Sorrentino’nun ‘Su Perisi’ dalışta mükemmel, çıkışta yorgun!
Filmin ilk saatinde Sorrentino bizi adeta büyülüyor! Asla bir ‘turistik gezi’ kolaycılığına kaçmadan, bütün teknik becerilerini kullanarak hem asıl karakterine hem de sınır tanımayan bir tutkuyla bağlı olduğu Napoli şehrine affettiği değeri görselleştiriyor. ikinci bölüm ise ne yazık ki görkemli bir ilk yarının filmin bütününe sirayet edecek bir başarıya ulaştırmayacağını kanıtlıyor.
İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino, 2013 yılında sunduğu ‘Muhteşem Güzellik’ filmiyle hem ülkesinin ‘yakından takip edilmesi gereken’ genç yönetmenler listesinin başına geçti hem de dünya çapında büyük bir beğeni kazandı. Yönetmen, ait olduğu ülkeye ve şehre (Napoli) olan bağlılığını asla kaybetmedi ve burada yaşanan yarı-otobiyografik olaylarla hissedilen duyguları harmanlayarak kendine has özel bir sinema dili yaratmayı başardı. Bu tarz anlatım, bazı seyircilere empati duygusunu fazlaca ‘körükleyen’ biraz ağır bir tutum gibi gelse de bir diğer kesim kendini kolayca Sorrentino’nun şairane görsel dünyasına teslim etti!

Çünkü yönetmen filmlerinde sadece ışıltılı ve bir o kadar da adeta ‘içimizi okşayan’ bir evren yaratmakla kalmıyor aynı zamanda da ‘snop’ bir tavır takınmadan varoluşsal, vicdani ve duygusal konulara da parmak basıyor, bunları senaryosuna yedirmeyi başarıyordu.
Ancak bizce bu aşırı ‘dolu’ ve iddialı sinema dili bazen çok kişisel bir boyuta inince biraz irtifa kaybedebiliyor. Bunun ilk emarelerini ‘Youth’ filminde gördük: Film genel olarak estetik açıdan kusursuza yakın dursa da hikâyenin bir ‘rehabilitasyon’ merkeziyle sınırlı kalması şaşırma katsayımızı azaltıyor, filmdeki iki usta ismin (Harvey Keitel ve Michael Caine) ‘son salvolarını’ gerçekleştirmek için adeta inzivaya çekilmesi, belki içerik açısından dolu ama biçim açısından ‘uslu’ bir hava yaratıyordu.Su Perisi’, Parthenope adlı bir kadının 1950’li yıllardaki doğumundan başlayarak daha çok Napoli şehrinde geçirdiği gençliğini, duygusal gel-git’lerini ve hem cinselliğini hem de asıl kimliğini keşfetmesini odak noktasına koyuyor. Hayatını genel olarak öğrencisi olduğu üniversite (Antropoloji bölümünde okuyor) ve ailesi arasında geçiren Parthenope’nin, kardeşleriyle Capri’ye yaptığı bir yolculuk onun hayata bakışını ve değer kıstaslarını ciddi anlamda değiştiriyor.
HAND OF ‘NAPOLİ’!
Sorrentino’nun Napoli şehriyle ve dolayısıyla Napoli futbol takımı (ve özellikle eski takım kaptanı, efsanevi futbolcu Maradona) ile olan özel (ve bir açıdan trajik) bağı sinema severlerin malumu! Bunu zaten çok daha açık bir şekilde üç sene önce çektiği ‘Hand of God’ filminde görmüştük!
En baştan söylemekte yarar var: Filmin ilk saatinde Sorrentino bizi adeta büyülüyor! Asla bir ‘turistik gezi’ kolaycılığına kaçmadan, bütün teknik becerilerini kullanarak hem asıl karakterine hem de sınır tanımayan bir tutkuyla bağlı olduğu Napoli şehrine affettiği değeri görselleştiriyor. Kendini bir anda bu duygu ‘girdabında’ bulan seyirci, bu sonu gelmeyen yazda, izlediği baş karakter gibi güneşte yanmak, özgürce yaşanan aşkları aramak ve şehrin bize sunduğu inanılmaz manzaralardan zevk almak istiyor.

