Tanrıların armağanları: Bitki, ağaç ve bahçe

Helen söylencelerindeki en güzel bahçelerden ilki, Gürcistan topraklarında bulunan Kolkhis şehrindeki Kral Aietes’e ait bahçedir. Argonotlar Seferi efsanesinde bu bahçeyi görme isteği de önemlidir.

Google Haberlere Abone ol

Selim Martin*

Dünyanın farklı coğrafyalarının mitolojilerini incelediğinizde, aslında öykünün bir tane olduğunu, kulaktan kulağa, tabletten kâğıda aktarılırken yerel özellikler eklenerek çeşitlendiğini rahatlıkla görebilirsiniz. Önceki yazılarımızda bahsettiğimiz üzere öykü; “her söyleyenin ağzında; iklimine, coğrafyasına ve hayal gücüne göre basitçe değişen, gelişen ve buna rağmen sürekli ama sürekli tekrar edilen tek bir tanedir.” Uzakdoğu efsanelerindeki dünyayı alttan kuşatan devasa ağacın kökleri gibi, öyküler de aslında aynı ifadenin tekrarlanan çeşitleridir. Yazının icadına kadar geçen sürede, sözlü gelenek dağları, ovaları ve denizleri aşmış, insanın ayak bastığı her yere yayılmıştı. Yazıyla birlikte; kurallar, düzenler ortaya çıkmış, anlatı başlangıçtaki gerçekliğinden kopmuş, imge aslından uzaklaşarak simgeye dönüşmüş oldu. Bunlarla birlikte, yazılı metinlerin tekdüze bir sistem içermesi, bilen gözler için takip edilmesi oldukça kolay bir basmakalıp öyküleme yöntemi oluşturuyordu.

İnsanın en büyük problemlerinden birisi olan “boğaz derdi” yani beslenme ile ilgili öykülerin de bundan nasibini aldığını söylemek doğru olacaktır. Bir avın yarattığı karmaşa ile bir meyvenin getirdiği lezzet, ilk başından itibaren insan gruplarının üzerinde en çok konuştuğu konu olmaktadır. Bugün dahi “kültür” öncelikle besinlerin tanımıyla kendini göstermeye devam ediyor.

Avcılık ve toplayıcılıkla geçen milyonlarca yılın tüm zorlukları, bitkilerin kültüre alınması ve hayvanların evcilleştirilmesiyle – hayat ne kadar kolaylaşmış görünse de- unutulmamış, belki de karnını doyurmak bir daha eskisi kadar zor olmasın diye, zamanla bu yeni beslenme biçimi, hediye olarak kutsanmış görünmektedir. Yazılı mitlere göre ister Yakındoğu’da ister Polinezya üçgeninde, isterseniz de Amerika Kıtası’nda yaşayın, hayvanlar ve bitkiler tanrıların insanlığa armağanıdır.

BUĞDAY-İNSAN İLİŞKİSİ

Anton Koberger’in Alman İncilinden Nuh’un
Gemisi gravürü, 1483.

Bu armağanları saymaya çalışırken söze neresinden başlasak bilemedim. Haydi, içinde yaşadığımız coğrafyada, adına “Ölmez Ağacı” denilen zeytinden konuşalım önce. Hz. Adem’in ölüp Tabor Dağı’na gömülürken, cennetten getirilip ağzına koyulan üç tohumun, Zeytin, Sedir ve Servi ağacına dönüşmesinden mi başlayalım, Hz. Nuh’un, tufanın bitip bitmediğini öğrenmek için gönderdiği güvercinin ağzında gelen zeytin dalıyla mı? İsis’in, Mısır halkına zeytin bitkisini tanıttığı zaman mı, yoksa Athena’nın Atina kentine zeytin ağacını armağan ettiği zaman mı başladı bu ilişkinin öyküsü? Bilemediniz değil mi, ben de bilemiyorum. En iyisi zeytin ağacı ile ilgili ve Homeros’a atfedilen bir sözü buraya taşıyıp aradan çekilelim isterseniz.

“Herkese aitim ve kimseye ait değilim. Sen gelmeden önce buradaydım ve sen gittikten sonra da burada olacağım.”

Athena ve Poseidon. Noël Hallé, 1711-1781.

