Şu bizim güçlü kırılganlığımız
Günün modasına uyup “Seçim Kemal Kılıçdaroğlu yüzünden kaybedildi” deniyor ama doğru değil. Kemal Kılıçdaroğlu'nun “kazanacak aday” olmadığı, “kazanılacak bir seçimi kaybettiği” iddiası, seçimin burada bahsi geçen sosyolojisiyle örtüşmüyor. O taraftan kim aday olsa ancak bu kadarını başarabilirdi.
Sosyal medyadaki moral verici bütün paylaşımlara rağmen, hepimiz biliyoruz ki seçimler sonrasında muhalif kesimlerde, bir kez daha "yenilmiş olma"nın duygusuyla, öfke ve kızgınlığın yanı sıra, her zamankinden daha keskin bir ümitsizlik, her zamankinden daha boğucu bir karamsarlık hâkim.
Çünkü bu sefer "tamam"dı; Erdoğan’ın kaybetmesi için her koşul vardı; ülkeye nihayet “baharlar gelecek”ti. Ama, nasıl olduysa, yine olmadı. Üstelik bir teki bile herhangi bir ülkede bir iktidarı (hele ki yirmi bir yıllık bir iktidarı) devirmeye yetecek yığınla sorun mevcutken olmadı.
Olmamasının gayet görünür kaba saba sebepleri var. Seçimin gayrı âdil ve (tarafların birbirine denk koşullar üzerine kurulu paralel çabaları anlamında) rekabetten yoksun bir ortamda geçmesi veya bir tarafın diğer tarafa yönelik doğrudan karalama, iftira ve hakaretlerle dolu bir propaganda yürütmüş olması, bu sebeplerden ilk akla gelenler... Kızgınlık ve öfke bu kaba saba gerçeklikten kaynaklanıyor, o yüzden bu duyguyu anlayabiliyor ve hak verebiliyoruz.
Ama ümitsizlik ve karamsarlığa hak vermek mümkün değil. Çünkü onun kaynakları fazlasıyla aldatıcı.
Mesela... Ümitsizlik ve karamsarlığın baş müsebbibi olarak, halkın hâlâ, şu koşullarda bile, Erdoğan’a destek veriyor oluşunu düşünelim.
Buna bakarak (elbette yüzeysel biçimde bakarak) halk denen özneyi, (YRP ve HÜDAPAR’ı Meclis'e taşıyan Erdoğan’a oy verdiklerine göre) kadın düşmanı, yobaz ve mürteci; (ahlâksızlığın verdiği beceriklilikle iktidar çevrelerinde politik kariyerlerine devam edenlere rağmen Erdoğan’a oy verdiklerine göre) bayağılığını varoluşunun zorunlu koşuluymuş gibi büyük bir ısrarla yaşayan niteliksizler güruhu; (enflasyona, iç ve dış politikadaki türlü çeşit tutarsızlıklara, dezenformasyon ve kara propagandaya rağmen Erdoğan’a oy verdiklerine göre) dünyadan haberi olmayan cahiller topluluğu olarak görme eğilimindeyiz. Böyle görünce de bu toplumdan bir şey olmaz diyoruz.
Oysaki onlar cahil, bayağı ve yobaz oldukları için değil, Erdoğan’dan kopamadıkları için ona oy veriyorlar; onlar yokluğun ve yoksunluğun, yanlışın ve doğrunun farkında olmalarına rağmen iktidarı desteklemekten vazgeçmediler.
Bu seçimler öncesinde yapılan saha araştırmaları ve anket çalışmalarında Erdoğan’a oy vermiş seçmenlerin yüzde 44’ünün AKP döneminde yolsuzlukların arttığına inandığı, yüzde 59’unun “lüks ve israf arttı" dediği, yüzde 58’inin "Türkiye ekonomisinin kötüye gittiğini" söylediği, yüzde 52’sinin "mahkemeler adil değil" kanaatinde olduğu, yüzde 50’sinin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmeyi onaylamadığı, yüzde 72’sinin Diyanet'in ve din adamlarının siyasetle uğraşmalarını doğru bulmadığı, yüzde 50’sine yakınının Gezi protestoları sırasında cami yakıldığını düşünmedikleri vb. ölçülmüştü, biliniyordu.
Yani belki fanatik bir grup dışında Erdoğan seçmeni, duyup gördüğünü belli bir mantık süzgecinden geçirme, sebep ve sonuç arasında anlamlı bağlar kurma yetisinden yoksun bir kitle değil. Fakat aynı saha araştırmaları ve anket çalışmalarında görünen bir şey daha vardı: AKP seçmeninin yüzde 70’i, MHP'nin de yüzde 50'si, Millet İttifakı seçimi kazanırsa "yaşam tarzımın ve kazanımlarımın tehdit altında olacağını düşünüyorum" demişti. Dolayısıyla, buna bakarak, belki tutum ve tercihlerinde mantık ve akıl yürütme yetisinden ziyade korku ve endişelere öncelik tanıdıkları söylenebilir. İktidarın son seçimlerde de en güçlü kozu buydu.
