Sovyetler Birliği’nin ironik anlatımı

Tatyana Tolstaya'nın kitabı 'Böcü', Jaguar Kitap tarafından yayımlandı. Tolstaya 'Böcü'de, nükleer patlama, devrim, özgürlük, yoldaşlık, Kızıl Kızaklar, Ekim Tatili ve gelip giden liderlere göre değişen kent isimleri gibi metaforlar aracılığıyla SSCB’nin ironik bir anlatımına girişiyor.

Google Haberlere Abone ol

Antonio Gramsci, 'Hapishane Defterleri’nde doğum güçlüğü çeken dünya ile ölmemek için direnen dünya arasındaki gerilimden filizlenebilecek karmaşaya dikkat çekmişti. Gramsci’ye göre bu çatışma, tehlikeli sonuçlara neden olabileceği gibi bilindik yaşam ile yenisi arasında boşluklar meydana getirebilirdi.

Tatyana Tolstaya’nın kaleme aldığı 'Böcü', Gramsci’nin vurguladığı gerilimi yansıtmakla kalmıyor, nükleer bir felaket sonrasında romanın başkarakteri Benedikt’in yaşadıklarını, dönüşümü ve insanlara tebelleş olan bir “canavar”ın zihinlere saldığı korkuyu anlatıyor. Başka bir deyişle felaket sonrası dönemde, eski ve yeni dünya arasındaki meydana gelen boşlukları ortaya koyuyor.

KORKULAR, HİKÂYELER VE SORULAR

Kitaba adını veren ve hakkında çeşitli tevatürler üretilen, patlamadan önce de var olduğu söylenen; korkunun, tedirginliğin ve çeşitli kötülüklerin simgesi hâline gelen 'Böcü'ye dair şehrin eskileri ve arada bir görünen Çeçenler hikâyeler anlatıyor.

Öte yandan, “patlamadan evvel her şeyin bambaşka olduğu” günleri ananlar da karışıyor araya. Böylece zamanın ikiye bölünmüşlüğüyle yüzleşiyoruz: “Daha iyi yaşıyorduk” denen zaman ile zenginliklerin kaybolduğu (ana besinin fare olduğu, onun da karaborsaya düştüğü) donup kalmış zaman karşılaştırmasına girişiyor Benedikt’in yakınları. Tolstaya, bu çelişkileri, hem Benedikt’in çocukluğuna hem de patlama öncesi ve sonrasındaki hayata dair anekdotlarla sunuyor okura.

Her iki dönemde de geçerli olan ve asla değişmeyen şey ise eşitler arasında daha eşitlerin, daha az eşitlere karşı giriştiği güç gösterileri; anlatıcı bunu, “eğer biri sana gülüyor, seninle alay ediyorsa belli ki iktidarını gösteriyordur sana karşı” diye aktarıyor. Tolstaya’nın ironisinin bir yansıması bu, kimin “yoz” olup olmadığına karar veren yönetimlerin hüküm sürdüğü SSCB döneminde, herkesin bildiği fakat dile getirmekte tutuk davrandığı bir gerçek…

Bir yanda bu gerçekler alıp başını gidiyor, diğer yanda Benedikt’in yaşama bakışı yer alıyor. Hayat hakkında bilinenlerin, bilinmeyenlerden az oluşu felaket öncesi pek sorgulanmazken patlamadan sonra daha fazla dillendiriliyor. Bu zaman diliminde, hem Benedikt hem de yakınındakilerin zihninde bazı sorular dolanıyor: “Zenginlik hırsı mıdır?.. Özgürlük ateşi midir?.. Ölüm korkusu mudur?.. Bir yerlere mi gitmek istiyor acaba canın?.. Ya da tavana vurmuş keyfiyet duygusunun getirdiği küstahlık mı, ne bileyim, kendini mirza gibi görmek mi, dile getirilemeyen bir iktidar hevesi mi, şöyle büyük mü büyük, sihirli, her şeye hükmeden, başların başı, canların canına okuyan, tereminde icatlar icadeden, elleri kımıl kımıl, başını şöyle sağa sola sallayan bir yönetici mi olmak istiyorsun acaba?..”

Böcü, Tatyana Tolstaya, Çevirmen: Eyüp Karakuş, 368 syf., Jaguar Kitap, 2020. 

