YAZARLAR

Talihsiz bir siyasal iletişim yolu, yaranma çabası...

Siz eğer sosyal demokrat bir muhalif olduğunuzu iddia ediyor ve memleketteki ayrımcı dilin müsebbiplerinden, hatta bizatihi o söylemin kurulup yayılmasını organize edenlerden birini telefonla arayıp sözüm ona nezaket gösterisi yapıyorsanız, bırakın iletişim kurma çabasını, davranışınızı 'yaranma' sözcüğü ile dahi açıklamak mümkün olmaz.

Kamplara bölünen, var olanlar arasındaki gerilimin giderek gözle görülür hale geldiği dönemlerde yurttaşın ve kurumların 'makul' davranmaya çalışması hem gerekli, hem güç. Makul sözcüğü de, diğerleri gibi ideoloji yüklü kuşkusuz. Kim olduğunuz ve neyi hayal ettiğinizle ilişkili. Burada makul davranmayla kastedilen, hiç olmazsa 'yangına körükle gitmeyi' reddetmek olsun. Türkiye'de muhalefetin uzun süredir ayrışmayı yumuşatmaya yönelik bir dil kullanması da herhalde aynı gözlemden kaynaklanıyor. Her ne kadar burjuvazinin ideolojik silahı olarak icat edilmiş bir kurgu olsa da, 'ulus' kalabilmenin asgari koşullarına sahip olmak ya da yeniden kazanmak için.

Muhalefet, özellikle CHP uzun zamandır söylem, hal tavır değiştirmeye çalışıyor. Bunun bir nedeni kurulan ve büyük ölçüde seçime yönelik geçici ittifakın selameti ise, diğer nedeni bazı tarihsel tortuları ortadan kaldırmaya çabalamak olmalı. Yalnızca CHP değil, diğer partilerde de benzer kaygılar ve siyaset tarzı hâkim. Dünya ve ülke değişirken partilerin aynı kalması da mümkün değil tabii.

Yıllar sonrasından bugünlere bakıldığında en çok akılda kalacak siyasi parti davranışlarından biri, haklı olarak sinirlenen çoğu muhalif tarafından yarı şaka yarı ciddi 'oyuna gelmemek' ifadesiyle anlatılmaya çalışılan durum olacak muhtemelen. 'Oyuna gelmemek'teki iki sözcükten ilki iktidar eylem ve ajitasyonlarını, ikincisi muhalefetin 'olta' karşısındaki yaklaşımını anlatıyor. İktidarın özellikle dini ve milliyetçiliği kullanarak yaptığı hamlelere karşı uyanık olup 'ağızlarına laf vermemeyi' ve 'seçmeni ürkütmemeyi' hedefliyor. Her oyuna gelmeme taktiği ise, oyunu kuranların bir adım daha ilerlemesiyle sonuçlanıyor. Örneğin Ayasofya ve Kariye ibadete açılmış, Heybeliada Sanatoryumu ve Bomonti fabrikası Diyanet'e devredilmiş oluyor.

Muhalefet bu adımların niteliğiyle ve geleceğe bırakacağı mirasla değil, yalnızca anlık oy oranlarına etkisiyle ilgileniyor. Siyaseti, 'yapılan' ve içinde çokça 'itiraz' barındıran bir kamusal faaliyet olarak değil de, rakam ve istatistiğe indirgenmiş tuhaf bir bilgisayar oyunu gibi görüyorlar sanki. Dolayısıyla gösteri ve toplantı yapamayan ya da durup dururken cezaevine giren insanlardan çok, anket sonuçlarına yansıyan 'en yeni' rakamlar için kaygılanıyorlar. Bir tür 'anket siyaseti' hâkim ve o siyasetin siyasetçisi, yazarı çizeri, özetle 'alıcısı' da çok. Doğrular yerine 'tavlayacak' olanı dile getirmenin kaçınılmaz sonucu, siyasi faaliyetin toplumu dönüştürücü etkisinin gözden düşmesi. Zaten 'kamu' ve 'kamusallık' sözcükleri de gülümsemeye neden oluyor çoklukla.

Hal böyleyken farklı kesimler arasında kurulması zorunlu olan iletişim için harcanan çabanın içeriği ve araçları da sorunlu hale geliyor. Anlamak, anlayışlı olmak, dinlemek, içtenlik, diğerkamlık ile yaranma çabası arasındaki çizgiler bulanıklaşıyor. Oysa çizginin berraklığı, muhatap ile muhabbetin sağlığı açısından önemli.

