YAZARLAR

Şömineli kahvenin fazileti

Şömineli kahvede üç kişi… Aralarında bir yakınlık duygusu. “Sessiz faziletlerin heykeli dikilmiyor.” Farkındalar. Sığındıkları bu yerde sadece kitap müptelalarının anlayacağı bir dil konuşuyorlar.

Kitap müptelaları arasında kan bağı olmaksızın duyulan yakınlık hissinin kendine has bir dili var. Bunun çoğunlukla gevezelik barındırmadığına dair bir gözlemim var.

Kulakları sızlatacak kadar ayaz günlerden biriydi. Şömineli kahvede ateşin başına çöreklenmiş, defterime yazıyordum. Masası, sandalyesi, yer döşemesi ahşap bu kahve, dışarda tipi varken her zamankinden daha da çekiciydi. Yıllardan beri gıcırdadığını hiç duymadığım kapı sessizce açıldı. İki arkadaş şakalaşarak içeri girdi. Şenlikli sesleri yanan odunların çıtırtısını anında bastırıverdi. Kahvaltı siparişi verip ikisi de telefonuyla oyalanmaya başladı. Onların çaprazında tek başına oturan adam dışarıdaki deniz manzarasından gözünü alıp bir çay söyledi ve hazırlanmaya koyuldu. Çantasından iki kitap ve iki farklı renkte flomaster çıkardı. Biri kırmızı diğeri siyah... Kitaplarını kaplamış…

Günlüğü yazı masasının üstünde açık duran Emekli Albay Halit Akçam’ı andıran bir şeyler var bu adamda. Tomris Uyar’ın hikâyesini anlattığı albay… Hani apartmanın yönetim defterine aylık giderlerin kimini kırmızı flomasterle, kimini siyah flomasterle, bazılarını da yeşil tükenmezle yazan... Belki bu adam da günün cevherini aramaya çıkmıştır albay gibi. İşte bir yakınlık hissi. Bir ara adamla göz göze geliyoruz, gönülden gönüle kurulan nevi şahsına münhasır bu bağı tebessüm ederek güçlendiriyorum. O da gülümsüyor, gözleri defterime kayarak. Tıpkı birbirine korna selamı veren motosikletçiler gibiyiz. Konuşmadan anlaştık bile. Bir sempati, bir yakınlık besliyorum artık ona karşı… Çayı tıpkı Emekli Albay Halit Akçam gibi “lodos denizinin rengindeydi”. Umarım onunki kadar içe batan bir yaşamı yoktur.

Ateşin sıcağı artık hafif hafif bunaltmaya başlamışken kahvenin kapısı sert bir rüzgârla açıldı. Kapının arkasındaki konsola özenle dizilmiş okey tahtaları darmadağın... İnanılmaz bir gürültü… Kahvaltısına gömülenler oralı değil ama kahvenin albayı hemen dikkat kesiliyor. Benim de aşağı kalır yanım yok. Rüzgârın açtığı kapı kapanmadan genç bir kadın giriyor içeri. Albay ile beni arıyor gibi bir hali var. Gözleri önce beni buluyor sonra albayı. İkimize de ayrı ayrı tebessüm edip cam kenarındaki masaya oturuyor. İçimde yine o yakınlık duygusu. Hissettiğim ateşin sıcağı mı acaba, diye bir an şüpheye düşüyorum ama yanılmadığımı anlamam uzun sürmüyor. Oturduğu masadan garsona seslenerek çay bardağında salep istiyor. Defterime çay bardağı çiziyorum, işim bitince çoktan kitap okumaya başladığını görüyorum. Hay aksi! Kitabı göremedim. Albaya çeviriyorum gözlerimi. Sırasının üzerine koyduğu kitabı okuyan dertsiz bir ilkokul çocuğunu andırıyor. Dirseklerinden birini masaya, başını da avucunun içine dayamış.

