YAZARLAR

Tam düşümün ucunda ama…

Başak Bugay’ın 12 Şubat’a dek yer alan Zilberman’daki ilk kişisel sergisi Füg’de öne çıkardığı duygu açık: Sergi, uyanık zekâmızla tam da etrafa caka satarak telaffuz edeceğimiz anda, kendisine ait bütün içten tanımların renginden de, sırrından da olacağımızı bildiğimiz, tekinsiz, kalabalık bir düşü andırıyor.

Alacakaranlığı ve Freudyen sığınak misali hali ile hemen her sergi deneyiminde maruz kaldığımız soruları, cevaplarından daha fazla umursayıp tekrar eden bir ‘ilk’ sergi, İstanbul Beyoğlu İstiklâl Caddesi üzerindeki Mısır Apartımanı’nda devam ediyor. İzleyiciye yine gönüllü bir karantina teklifinde bulunan 2018’deki ‘Saklanmak Keyiftir’ isimli kişisel sergisi ile Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde izlediğimiz Başak Bugay’ın yeni sergisi, sözünü ettiğimiz.

 Sanatçının bu kez Zilberman’daki ilk kişisel sergisi ‘Füg’, 2021 tarihli 10 çalışmayı, gölge ve iç-dış âlem gerilimini de yine o sergideki tansiyon ve kâhinlik içgüdüsü ile arkasına alır bir dramatürji ile buluştururken, etkinlik 12 Şubat’a kadar Salı ve Pazar günleri arasında, 11.00 ve 18.00 saatleri içinde izlenebiliyor.

Bugay’ın sergisinin duygusal iklimi, galerideki bir önceki sergi ‘Bir Katlin Provası’ ile izlediğimiz Azade Köker’in eserleri ile - bilhassa hemcinslerine, direngen bir üretkenlikle - devrettiği farkındalık hissiyatına da yankı veriyor. Sanatçının, kişinin benliğinden ayrılması veya uçup gitmesine gönderme ile, ‘disosiyatif füg’ tabiri üzerinden psikolojik referansla ortaya koyduğu sergi, arkeolojik, yerel ve sanat tarihsel katmanlarıyla da, Köker’in bıraktığı eleştirel soru işaretlerini sürdürür bir koreografi ve merak ihtiva ediyor.

Salınımlar, önde ve arkada bırakılanlar, altta ve üstte birikenler, kırılganlık ve katılaşmış bilinçler, Bugay’ın yapıtlarının izleyiciye sevk ettiği başlıca hissi ve fiziksel refleksler olarak, hem her bir yapıtın kendi mahremi, hem de yapıtların birbirleriyle kurdukları irtibatta öne çıkıyor.

İçerdiği gölge ve ışık akıntısıyla, izleyicinin yapıtlar civarında uçuşan duruşunu, algısını, doğrusunu ve yanlışını, toplamda tahayyül ve tahammül sınırlarını tayin etmeye maruz bırakıldığı ‘Füg’ sergisi, ‘hatır’ ve ‘hatıra’ arasındaki tansiyonu belgeleme yükümlülüğünde kesiştiren ‘Zincir’ ve ‘Bitince Gelecek’ adlı estetik desen örnekleriyle de, serginin psiko-belgesel zarifliğini besliyor.

‘Karartma’ adlı terakota ve yağlıboya yerleştirmenin hem içe, hem dışa dönük sahipsiz ‘mahlûk ayakları’ ile izleyiciyi belli belirsiz bir güzergâha çağırdığı ‘Füg’ün sola ilerleyen dar, karanlık koridorunun ucunda ise, adeta Anadolu’nun kadim sembolü Kibele’yi yâd eden bir başka figür, ardındaki, boynunca bağımlısı olduğu erik / eril ağacına deyim yerinde ise ulu bir sebatla bağdaş kurmuş biçimde refleks gösteriyor. Nitekim bu çalışma da ismini psikolojideki bir başka durum tahlili olan, ‘Afenfosmfobi’ den / kendisine dokunulma korkusundan alıyor.

Başak Bugay, Türkiye çağdaş heykel sanatına, bilhassa insanlar yerine hayvanlara odaklandığı alaycı ahşap işleri, hareketli, soyut dışavurumcu, figüratif, teatral işleri ve masklarıyla iz bırakmış üstat Saim Bugay’ın (1934-2008) kızı olarak, kişisel sanat tarihinin okur yazarlığını, ‘Füg’ ile bir adım daha ilerletiyor. Serginin ilerleyen bölümünde, izleyiciye yaptığı ‘Ne Gülüyorsun?’ adlı yerleştirmesinde gizli duran çetin kinaye ile ziyaretçileri köşeye sıkıştırıp, kendi içlerindeki ötekilerle yüz yüze getiren Bugay, serginin göbek deliği gibi işleyen bölümünde de dört yapıtı kesiştiriyor. Cüsseleriyle olduğu kadar düşürdükleri izlerin ürettiği etkilerle de serginin ruhsal karakterini yapılandıran bu hikâyeleri kendilerinden menkul işler, ‘Ben Henüz Ölmedim’. ‘Uçan Balon’, ‘Saat Yirmi’ ve ‘Yokuş’ başlıklarıyla, izleyenlerle tanıştırılıyor. İşler, bu yönüyle kendi kendilerini izleyiciye dayatma, etiketleme veya varlıklarını kayda geçirme gibi yükümlülüklerden azade hafiflikleri sebebiyle, tam da bu iklim vesilesiyle soyut bir vakurluk, ağırlık ediniyor. Bu durum da izleyicinin galerideki bu alacakaranlık ‘kör uçuşu’nu ne zaman başlatıp, bitireceğinden emin olamadığı ilginç bir melankoliye kapılmasına zemin yaratıyor.

Serginin ‘havalandırma’ veya ‘içteki dış’ mekânında yer alan, Anadolu’nun uygarlık kuraklığına yönelik trajik, yakıcı aydınlık ve azlık ihtiva eden soyut figüratif ‘Eski Şehir’ yerleştirmesine açılır pencere-çerçeveyle irtibat kuran bu yapıtlar, toplamda izleyicinin kendilerine nasıl bir peşin veya veresiye hükümle yaklaşıp, uzaklaştığını da bir aradalık halleriyle oluşan bir nevi soyut koalisyon ile sınıyor. Serginin ‘karanlık’ cephesi, bu bakımdan vadettiği hayal gücüyle olduğu kadar, ziyaretçi nezdinde bıraktığı ürkütücü hakikatle de, günümüzün sosyal ve asosyal, bireysel ve kitlesel, resmî ve gayrıresmî mesafe krizine farkındalığı ile, kayda geçiyor.

Ezcümle, Başak Bugay’ın Füg sergisinde öne çıkardığı duygu, uyanık zekâmızla tam da etrafa caka satarak telaffuz edeceğimiz anda, kendisine ait bütün içten tanımların renginden de, sırrından da olacağımızı bildiğimiz, tekinsiz, kalabalık bir düşe benziyor. Düşün sergiye girerken mi, yoksa ondan çıkarken mi başladığının ipuçları ise tümüyle size bırakılıyor.