Yakındoğu coğrafyasının bir diğer önemli bitkisi- ki bugün dahi dünyada ilk sıradaki yerini korumaktadır- buğdaydır. Son Buzul Doruğunun (Last Glacial Maximum) ardından ortaya çıkan küresel ısınmanın getirdiği erime ve bol yağış, sulak ortam seven otsu bitkilerin çoğalmasını sağlamıştı. İklime uyarak yarı yerleşik bir hayata geçen Homo Sapiens’in bu bitkilerin beslenme açısından önemini kavraması çok da uzun sürmemiş olmalıydı. Kendiliğinden büyüyen, yemesi güzel ve doyurucu buğdaygilleri kolayca toplamak için yaptıkları orak bıçakları, zamanla işe yaramayan diğer otları ortadan kaldırmaya, bu güzel besine yayılması için yeni ortam sağlamaya dönük de kullanılmıştır. İşte, doğaya yapılan en keskin müdahalelerin belki de ilki olan bu davranış, yerleşik hayata geçtikten sonra buğday-insan ilişkisini hızlandırmış, önce evcilleştirmeye oradan da tarım üretimine giden yolu başlatmış görünmektedir.

Buğdayla bu kadar haşır neşir olan ve henüz din-tanrı kavramı bulunmayan ilk yerleşik avcı-toplayıcılar, birkaç bin sene içerisinde tarım toplumuna dönüşürken, bugün ispatlayabildiğimiz çeşitli Ata-kültü uygulamaları dışında, bu armağanı nasıl anlamlandırdılar, tam olarak bilemiyoruz. Ancak binlerce yıl sonrasında ortaya çıkan ilk yazılı metinlerde, geçmişe yönelik bir öykünün izlerini sürmek mümkün olmaktadır.

Zuni Kadını, 1903.

Sümer mitlerinde, Annunakiler olarak adlandırılan; çoğul, erkek ve kadınlardan oluşan, Sümerlilerden uzun uzun yıllar önce dünyada hüküm sürmüş bir tanrı-tanrıçalar topluluğundan bahsedilir. Eski güzel zamanların – büyük ihtimalle eski sözlü geleneğin mirası – hikâyelerinin anlatıldığı bu mitlerde, Du-ku kutsal dağında yaşayan Annunakilerin, insanlara evcil buğdayı, evcil koyunu ve dokumayı armağan ettiklerinden bahsedilir. Bugün, buğdayın anavatanı olarak kabul edilen – eski volkan- Karacadağ’ı ve bu dağın görülebildiği coğrafyalarda ilk yerleşik yaşama geçen toplulukların, bitkilerin kültüre alınması, hayvanların evcilleştirilmesi ve dokuma teknolojisinin geliştirilmesinde öncü olduğu düşünülürse, Sümer söylencesi daha anlaşılır hale gelir. Görünen o ki; başlangıçta Neolitik devrimi gerçekleştiren ilk yerleşik köylüler ve bu başarılarını kutladıkları ata-kültü ritüelleri vardı. Zamanla bizim Karacadağlılar bir Annunaki’ye, evcilleştirdikleri “buğday”da – her zaman olduğu gibi – bir tanrı armağanına dönüşmüş görünmektedir.

Buğdaydan bahsetmişken, haydi buğdaygiller (Poaceae) familyasının bir başka üyesi ile tanışmaya Amerika’ya gidelim. Kıtanın yerlilerinden Zuni, Mikasuki ve Cheyenne kabilelerinin her birinde insanlığa armağan edilen mısır bitkisi hakkındaki söylencelere bir göz atalım. Zuni mitinde insanın yaradılışı öykülerinin içine gizlenmiş, iki büyücünün dünyadaki tüm tohumları ellerinde tutarak bir kasabaya gelmeleri ve açlık ile mücadele etmek istiyorlarsa genç kız ve erkek çocukların kurban edilmesini kabul etmeleri konusunda halkı ikna ettikleri öykü en ilginç olanlardan birisidir. Büyücüler, kabile şefinin kız ve erkek çocuğunu mısır tohumları ile toprağa gömerler, kuvvetli yağmurlarla geçen dördüncü gün erkek çocuk dirilerek geri dönecek, hafif yağmurlarla geçen beşinci günden sonra ise kız çocuk dirilerek geri dönecektir. İki çocuk da sağ salim döndükten sonra mısır olgunlaşacak ve yenmeye hazır hale gelecektir. İlk mısır hasadının tadı acı ve yakıcı olunca büyücüler; karga, baykuş ve çakalı mısır yemek için çağıracaklar, onlar yedikçe mısır tatlılaşacak ve insanların yemesi için uygun hale gelecektir. O gün bu gündür bu hayvanları mısır tarlalarından uzakta tutmak bu sebeple olsa gerek.

