Taklamakan Çölü’ndeki uzaylılar ve tartışma programları

Reklam arasından sonra ekranda yapay gündemin turnusolü olan o alt başlık belirebilir: “Siyasette ... tartışması”. Artık iktidar tarafından yaygın medyaya o hafta gündem yapılması için sunulan son siyasi polemik konusu, memleketin en önemli sorunuymuşçasına iştahla tartışılabilir: “Dünya uzaylıların ani ziyaretini konuşurken biz şimdi değerli konuklarımızla Ankara’daki sıcak bir gündem maddesine geçiyoruz...”

Google Haberlere Abone ol

Can Ertuna*

Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada paylaşılan iki içerik, Türkiye ve dünyada televizyon haber yayıncılığının geleneksel formatlarından olan tartışma programları üzerine düşünmeye çağırdı bizleri. Biri senarist, yazar ve oyuncu Can Yılmaz’ın bir tweet'iydi.

Yılmaz mesajında “Yarın öğlen Taklamakan çölüne uzay gemisi inse, içinden 2500 uzaylı inse, bu konuyu yine televizyonlardaki aynı 16 kişi tartışacak di mi? Cevap ‘evet’ dağılabiliriz” diye yazmıştı. Yılmaz’ın bu mesajından iki gün sonra ABD’deki Columbia Üniversitesi’nin gazetecilik konusundaki çalışmalar yer veren web sayfası Columbia Journalism Review’da bir CNN editörünün yazısı yayımlandı: “Tartışma programı formatına son vermenin zamanı geldi” diyordu Ariana Pekary.

AŞIRILIĞIN MEŞRULAŞTIRILDIĞI BIR FORMAT OLARAK 'TARTIŞMA PROGRAMI'

Can Yılmaz’ın tepkisi, haber kanallarında uzayıp giden programların her konunun uzmanı olarak sunulan sınırlı konuk havuzunaydı ki bu tartışmalı formatın Türkiye’deki medya dinamikleri göz önüne alınınca daha da çekilmez hale geldiğini vurguluyordu. Türkiye özeline aşağıda değinmek üzere şimdilik Pekary’nin “evrensel” sorunları gündeme getiren kısa yazısındaki bazı noktaları sıralayalım. Pekary, ABD’deki Kongre baskını sırasında CNN’deki bir programa değiniyor ve karşıt görüşlerin adil biçimde sunulduğu izlenimi yaratmak üzere tasarlanan bu programların “konuların basite indirgenmesi, öfkenin körüklenmesi ve denetimsiz kanaatlerin olgulara dayalı haberciliğin yerine geçmesi” işlevi gördüğünü yazıyordu. Ona göre demokrasinin temel kurumlarından birinin ele geçirilmesi böylece normalleştirilmişti. Belki daha da önemlisi ayrımcı, nefret söylemi ve yer yer şiddet çağrısı içeren söylemlere bir meşruiyet zemini tanınmasıydı. Pekary “izleyici onlar hakkında ‘herhalde kötü olamazlar, eğer öyle olsaydı TV’ye davet edilmezlerdi’ diye düşünüyor” diyerek aslında ana akımın sıklıkla uç görüşlerin meşrulaştırılmasında oynadığı rolün altını çiziyordu.

BBC’nin 2018’de “iklim değişikliği konulu yayınlar” konusunda attığı editoryal bir adım daha önce oldukça tartışılmıştı. Buna göre haberlerde salt bir denge sağlıyor gibi gözükmek için “iklim değişikliği yoktur” diyen bilim dışı bir reddiyeci görüşe gerek olmadığı vurgulanıyordu. Bu tutum, özellikle sosyal medyanın yalan ve dezerformasyonun yayılmasında kaldıraç işlevi gördüğü “hakikat sonrası” çağda, bilimsel olguları reddeden uç görüşlerin, en azından belirli alanlarda denge gözetmek için ekrana taşınmayabileceğine dikkat çekmesi bakımından önemliydi. Ancak konu toplumsal meseleler olunca durum daha da karmaşık hale geliyor.

CEZA HUKUKÇUSU UZAYLI ISTILASINI TARTIŞIRSA

Haberdeki denge sorunu, haber kanallarındaki tartışmalar sözkonusu olunca daha da derinleşiyor. Öncelikle bu programlarla 24 saatlik döngüde birkaç saati tartışmayla “doldurmak” düşük maliyetli bir reyting avı sağlıyor. Olgulara ulaşmak, olay yerlerine haber, yayın ekipleri göndermek hem daha zahmetli hem de maliyetli. Oysa tartışmalarla kanaat temini çok daha ucuz. Ayrıca ekranda karşıt gibi sunulan görüşlerin sürtüşmesinden doğacak kıvılcımların reyting ateşini yakması ve viral videolar üretmesi de bu formatın bir diğer tercih nedeni. Üstelik Türkiye gibi ülkelerde egemen siyasetin tedarik ettiği gündemin, izin verilen konuklarla tartıştırılması sadece maliyeti ekonomik değil, siyasi olarak da düşürüyor. Üstelik o yayıncıya ve bağlı olduğu gruba reklamdan kamu ihalesine hatta vergi affına kadar sunulabilecek teşvikler dünyasının kapılarını aralıyor.