Bu durum, iktidar kadar muhalefete de bazı toplumsal kozlar veriyor aslında.
Şöyle ki: Recep Tayyip Erdoğan’ın her koşulda almayı başardığı halk desteğini "lider karizması" ve "Erdoğan kültü" ile de açıklamak adetten olmuş ama öyle değil. Öyle olsaydı, "altı benzemez"i bir araya getiren Erdoğan karşıtlığı ittifakı bir işe yarardı. Erdoğan’ı Erdoğan yapan, onun örgütüdür, AKP’dir. Gerçekte işçisi, köylüsü, memuru, esnafıyla halkın desteğini almayı başarmış olan, bir siyasal örgüt olarak AKP’dir. AKP, “düşük ücret geniş istihdam” politikasıyla, çoğunlukla kamu bütçesinden karşılanan ve partiye yakın dernekler üzerinden gerçekleştiği için AKP hizmeti olarak algılanan yardım ve destek projeleriyle, “hane ziyaretleri” ile ülke çapında yürüttüğü yerel politik çalışmalarla örgütlülük ağlarını genişletmeye önem vermiş, örgütsel yapısını en küçük köyleri, mahalleleri içerecek şekilde oluşturmaya özen göstermiş, bugün on milyon üyesi olan bir partidir. Bu önem ve özen, uygulamadaki otoriter siyasete ve bundan da önemlisi acımasız kapitalist piyasa ekonomisine rağmen, Erdoğan’ın halen nasıl olup da geniş halk kesimlerinden onay alıp destek bulabildiğinin (sırrını değil) izahını içermektedir.
Belki de kimlik politikaları, lider karizması, uluslararası konjonktür, ideolojik hegemonya ve benzer sebepler yanında en etkin faktör budur. Erdoğan kendisini halkın geniş kesimlerine onların sınıfsal çıkarlarına ters düşen politikalara rağmen onaylatabilmişse, bunu (onların cehaleti, bayağılığı ve yobazlığı sayesinde değil) bu sayede başarabilmiştir. Erdoğan, pragmatist bir siyasetçidir; diyelim ki çıkarını orada görüp de (HÜDAPAR ve YRP yerine) TİP ile anlaşmaya varsaydı, seçmen kitlesi yine Erdoğan’a oy vermeyecek miydi? O halde, şimdi yobaz dediğimiz aynı seçmene o zaman sosyalist mi diyecektik?
Erdoğan’ın seçim başarılarındaki bu sosyoloji, dediğimiz gibi, iktidar kadar muhalefete de bazı toplumsal kozlar veriyor. Ve politika da zaten apaçık toplumsal kozlarla ilgili bir alandır.
Muhalefet, elinde tuttuğu bu kozu bir yolunu bulup oyuna sokabilmeli; mahallelere, köylere, hanelere girebilmeli. Demokratik toplumsal politika, gerçek özelliğini ancak bu şekilde, halkla, kitleyle doğrudan doğruya bağ kurarak kazanır. Böyle bir bağ yoksa, bu bağdan yoksunsa, tüm sahiciliğini ve canlılığını yitirir. Bu kaçınılmazlık, Marksizmin ünlü “teori-pratik” birliğinden geliyor, doğal olarak.
Şimdi muhalefet için seçim sürecinde bu bağı ne ölçüde kurabildiğini, kurmak için ne ölçüde çaba gösterdiğini gözden geçirme vakti. Seçim yenilgisi bu konuda pek olumlu şeyler söylemiyor. Günün modasına uyup "Seçim Kemal Kılıçdaroğlu yüzünden kaybedildi" deniyor ama doğru değil. Kemal Kılıçdaroğlu'nun "kazanacak aday" olmadığı, "kazanılacak bir seçimi kaybettiği" iddiası, seçimin burada bahsi geçen sosyolojisiyle örtüşmüyor. Ayrıca, yirmi yıldır toplumun yarısından fazlasının teveccüh göstermediği taraftandı Kılıçdaroğlu; yirmi yıldır kaybeden tarafın adayıydı. O taraftan kim aday olsa ancak bu kadarını başarabilirdi.
Bütün bunları pek hesaba katmadığımız için ümitsizlik ve karamsarlığa yatkın kişilikler haline geliyoruz. Bizim bu güçlü kırılganlığımız, şu vatan toprağının acı ve sabırla donanmış deneyimlerinden geliyor. Artık bitsin istiyoruz. Biter, bitecektir. Ernst Bloch’un dediği gibi: "Kötümserliğe ait tüm kaidelerin istinası geçerlidir."
Zor durumdaki kişi (avunmaya büyük ihtiyaç duyduğundan) safdil olmaya meyyaldir. “Bu da öyle bir şey mi?” diye sorulabilir.
Hayır, safdillik değil, sadece toplumsal kozlar ve sosyoloji!
Sadece toplumsal kozlar ve sosyoloji.