AVCI-TOPLAYICI YAŞAMDAN TARIM TOPLUMUNA GEÇİŞ

Cheyenne mitolojisinde; ava giden babanın bir daha dönmemesi, annenin yabani bitki toplayarak çocuğunu beslemekte zorlanması üzerine gelişen söylence, tam olarak avcı-toplayıcı yaşamdan tarım toplumuna geçiş dönemini yansıtır. Çocuk gündüzleri barınakta aç ve yalnızken, bir mucize olarak, kendisinden çok çok şişman bir oyun arkadaşı ortaya çıkar. Gündüzleri birlikte oynarlar, hava kararınca misafir kaybolur gider. Her akşam gitmeden önce, şişman misafirin öğrettiği aynı şarkıyı söyleyerek dans ederler.

“Küçük çocuk tek başına

Küçük çocuk tek başına

Beni yiyebilirler!

Beni yiyebilirler!

Hey hey hey” / Halkımı Doyurmak- Cheyenne Halk Şarkısı

Edward Curtis’in kamerasından yabani meyve
toplayan Mandan Kızılderili kadınları, Amerika,
1908.

Günler sonra, şarkının en can alıcı yerinde aç çocuk artık dayanamaz ve mucizevi misafirine bir bıçak batırır, annesi ile birlikte, etrafa saçılan mısır tanelerine şaşkınlıkla bir süre bakar ve sonra hızlıca kaçan misafirin peşine düşerler. Yoldaki tanelerin sonunda büyük bir mısır çuvalı bulurlar. Artık kendileri dahil tüm kabile bir daha hiç aç kalmayacaktır.

Mikasuki mitolojisindeki mısır öyküsü de aynı Cheyenne kültüründe olduğu gibi geçiş dönemi öyküsüdür. Ancak bununla birlikte öyküdeki yaşlı bilge kadın imgesi hem toplayıcılık işinde hem de daha sonra tarım üretiminde kadınların baskın rolünü tartışmasız şekilde ortaya koyan öğeler içermektedir. Anneanneleri ile yaşayan başarılı iki genç erkek avcı, et yemekten o kadar sıkılmışlar ki yaşlı kadın onları memnun etmek adına, daha önce kimsenin bilmediği mısır ve fasulye bitkilerini pişirerek onlara yemek yapar. Hayatları boyunca sadece etle beslenen gençlerin ne kadar mutlu olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Yaşlı kadın ölmeye yakın, bu bitkilerin gizemini torunlarıyla paylaşarak artık herkesin mısır ve fasulye yetiştirmesine de ön ayak olacaktır.

Her üç öykü, içinde barındırdığı, yeraltından gelen büyücüler, bir görünüp bir kaybolan çocuk ve bilge-kadın gibi karakterlerin varlığı ile bitkinin toplumda yarattığı karşılığı çok açık ifade etmeyi başarmıştır. Avcı-toplayıcılar için besini üretebilmek bir mucizedir, böyle üretilebilir bir bitkiyle de ancak mucizevi şekilde tanışmalarına şaşırmamak gerekir.

Mikosuki kabilesi

‘BÜYÜK BİR RUH SESİMİ DUYDU VE BİZE YENİ BİR ŞEY GETİRDİ’