İlk bakışta naif ve ‘göz boyayıcı’ gibi nitelendirebilecek bu atmosfer, Parthenope’nin asil (ve uslu) duruşuyla ve sadece görmekten keyifle izlemeye evrilen kamera diliyle çok daha derin ve hassas duygularımıza uzanan bir yolculuk haline dönüşüyor.
Sonrasında gelen ikinci bölüm ise ne yazık ki görkemli bir ilk yarının filmin bütününe sirayet edecek bir başarıya ulaştırmayacağını kanıtlıyor. Aslında Sorrentino başkarakterine insani bir yan katarak ona bir kahramanlık veya zafer elde etmiş edası vermek istemiyor ama belki de bu yüzden hikayesinin akıcılığında da sorunlar yaşamaya başlıyor. Bir anlamda ‘kendini keşfetme’ amacıyla hayatına adeta ‘tam gaz’ devam eden Parthenope, üniversite projeleri, karşılaştığı aşıklar ve (garip bir şekilde) ortadan hızlıca kaybolan karakterler arasında salınırken biz de zaman zaman onun hızına yetişmekte zorlanıyoruz, hikayede ‘tutunma noktalarımızı’ kaybediyoruz.
BAŞKARAKTERİN YAŞLILIĞI DEĞİL OLGUNLUĞU’
Filmin bir diğer sorunu ise bir detay gibi görünen ama aslında can alıcı bir görev üstlenen son bölümünde bulunuyor. O ana kadar Parthenope’nin geçirdiği bütün duygusal etapları, kendini sorgulamalarını, bazen sonuca ulaşmayan arayışlarını ve akademik kariyerini görmüş oluyoruz ama bu hayat hikayesini bir sonuca bağlayacak olan final, başkarakterin 60’lı yaşlarını canlandıran Stefenia Sandrelli’ye dayanıyor. Usta oyuncu, yönetmenin ve dolayısıyla senaryonun ona bırakmış olduğu ‘sınırlı’ bölge ve zamandan dolayı biraz sıkıntı yaşıyor ve bizce bu gerçekten yazık! Çünkü Sandrelli öyle kapasitede bir oyuncu ki ve başkarakterin duygusal dünyasına, filmin şekilsel güzelliği ve keyif verici kadrajlarının ötesinde öyle nüanslar katacak bir performansı var ki, hikayede ona ayrılan pay dar kalıyor.

Oysa, bir grup insanın etrafında şekillenen bu filmin destansı (her anlamda) bir aşk hikayesi, kendi türünde bir başyapıt olması için bütün öğeler mevcut! Ve dediğimiz gibi özellikle filmin ilk yarısında izlediğimiz birçok görüntü, sahne ve kadraj hafızamızda her zaman var olacak…
Bahsettiğimiz final sönüklüğü ve Parthenope’nin hikayeden erken ayrılan kardeşi ve onun bir anlamda gözünü açan yazar John Cheever’ın (eşsiz Gary Oldman) gidişi hikâyenin biraz dengesini bozsa da sonuçta yine de kuşkusuz etkileyici bir yapım ile karşı karşıyayız.
Hikayenin ve filmin başkarakteri Parthenope’yi canlandıran Celeste della Porta ile bitirelim. Della Porta sadece güzel ve seksi bir genç kadın değil ama aynı zamanda Monica Bellucci veya daha geriye gidersek Sophia Loren’in gençliğinde olduğu gibi inanılmaz derecede ‘feminin’ bir kadın… Ve kuşkusuz yönetmenin onu, filmi bütünüyle saran bir aşkı anlatmak için bir rehber veya bir temsil gibi seçmesi bir tesadüf değil! Sorrentino nerdeyse della Porta’yı her çektiğinde onun güzelliğini yüceltiyor! Ama unutmamak gerekir ki, aynı şekilde, Parthenope de yönetmenin filmini yüceltiyor!