Gazete Duvar'da kenar mahalle dindarlığı, muhafazakârlığı üzerine epeyce yazmaya çalıştım. Bunlar, hiç haddim olmayan sosyolojik tespit hevesinden değildi. Her genellemenin, insanları ve durumları aynı torbaya koymanın sakıncasını, benzetme yönteminin açmazlarını bilerek, yalnızca basit ve günlük kişisel gözlemlerimden hareket etmeye çabaladım. Çabanın altında kuşkusuz sosyalizan bir eşitlik hayali var. Bilinmeyeni, tanınmayanı küçümsemek yerine herkese eşit insan ve yurttaş muamelesi yapma gerekliliğine, 'başka yolu olmadığına' duyulan inanç. Bu inanç ve istek nedeniyledir ki, sınıfsal ayrımlar ve o sınıfları bölen farklı insan niteliklerinden (inanç, etnik köken, cinsiyet vs.) kaynaklanan eşitsizlikten iliklerime kadar nefret ediyorum. Birkaç kişinin milyonlarca insanın toplam gelirine sahip olduğu ve büyük sermayedarın salgın koşullarında kâr oranlarını katladığı koşullarda, 'kapitalizm iyi ama çevresi kötü' afyonunun yutturulmaya çalışılmasını, 'aynı gemideyiz' masalının ezber ettirilmesini tahammül edilmez bulmamın nedeni de aynı.

'Dindar semt ahalisi' yazıları, ola ki okuyan iki üç kişiye ve yine ola ki farklı koşullarda yetişmiş olanlara, kendi semtlerinin hemen kenarında, buna mukabil dünyalarının çok uzağında bir yerlerde yaşayanların davranışlarının gerekçeleri hakkında ufak tefek fikir vermeyi amaçlıyor. Az çok diyalog ve birlikte yaşam için asgari düzeyde 'tanımanın' gerekli olduğu kanısıyla. Bugün ise muhalefetin, özellikle ana muhalefetin, çoğu zaman tanıma, anlama, hak verme çabası ile sonuçsuz bir yaranma isteğini karıştırdığını düşünüyorum. Bir çevre ile insani (ve sonunda siyasi/kamusal) ilişki kurmak ile çoğu zaman başarısızlığa mahkum 'yaranma' çabası arasında çok fark var.

Örneğin yolsuzluk yerine israf teriminin kullanılmasının dindar kesimde hangi sonucu yarattığını düşünüyorlar, şu ana dek anlamış değilim. Çevremdeki tüm dindarlar, hemen her şeyin farkındayken onca insana çocuk muamelesi yapmanın mantığı ne? İnanmakta güçlük çekiyor olabilirler ancak iktidar yandaşı dindar kesimin ortalaması, olup bitenin hiç farkında olmadığı için değil, olup bitene 'rağmen' oy ve destek veriyor. Hiçbir insanın vicdanı böyle bir yükün altından kolaylıkla kalkamayacağı için, dünyalarına uygun, özgül bir terminolojiyle muhtelif 'kılıflar' buluyorlar.

Ayasofya'nın yeniden ibadete açılması karşısındaki muhalif siyasetçi tavrına ne demeli! Bu sayede kiminle nasıl bir iletişim kurmuş oldular? Eğer amaç 'sandık' ise, o gün oradaki yüzbinlerce insan bundan böyle kendilerine mi oy verecek? Neden eşitlikçi ve dönüştürücü bir dille cesur sözler sarf etmek yerine, yaranmaya çalışan bir üslup ve daha da beteri 'sessizlik' benimsenir? O muhitte bunun fark edilmediğini mi düşünülüyor? Neden, enayi mi bu insanlar? Konunun 'din' ile ilgisi olmadığının farkında değiller mi sizce? Sanki birörnekmiş gibi 'dindar kesim' olarak adlandırılan milyonlarca yurttaşın, yalnızca dindarlık ile ilgilenmediklerini, kendi içlerinde yaşanan krizleri, çıkış yolları aradıklarını görmek bu kadar zor mu? O çıkış yolu, en az onlar kadar dindar görünmek midir, yoksa 'eşitlikçi' bir dille 'farklı' ve yoksulluk adı verilen alçaklıktan kurtaracak bir siyasetin mümkün olduğuna dürüstçe ikna etmek mi? Muhalefetin toplumsal desteği, koşa koşa Ayasofya'ya namaza gitmekle mi, yoksa her yurttaşa 'temel bir yurttaşlık geliri' ödeneceği vaadiyle mi artar?