Bir başka Kızılderili söylencesinde, beslenme probleminin çözümü için sadece kutsal varlıklara değil aynı zamanda bir kahramana da ihtiyaç duyulduğu görülür. Söylencede, fakir ve çocuklarını doyurmakta zorlanan ama Büyük Ruh’a şükran duymayı hiç eksik etmeyen bir babanın en büyük çocuğu kahraman olarak karşımıza çıkar. Babası gibi şükran dolu bir karaktere sahip Wunzh; büyüyüp de kendisine yaşamı boyunca hangi ruhun rehberlik edeceğini öğreneceği Ke-ig-niş-im-o-win (oruç töreni) ritüelinin vakti gelince, tören için evinden biraz uzağa kurulan geleneksel odasında oruç tutmaya başlar. Gündüzleri doğada yeni açan çiçekleri seyrederek yürüyor, geceleri de zihnini güzel rüyalara açıyordu. Ormanlarda dolaşırken bitkilerin, otların, tomurcukların insanların yardımı olmadan nasıl büyüdüklerini ve hangilerinin şifalı veya zehirli sular içerdiğini öğrenmek için duyduğu büyük arzu, akşam odasına çekildiğinde Büyük Ruh’un insanlara beslenmek için hayvan avlamak ve balık tutmaktan daha kolay bir yaşam yolu verip veremeyeceği sorularına dönüşüyordu. Oruçla geçen üçüncü günün sonunda, iyi giyimli ve kibar bir genç göklerden onu ziyarete gelir. Büyük Ruh’un; savaşmak, güçlü olmak yerine halkını doyurmakla ilgili düşüncelerini çok beğendiğini Wunzh’a aktarır. 

Misafir, sonraki dört gün boyunca ziyaretlerini arttırır ve her geldiğinde kahramanımızı kendisi ile güreşmeye zorlar. Yedinci günün akşamında, oruç nedeniyle çok güçsüz olmasına rağmen, halkını doyurmaktaki kararlılığı ve cesaretinden güç alan kahramanımız rakibini nihayet yenmeyi başarınca, istediği şeylerin gerçekleşmesinin önü açılacaktır. Önce, güzel giysili ve kibar adamın bedenini – ona anlatıldığı gibi – toprağa gömer. Bahar boyunca mezarı ziyaret eder, yabani otları temizler ve toprağı sular. Çok geçmeden yeşeren filizlere, köydeki kimseye bahsetmeden bakmaya devam eder. Yaz bitip de parlak renkli ipeksi püskülleri, sallanan sorguçları ve dik yapraklarıyla, altın koçanlarla dolu muhteşem bir bitki ortaya çıkınca başta babası olmak üzere tüm köyü çağırır.

Wunzh “Bu arkadaşım” diye bağırdı, “O bütün insanlığın arkadaşı Mondawmin (mısır). Artık yalnızca avcılığa bağlı kalmak zorunda değiliz. Bu armağan üredikçe ve beslendikçe toprak bizi besleyecek.” Sonra bir başak çekti, bak baba, dedi, ben bunun için oruç tuttum. Büyük Ruh sesimi duydu ve bize yeni bir şey getirdi. Halkımız yalnız av peşinde koşmak ve suları izlemek zorunda kalmayacak. Sonra babasına yabancının verdiği bilgileri aktardı. Ona geniş yaprakların güreşte elbiselerin soyulduğu gibi soyulması gerektiğini anlattı. Tohumun dış kabuğu soyulana kadar nasıl ateşte tutulması gerektiğini, bütün süt tohumda kalırken nasıl kızardığını gösterdi. Bütün aile yeni büyüyen tohumlarla ziyafet verdiler ve onu veren lütufkâr Ruh’a şükranlarını bildirdiler. Böylece mısır dünyaya geldi ve o günden beri de yeniliyor. / Ojibwa Kabilesi- Mondawmin Efsanesi

Bu söylencenin yazıya geçirilmesiyle ortaya çıkan basmakalıp öyküleme yöntemine dikkatlice baktığımızda, arkasındaki eski sözlü anlatımın gerçekçiliği açıkça görünüyor. Aynı bizim coğrafyanın buğday öykülerinde olduğu gibi, yeni koşullara hızlıca adapte olan bir kişi, bir ata, zamanla bu başarıyı ilahi bir varlıkla paylaşmak durumunda kalmış. Yerliler; İspanyollar ve Hıristiyan misyonerler ile karşılaşmasalardı, büyük ihtimalle mısırı evcilleştiren bu ata, şimdilerde uzak zamanların bir tanrısına çoktan dönüşmüş olacaktı. Tarımcı toplumların toplumsal örgütlerinin, ahlak düzenlerinin, törenlerinin ve mitolojilerinin en büyük endişesi bireyciliğin görünümlerini bastırmak olmuştur. Bu genellikle insanları kendi çıkarları, istekleri ve deneyim kipleriyle değil, toplum egemenliğinde geliştirilip yaşatılan duygusal düzen ve davranış kalıplarıyla hareket etmeye ikna ederek veya zorlayarak yapılmıştır. Bitkiden çıkartılan ders, bireyi yalnızca bir hücre veya daha büyük bir sürecin bir anı – bir soyun, ırkın veya daha geniş ifadeyle bir türün parçası- olarak gören bakış açısı, kişisel kendiliğindenliği, kendini keşfetmenin her dürtüsünü yok edecek kadar değersizleştirir. Bu endişe, o kadar baskılayıcı bir davranış oluşturur ki, zamanla bir dine dönüşür.