ÖZGÜRLÜK MESELESİ

İkilemler, düşler, felaketle birlikte gelen bocalamalar ve hayatın “olağan” akışı içinde Benedikt’in sarıldığı en önemli şeyler, şiirler ve “ruhun gıdası” kitaplar. Devlet aklı ile insanların aklı arasındaki dar köprüde duran kitaplar işler, vergiler ve çalışma saatlerinin boşluğunu dolduruyor bir bakıma. Kitaplar, hayatın kısa olduğunu ve zamanın hızla akıp gidişini gösteriyor göstermesine ama hayata seyirci kalmaya da yol açabiliyor.

Bir başka hakikat ise patlamadan iki yüz yıl sonra bile ara sıra görünüp insanların huzurunu bozan “Böcü”; zift gibi bir karanlık yaratıp ölmekten beter ediyor ahaliyi: “Bu Böcü niye ölümden daha korkunçtur bilir misin çünkü eğer öldüysen öldün, bitti gitti. Yoksun artık. Amma bu yaratık gelip seni perişan ettiyse ölmezsin, sürünür gidersin! Yaşarsın yaşamaya da bu nasıl bir hayattır? Böcü’nün daladığı bu kişiler içlerinden kendilerini nasıl hissederler, öyle çarpılmış hâlleriyle nasıl olduklarını düşünürler? Neler olur biter iç dünyalarında? Ha?..”

Yaşamın “olağan” akışında ortaya çıkan bir diğer hakikat, yine çoğu insanın hakkında konuşmaya yanaşmadığı fakat hep göz önünde duran özgürlük meselesi: “Özgürlük hiçbir zaman olmamıştı, hâlâ da yok. En acı vereni ise ne biliyor musunuz? Kökleşme. Halkın bilincinde (...) Dostoyevski’yi hatırlayalım. Varsın bütün dünya ölsün, yeter ki çayımı içebileyim ya da et kıyılsın! Topun ağzına sürülen et! Efendiler, şu anda acılar içindeyim. Hepimizin sıkıp suyunu çıkardılar. Daha da istiyorlar. Ekonomik koşullardan bahsedecek değilim şimdi; hepimiz donduk çünkü…”

KABA BİR KÜLTÜREL VE SİYASAL İKLİM

Kitaplar okuyan ve kendisini şiire veren Benedikt’e “hayatın alfabesini sökemediği”ne dair suçlamalar da yöneltiliyor. Aslında bu, Tolstaya’nın anlatımının önemli bir parçası; patlama sonrası, sanat ve edebiyatla yeniden kurulmaya çalışılan yaşam ile yabancılaşılan yaşam arasındaki farklara ve bazen de derinleşen uçuruma göndermeler içeriyor: Devlete ve toplumun iliklerine işlemiş çürümüşlüğün özneleri ile bunu fark edemeyenler veya fark etse de halının altına süpürenler; Böcü olanlar ile Böcü’den korkanlar arasındaki uçurum bu…

Çok okuyan, daha fazla kitap ve sözcük isteyen, gölge ile hakikat ayrımı yapan Benedikt’in yaşadığı aydınlanma, 'Böcü'nün yalnızca ormanda değil, insanların ruhunda bulunduğunu anlamasını sağlıyor. Evliliğiyle birlikte kayınpederinin gözetiminde girdiği örgütlenme ise topluma ne kadar yabancılaştığını ona gösterirken siyasi devrim ile kişinin kendisinde yaptığı devrim arasındaki sınır çizgisinin ayrımına varıyor.

Tolstaya, nükleer patlama, devrim, özgürlük, yoldaşlık, Kızıl Kızaklar, Ekim Tatili ve gelip giden liderlere göre değişen kent isimleri gibi metaforlar aracılığıyla SSCB’nin ironik bir anlatımına girişiyor 'Böcü’de.

Tolstaya, Platonov’la ve Aleksiyeviç’le benzer şekilde SSCB’yi politik ve kültürel bağlamda eleştirirken romanda, yaşlı ve genç tanıklar ayrımı yaparak nükleer patlama öncesi var olan kimi inceliklerin yerini siyasi, sanatsal ve sosyal nobranlıkların nasıl aldığını resmediyor. Başka bir deyişle içi boşaltılmış ve kaba bir kültürel ve siyasal iklimle yüzleşiyor okur; ahalinin kullandığı dil ve yaşam biçimi, tam anlamıyla bu yapıyı yansıtıyor. Kısacası, yüzeyselliğin mizahi, trajik ve trajikomik taraflarını Benedikt’in yaşamıyla bütünleyerek sunuyor yazar.