Önemli olan, bir yandan konu karşıt görüşler tarafından ele alınıyor gibi sunulurken diğer yandan ekranlardan iktidar seçkinlerinin izin verdiklerinin ötesinde çatlak ses taşmaması(1). Bu yüzden Can Yılmaz’ın dediği gibi Taklamakan Çölü’ne uzay gemisi inse ve içinden 2 bin 500 uzaylı çıksa, bu olayı haber kanallarında bir araştırma şirketi sahibi, ceza hukukçusu, iktidara yakınlığı ile bilinen bir gazetenin Ankara temsilcisi, her konuda kanaat sahibi bir akademisyen, beka sorunları kompetanı bir güvenlik politikaları uzmanı ve “merkez”i temsilen bir emekli diplomatın tartışması çok muhtemel. Gerçi son iki isim bir uzaylı istilası konusunda hayatta kalma stratejileri ve olası müzakere vizyonu hakkında katkı sağlayabilir. Programın ikinci bölümünde, reklam arasından sonra ekranda suni gündemin turnusolü olan o alt başlık belirebilir: “Siyasette... tartışması”. Artık iktidar tarafından yaygın medyaya o hafta gündem yapılması için sunulan son siyasi polemik konusu, memleketin en önemli sorunuymuşçasına iştahla tartışılabilir: “Dünya uzaylıların ani ziyaretini konuşurken biz şimdi değerli konuklarımızla Ankara’daki sıcak bir gündem maddesine geçiyoruz...”

BİR SİMÜLASYON OLARAK TARTIŞMA PROGRAMI

Türkiye’de tartışma programlarının geçmişi TRT’nin tek kanal olduğu günlere kadar uzanıyor. 1988-1989 yıllarında Ali Kırca tarafından sunulan “Açık Oturum”, yine aynı yıllarda Uğur Dündar tarafından sunulan “Forum” Batı’daki örneklere göre uyarlanan programlardı. Reha Muhtar tarafından 1992 yılında TRT’de sunulmaya başlanan ve sonra sırasıyla Star TV ve Show TV’de devam eden “Ateş Hattı”, Mehmet Ali Birand ve Can Dündar tarafından yayınlanan “Çapraz Ateş”, Hulki Cevizoğlu tarafından 1994 yılında HBB’de sunulmaya başlanan ve birçok kanal gezen “Ceviz Kabuğu” diğer başlıca programlardan. Belki de en çok iz bırakan tartışma programı ise yaklaşık 20 yıl boyunca ekranlarda kalan, Ali Kırca’nın sunduğu “Siyaset Meydanı”ydı. Bu programlarda farklı görüşlerin ne ölçüde ve dengede temsil bulduğu ya da kimleri meşrulaştırarak merkeze çektiği ayrı bir yazının konusu. Ancak kesin olan, medyanın bütününde olduğu gibi bu programlarda da çok daha farklı görüşü duyma olanağı bulunduğuydu. Bir süre önce Journo’da yayımlanan bir haber, haber kanallarında artık hangi konuğun yayına çıkamayacağı şeklindeki “kara liste” günlerinin dahi geride kaldığını ortaya koyuyordu. Habere göre, onay verilen isimler o kadar azalmıştı ki artık (yazılı olmasa da zihinlerde) iyice daralmış bir “yayına çıkabilecekler” listesi vardı.

Tartışma programları, dünyada nefret söylemi, bilim dışı savlar, dezenformasyona “denge” adı altında platform olanağı sağlayıp sağlamadıkları üzerinden sorgulanıyor ve eleştiriliyor. Türkiye’de ise 90’lar ve 2000’li yılların başındaki medya düzeninde geçerli olabilecek bir analiz çerçevesi bu. Bugün artık haber kanallarının haberden kaçınmasının ve dayatılan gündemin yeniden üretilmesinin aracı olarak gündemdeler ve bir reyting beklentisinden çok bir zorunluluk olarak yayındalar. Böyle bir tabloda uzaylılar bugünlerde gelip kendileri hakkındaki tartışmayı görseler muhtemelen sıkılıp kanalı değiştirirlerdi.

 (1) Bu konuyu daha farklı boyutlarıyla yine daha önce Gazete Duvar’da yayımlanan https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/04/06/sov-devam-etmeli-korona-gunlerinde-medya‘Şov devam etmeli’-Korona günlerinde medya başlıklı bir yazıda ele almaya çalışmıştım.

* Gazeteci ve Doktor Öğretim Üyesi, Bahçeşehir Üniversitesi