“Size tam gerçeği söylüyorum: Bir tohum (buğday) tanesi yere düşüp ölmezse, o yalnız kalır; fakat ölürse, çok mahsul verir.”  / Yuhanna 12: 24

Kızılderili mitlerinde gördüğümüz, öldürülen kutsal varlığın gövdesinin besin bitkisine dönüşmesi biçimindeki mitolojik imge, Endonezya’nın doğusu, Melanezya ve Avustralya’da, tepesini Havainin oluşturduğu Yeni Zelanda ve Paskalya Adasının öteki uçlarını oluşturduğu, Polinezya adalar üçgeninde de aynen görülür. Burada da “kahraman”, söylencenin olmazsa olmaz karakteridir. 

‘CANAVAR YILANBALIĞI MİTİ’

Gözümüzü, Polinezya’nın Herakles’i (Herkül) olarak tanımlayabileceğimiz kahramanı, ünlü Maui’ye çevirelim. En iyi bilinen büyülü kahramanlıkları; denizin dibinden adaları avlayıp çıkarması, güneşi, oyuna getirip yavaşlatması, arkadaşlarına dünyada daha fazla yer açabilmek için göğü kaldırması ve “annesinin mutfağından ateş çalması” öyküleridir. Bazıları ne kadar da tanıdık değil mi? Bunlar çok havalı işler olsa da boğaz derdine de çare bulmak lazım Maui Efendi; öyle bedavadan kahramanlık yok!

Her şey, tutkulu ve güzel Hina’nın, ada söylencelerinin meşhur, ürkütücü yılan balığı olan kocası Te Tuna’dan (fallus) sıkılıp, yemek bulmaya çıkıyorum diyerek evden kaçıp kendisine yeni bir eş araması ile başlar. Hina çok çekici bir kadındır ancak kocasının namını duyan tüm erkekler ondan hızlıca uzaklaşacaktır. Kadın, kahramanımızın klanına ulaşınca, Maui’nin annesi oğlunu Hina’yı eş olarak alması için kandırır. Problemsiz başlayan bu ilişki, etraftaki tüm erkeklerin, kıskançlık içinde, sürekli Te Tuna’ya gidip karısının Maui ile birlikte olduğunu ballandıra ballandıra anlatmasıyla sıkıntıya girecektir. Nihayetinde Te Tuna ile Maui karşı karşıya gelecek, alışageldiğimiz üzere kahramanımız kazanacak ve Te Tuna’nın başını kesecektir. Asıl öykü ise bu tekdüze kalıptan sonra başlar. 

Kahramanın annesi Hua-hega Maui’ye “Başı al ve evimizin köşesindeki direğin yanına göm” dedi. Maui denileni yaptı ve bir daha da aklına getirmedi. Bir akşam Te Tuna’nın başının gömülü olduğu köşede otururlarken Maui kumdan yeni bir sürgün çıktığını gördü. Şaşırdı. Hua-hega ona “Yanında büyüyen bitki tanrılar ülkesinden deniz yeşili renkli kabuk’ olarak bilinen bir tür hindistancevizidir. Çünkü denizin derinliklerinden geldi, bize kendi ülkesinin rengini veriyor” dedi, değerli hindistancevizi ağacına iyi bak, hepimize yiyecek vereceğini göreceksin.” Maui olgunlaşınca meyveleri topladı. İçindekini herkes yedi, kabuklarını içki kabı olarak kullandı. /  Fegatu Adası – Canavar Yılanbalığı 

Maui ile Te Tuna, Yeni Zelanda Posta Pulu.