Charlie Hebdo'da yayınlanan karikatüre verilen tepkilere bakalım... O dünyayı ve kumaşı çok iyi bilen Meral Akşener ve Ali Babacan ciddiye almazken, en sert tepkiyi CHP gösterdi! İktidar olursa, Misvak'tan beter ergen mizahı yapan ve bana kalırsa hiç komik olmayan bir dergiyle mi diplomatik ilişki kuracak CHP? Derginin adını Türkiye'de telaffuz edebilen kaç kişi var? Dindar kesimin sempatisini mi kazandıklarını düşünüyorlar? İyi hoş da onların umurunda mı! Kime ne Fransa'daki bir dergiden. İktidarın ağzına laf vermemek mi amaç? Mümkün mü böyle bir şey Allah aşkına! Muhalefet, nasıl eşi benzeri olmayan insanlarla karşı karşıya olduğunu herhalde benden iyi biliyordur.

Büyük ölçüde zihninde yarattığı, gerçekle 'iltisakı' çok tartışmalı bir 'dindar kesim' fotoğrafıyla ilişki kurmaya çalışıyorlar ve haliyle siyasetin sınırları; artık siyaset filan yapmayan, hiç kimseyi hiçbir şeye ikna etme gereği duymayan 'iktidar' tarafından belirlenmeye devam ediyor. Eğer hedef farklı kesimlerle anlamlı bir ilişki kurmaksa, bunun iktidarın sözcükleriyle, yalnızca farklı tonda hitap ederek başarılması mümkün mü? Yok eğer hedef geçici bir süre 'göze girmekse', o daha da zor. Özel yaşamınızda sizinle samimi ve anlayışlı sohbet etmektense, çıkarı gereği yaranmaya çalıştığını hissettiğiniz birine hangi gözle bakarsınız? Peki geniş yurttaş/seçmen kitleleri nezdinde neden çok farklı olsun o nahoş bakış.

Eşit yurttaşlık için dinlemek, dertleşmek, anlamak hava gibi su gibi ihtiyaç. Ancak 'empati' bir siyaset biçimi değil. Olsa olsa, siyaseti daha anlamlı ve kamusal hale getirecek bir adım, yaklaşım. Yaranma kaygısı ise, düşman başına, olabilecek en vahim istek/tavır ve 'çoğunluğa' dalkavukluk dışında götüreceği bir yer yok. Ayrıca, özellikle ana muhalefetin kendi seçmenine yönelik 'boş vermişliği' ise hakikaten akıl almaz bir tutum, ama başka yazının konusu olsun. Şunu söylemeden de bitmesin yazı:

Farklı kesimlerle iletişim sağlıyoruz diye yola çıkıp çubuğu fazla kırınca varılacak yer, pek muteber bir yer olmayabilir. Siz eğer sosyal demokrat bir muhalif olduğunuzu iddia ediyor ve memleketteki ayrımcı dilin müsebbiplerinden, hatta bizatihi o söylemin kurulup yayılmasını organize edenlerden birini telefonla arayıp sözüm ona nezaket gösterisi yapıyorsanız, bırakın iletişim kurma çabasını, davranışınızı 'yaranma' sözcüğü ile dahi açıklamak mümkün olmaz. Kendi seçmeni bir yana, tüm demokrat ve dürüst insanları küçük düşürmeye yeltenen bu 'hamleyi' anlatacak çok sözcük var, ancak ne yazık ki hiçbiri uygun değil. Siyasetçilerin, kendilerine oy veren ve büyük ölçüde çaresizlikten umut besleyen milyonlarca yurttaşı, böyle göstere göstere aşağılamaya kalkışmamasında büyük yarar var. Hiçbir insan ve kurum, her ne amaçla olursa olsun, kendisini bu duruma düşürmemeli.

 


Yazı önerisi: Bahadır Özgür'ün bu yazısını okumayan kaldıysa, mutlaka göz atmasını öneririm.


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.