Defterimi kapatıp okuduğum kitabı çıkarıyorum çantamdan, ilk adımı ben atacağım. Merak edecekler. Tıpkı benim onlarınkini merak ettiğim gibi. Mumlar Sonuna Kadar Yanar’ı okumaya başlıyorum. Bakmasam da gözlerinin üzerimde olduğunu hissediyorum. Kitabımın kapağı açık seçik ortada… Göz ucuyla albayın bir şeyler yazdığını görüyorum. Kitabın ismini not ettiğini biliyorum. Yüzüme bir tebessüm yayılıyor. Sohbet etmeden verdiğim kitap tavsiyem adresini buldu. Rüzgârla gelen kız ne âlemde? Bir perdeyi açar gibi ellerini kitap kapağından iki yana çekiyor: Günlük. Oğuz Atay.

Bizim, kitap müptelalarının gevezelik barındırmayan dili kahvede dolanıyor. Sadece üçümüz duyuyoruz.

Rüzgârla gelen kız, Atay’ın günlüğünün içinde nereden nereye savruluyor kimbilir. Günlüğün ilk sayfasının demir leblebi cümlelerini okuduğunda ne düşündü? “Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız.”

Birden bir şey oluyor… Kızın, günlüğün “Babama Mektup” kısmıyla savrulduğuna emin oluyorum. Sanki masadan masaya görünmeyen bir yol uzanıyor da, oradan geçip okuduğu sayfaya bakmış kadar eminim. Bu da okur yakınlıklarının alametifarikalarından: okur önsezisi… Derken kız eline bir kurşunkalem alıyor ve satırları çizmeye başlıyor. Satırlar şunlar, eminim: “Sen yanılmışsın babacığım. Beni de yanılttın. Sessiz faziletlerin heykeli dikilmiyor. Daha başka ölçüler var; daha doğrusu her zaman varmış da biz bilmiyormuşuz. Özellikle ülkemizde durum böyle. Sen artık öldün, durumu düzeltmek mümkün değil. Ben de bu hatadan sıyrılmağa çalışıyorum; ama senden miras kalan beceriksizliğim yüzünden başarıya ulaşamıyorum.”

Kahvenin albayını boşladım. O da “faziletlerin heykeli”nin dikilmediğinin farkında olacak ki, kalemleriyle, kitaplarıyla sığınmış bu kahveye. Şehrin, insanların hırslarından uzağa… Çok uzağa… Bakışımı yakalıyor, bir süre bırakmıyor. Gözünde “ufak tıkırtılardan büyük felaketler bekleyen” Halit Akçam’ı görüyorum. Sessizce kitabına dönüyor. Daha fazla göz gevezeliği yapmanın bir anlamı yok, diyorum kendime. Mumlar Sonuna Kadar Yanar’a dönüyorum. Yüzümde şöminenin sıcaklığı, dışarda tipi.

Not: Tomris Uyar’ın “Emekli Albay Halit Akçam’ın İki Günü” adlı öyküsü Dizboyu Papatyalar kitabında yer alıyor. Kitap Can Yayınları tarafından yayımlanıyor.

Oğuz Atay’ın Günlük’ünü İletişim Yayınları yayımlıyor. “Babama Mektup”un son halini okumak isteyenler, Atay’ın hikâyelerinin yer aldığı Korkuyu Beklerken’i okuyabilir.

Sándor Márai’nin yazdığı, Esen Tezel’in çevirdiği Mumlar Sonuna Kadar Yanar’ı Yapı Kredi Yayınları basıyor.


Burcu Aktaş Kimdir?

Burcu Aktaş, 1980’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde Antropoloji eğitimi aldı. Uzun yıllar Radikal gazetesinde çalıştı. Radikal Kitap’ın editörlüğünü yaptı. Selim İleri’nin iç dünyasını anlattığı Düşüşten Sonra adında bir anlatı kitabı ve Çarpık Ev, Durmayalım Düşeriz, İstasyonda Vals, Vahşi Şeyler isimli dört çocuk romanı var.