Avcılık-toplayıcılıktan üretimciliğe geçişi anlatan bu güzel “canavar yılanbalığı” mitinde en dikkat çekici nokta, daha önce Mikasuki söylencelerinde de karşımıza çıkan yaşlı-bilge kadın imgesidir. Diğer tüm öykülerinde başrol olan kahraman Maui, bu öyküde sanki annesinin ona biçtiği senaryoyu canlandırmak dışında bir iş yapmamış görünmektedir. Anne Hua-hega’nın, Hina’yı oğluna eş olarak aldırması, Te Tuna’nın başını toprağa gömdürmesi ve tüm herkese sürpriz bir şekilde filizlenen meyveyi onun zaten tanıyor olması; besin üretiminde kadınların rolünün, bir mit vasıtasıyla, açıkça gözler önüne serilmesi değil de nedir?

‘KALBİMİ VE İÇ ORGANLARIMI KAPIMIZIN YANINA GÖM’

Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, insanın üretimdeki rolü, kurgu aynı kalmakla beraber, zaman içerisinde önce kutsallaşmış doğal varlıklara sonra da ilahlara atfedilecektir. Örnek olarak, Hawaii’nin bitki söylencelerinin en ünlüsüne göz atmakta fayda var. Hilo şehrinde bir adamın açlıktan ölmesi üzerine şekillenen öykü; gömülen bir bedenin besleyici bir bitkiye dönüşmesi mitlerinin tekrar örneklerinden başka bir şey değildir. Ancak burada kahramanların yerini dindar bir baba ile tanrılar alacaktır.

Büyük yiyecek kıtlığı sırasında, beslenmekte zorlanan bir ailesi ve hasta bir bebeği olan bir adam, Puueo’daki tapınağa dua etmeye giderek tanrıdan ne yapması gerektiğini öğrenir ve gelip karısına tek tek anlatır.

“Soylu mo’o’nun sesini duydum, dedi. Bu gece öleceğim. “Karanlık, denizin üstünü örter örtmez, başımı siyah bir örtüyle örtecek, gövdemden soluğum kesilince başımı dikkatle su kaynağının yanına gömeceksin. Kalbimi ve iç organlarımı kapımızın yanına göm. Ayaklarım, bacaklarım, kollarımı aynı biçimde sakla. Sonra ikimizin hep dinlendiği divana yat, gece boyunca dikkatle çevreyi dinle ve güneş sabah göğünü kızartana kadar kıpırdama. Küçük oğlumuzun yaşamı kurtulacak. Bunları dedi ve yüzüstü düşüp öldü."

Söylence; kocasının dediklerini eksiksiz yapan kadının, bütün evi saran ağaç, bitki ve küçük otlara isim vermesiyle ve çocuğuna bunları yedirmesiyle devam eder:

"Kapının önünde tam kocasının kalbini gömdüğü yerde çıkan ağaca ve meyvesine Ulu (Ekmekağacı) adını verdi. Dev yapraklı, sarı meyvalı ağaca ise Muz dedi. Fidan gibi saplar ve sarmaşıklar vardı; birincisine şeker kamışı, ikincisine yam ismini koydu, sonra küçük çocuğu çağırarak meyveleri toplattırdı, en büyüğünü ve iyisini tanrılara ayırarak kalanları kızgın kömürde kızarttı."  / Hawaii Mokuola Adası – Ulu Efsanesi

Ağaçları büyütmeyi ve meyve yetiştirmeyi madem başardık, diyar diyar gezerek örnekleri çoğaltalım.

Tajimamori ve Portakal Ağacı, Kikuchi Yösai.

Japonya’nın Hristiyanlık sonrası öykülerinden olan; Mikado’nun, 141 yaşında ölmeden hemen önce kahraman Tajima-mori’yi “Zamanı Olmayan Hoş Kokulu Ağacın” meyvesini getirmesi amacıyla ebedi ülkeye göndermesi efsanesi, bizim Sümer mitlerinden bildiğimiz Gılgameš çeşitlemelerinden birisi gibi görünmektedir. Sonunda kahraman ağacın meyvesini koparmayı başarır ama bu arada Mikado çoktan ölmüştür. Sonra Tajima-Mori meyveyi dörde ayırıp bir parçasını İmparatoriçeye, diğerini kutsal hükümdarın mezar kapısına sunar. Büyük ihtimalle diğer parçaların birisi kendisine diğeri de halka paylaştırılacaktır. Zamanı olmayan hoş kokulu ağacı sorarsanız, portakal canım, bizim portakal. Anavatanında oturup, bu meyveyi hiçbir efsanemize konu etmememize bakmayın, biz de türkülerimize konu etmişiz…

“Portakalım tekerlendi, yedik sıra şekerlendi aman kaçalım vay vay…”

