibi ateizm de ilgilendirmez. Bunlar kişinin kendi sorunudur. İçinde bulunduğumuz topraklar, semavi dinlerin doğduğu topraklardır, dinin bu toprakların kültüründe önemli bir yeri vardır. Günlük konuşma dilinden tutun, belirli dini gün ve haftalarda yapılan kutlamalar da bu kültürün izdüşümleridir. Bu kültürel aidiyet, politik değil; sosyolojik bir olgudur. “Halk İslam”ı diye tanımlayacağımız bu kültürel aidiyetin ideolojik İslamcılıkla alakası olmadığını bilmek gerekir. Tüm bunlarla beraber Millî Görüş ve AKP ile vücut bulan “İdeolojik İslam”ın ya da “İslamcı İslam”ın açtığı tahribatın yeni kuşakları tepkisel olarak “Halk İslam”ı denilen kültürel aidiyetten de uzaklaştırdığını belirlemeliyiz.

Bu bağlamıyla devrimci laiklik anlayışını savunmalı ve o yolda mücadeleden asla vazgeçilmemelidir. İster Sünni ister Şii isterse de başka bir şey ne şekliyle olursa olsun, İslam’ın, devlet eliyle toplumsal alana müdahalesi kırılmalıdır. Tarihte ölmüş bir olguyu yeniden yorumlandırarak ölüler çağırmak değil, yepyeni bir çağı yaratmak için çalışmak gerekir.

*Araştırmacı yazar