İSKANDİNAV MİTLERİ

Gezmeye devam. Şimdiki durağımız İskandinav mitleri. İnsanın yaradılışı öykülerinin belki de en ilginci, İskandinav kültüründe yer alan, iki ağaç kütüğüne can verilmesi söylencesidir. Bor’un oğullarının (Odin, Vili ve ve) sahilde yürürlerken iki kütüğe rastlaması, kütüklere insan şekli verdikten sonra sırayla onlara, nefes ve hayat; idrak ve hareket yeteneği, konuşma, duyma ve görme yeteneği bahşetmesi öyküsü hem tanrılara biçilen rolü hem de insan yaşamında ağaçların yerini göstermesi bakımından çok önemlidir. Zira öykünün devamında buraların altı dikkatlice çizilir. Tanrılar; erkeğe Askr (dişbudak ağacı) kadına ise Embla (karaağaç) dediler. İnsan ırkı işte bu ikisinden türedi ve Midgard denen topraklar onlara bahşedildi.

Meyveler; avcı-toplayı toplumlardan bu yana insanların en önemli besin kaynaklarından birisidir. Yerleşik yaşama geçen toplumlar, zaman içerisinde buğday evcilleştirmede gösterdikleri başarıyı meyve yetiştirmede de göstermişlerdir. İnsanların tarlaların iç kısımlarına, kenarlarına ya da sınırlarına meyve ağaçları dikmesi bugün olduğu gibi ilk üretimcilerin de sıklıkla uyguladığı bir yöntem olmalıydı, zira bu sayede asıl ürün (buğday) bir nedenden dolayı zarar görürse, meyveler onun yerini tutabilirdi.

Askr ve Embla’nın Yaratılması, Lorenz Frølich, 1895.

İnsanların kültüre aldıkları tarım ürünlerinin sayısı arttıkça, özellikle de sulamalı tarıma geçildikten sonra, meyve yetiştiriciliği bir yan ürün olmaktan çıkıp asıl geçim ekonomisi araçlarından birisine dönüşmüştür. Bugün bahçecilik adı verilen bu faaliyetin en erken örnekleri, Kalkolitik Çağ’da Mezopotamya’da karşımıza çıkan hurma yetiştiriciliği olabilir. Bunlarla birlikte özellikle Tunç Çağı’ndan, ağaç türleri ile ürünlerin ekonomik karşılıklarına kadar detaylı bilgilerin, çok sayıda yazılı metin sayesinde elimizde olduğunu söylemek gerekir.

SİZCE TANRILARI NE YATIŞTIRIR?

Bu duruma Anadolu’dan bir örnek olarak Hitit kaynaklarından bahsedelim. Boğazköy’de ele geçirilen çivi yazılı tabletlerde üzüm, zeytin, incir, nar, elma, kayısı, kiraz, hurma, armut, muşmula, kızılcık, kuşburnu, badem, fıstık gibi çok sayıda meyve ismi yer almaktadır. Bu meyvelerin taze tüketiminden kurutulmalarına, dini törenlerden ritüellerde kullanımına kadar çok çeşitli bilgiler de aynı yazıtlarda karşımıza çıkar. Madem yazılı metinler elimizde, tanrıların armağanı bu ağaçların kullanımını gösteren enteresan bilgilere bir değinelim.

Yazılı kaynaklardan anlaşıldığı üzere Hititler; tanrıların şehirlerde ve kasabalarda yaşadığına inanıyorlardı. Tanrı bir sebepten dolayı öfkelenerek ya da kızarak şehrini terk ederse onu geri çağırmak için birtakım bitkilerden faydalanarak yapılan yakarma/ çağırma ritüellerini kullanıyorlardı. Sizce tanrıları ne yatıştırır? Bilmesi çok kolay, sofrada görünce bizi de mutlu eden şeyler; zeytin-zeytinyağı, incir, üzüm, malt, kızıl buğday ve bal.

Tanrı kızarsa yapılacakları öğrendik ama ya insan tanrılara kızarsa ne olacak? Buyurun II. Murşili’nin duasına:

“Ey tanrılar, siz ne yaptınız ne işlediniz? (Ülkeye) bir salgın hastalık getirdiniz (öyle ki) tüm Hitit halkı ölmektedir. Dolayısıyla hiç kimse sizin için ne kurban ekmeği ne de şarap sunabilmektedir. Tanrıların tarla ve bahçelerini sürekli olarak işleyen çiftçiler ölüp gittiler; artık onlar tanrıların tarla ve bahçelerini işleyememektedir. Artık hiç kimse hasat kaldıramamaktadır.”

Aietes, Bartolomeo di Giovanni, 1458-1501.

İnsan ölürse tanrılar nic’olur gibi ince bir tehdit içeren bu duayı aklımızın bir kenarına yazıp, Helen mitolojisindeki en güzel iki bahçeyle son sözlerimizi aktaralım. Neydi önermemiz? Bitkiler, ağaçlar tanrıların armağanıdır. Sonunu da bağlayalım; tanrının olan ona geri döner. Helen söylencelerindeki en güzel bahçelerden ilki, bugün Gürcistan topraklarında kalan Kolkhis şehrindeki Kral Aietes’e ait bahçedir. Altın postun peşine düşen kahramanların anlatıldığı Argonotlar Seferi efsanesinde, şan-şöhret kadar, bu bahçeyi görme ve oradaki zenginliklere ulaşma isteği de önemli yer tutar. 

Türlü türlü ağaçlar ve çiçeklerle bezeli bu bahçede, dört çeşme vardı: Birinden buz gibi su, ötekilerden süt, bal ve en sonuncusundan da tanrı Dionysos’un insanlığa armağan ettiği şarabı akıyordu gürül gürül. /Argonautika - Rhodos’lu Apollonios

Tek tanrılı dinlerdeki “cennet” tariflerine oldukça benzer bu ifadeler, bırakın Helenistik Çağ’ın insanlarını, günümüz toplumunun bile ağzının suyunu akıtmaya yeter. Gelelim ikinci bahçemize. Hesperidlerin bahçesi olarak bilinen bu yer; şan-şöhret, zenginlik peşinde koşan kahramanlara kapalı ne yazık ki. Yalnızca tanrılar/ tanrıçalar ile gerçek halk kahramanları bu öyküde kendine yer bulabilir.

YALNIZCA TANRILAR / TANRIÇALAR İLE GERÇEK HALK KAHRAMANLARI

Tanrıların egemenlik mücadelesinde, üçüncü kuşak galip gelmiş, Zeus, kardeşleri ile iktidarı ele geçirmişti. Şimdi çoğalmak, paylaşmak ve yönetmek zamanıydı. Kız kardeşi Hera ile düğünleri Gaia’nın (Toprak Ana) altın elmalarının olduğu bahçede yapılmıştı. Antik dünyada bu tür büyük birleşme törenleri “Kutsal Evlilik” (Hieros Gamos) olarak adlandırılır ve yeni yaşamın kurulması için başlangıç kabul edilir. Gaia, altın elmaları düğün hediyesi olarak Hera’ya armağan eder, Hera da bu elmaları bahçeye kendi eliyle geri eker. Nektar (tanrı balı) akan nehirlerin ve ölümsüzlük sağlayan altın elmaların bulunduğu bu cennet bahçesine; göğü sırtında taşıyan Titan Atlas’ın kızlarını (Hesperides) ve pençeleri zehirli, yüz başlı yılan Ladon’u bekçi olarak koyarlar.

Hesperidlerin Bahçesi, Frederick Leighton, 1892.

Bahçeden getirilen bir elmanın bilinen ilk güzellik yarışmasına ve daha sonra Troya Savaşı’na yol açmasını ve bu bahçeye ulaşabilen Helenlerin en büyük ulusal kahramanı Herakles’in (Herkül) maceralarını başka bir yazımıza bırakalım ve cennet demişken kadim Sümerliler ve büyük ozan Homeros’un birer şiiri ile yazımızı kapatalım. Belki de cennet bahçesi bu şiirlerde gizlidir.

(Orada) aslan öldürmez,

kurt kuzuya saldırmaz...

yaşlı kadınları ben yaşlı kadınım demez,

yaşlı erkekleri ben yaşlı erkeğim demez.

Sümer Şiiri - MÖ 2050

ölümsüz dünyanın ucuna götürecek seni..

öyle rahat yaşar ki insanlar orda: hiç kış olmaz,

ne kar yağar, ne yağmur,

insanları serinletmek için Okeanos’tan yükselir

esen yelleri Zephyros’un tatlı tatlı.

Odysseia - Homeros

*Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü