YAZARLAR

Siyasal baskıyı anlamak: Kayyım, tutuklama ve diğerleri

Ayhan Bilgen'in istifa açıklaması, giderek otoriterleşen Türkiye’nin siyasal sistemi içinde basın açıklaması yapma, dilekçe hakkı, imza toplama, oy kullanma veya hukuk mücadelesi verme gibi bildiğimiz bütün karşı çıkma yöntemlerini etkisizleştiren bir siyasal baskı döngüsü içinde, daireyi parçalayan dikine bir hareket olarak parıldadı ve söndü.

Cuma günü adliyeye sevkedilen 20 HDP’linin 17’si mahkemece tutuklandı. Ankara Cumhuriyet Savcısı’nın 82 kişi hakkında aldığı gözaltı kararıyla başlayan operasyon sonucunda gerçekleşen tutuklamalar, esasen 2014’te açılan Kobanî soruşturmasıyla ilgili. Öte yandan Ayhan Bilgen’in gözaltında yaptığı açıklamaya cevaben Kars’ta başlatılan ikinci gözaltı dalgasının sonucuysa şimdilik belirsiz. Bilgen avukatı aracılığıyla “gözaltı süresi bitene kadar kayyım atanmamış olursa Belediye Başkanlığı görevinden” istifa edeceğini duyurmuştu. Bu açıklamadan sonra gözaltına alınan 19 HDP’liden Belediye Meclis üyesi olan 6’sı görevden alındı. Mahkemenin tutuklama kararı Bilgen’in kayyıma karşı önerdiği yaratıcı stratejiye karşı tüm tedbirler alındıktan sonra açıklandı. Hâlihazırda Kars Valisi kayyım olarak atanmış, belediye binası önünde kıldığı “fetih namazı”nın ardından görevine başlamış durumda. Maksat hasıl olduğuna göre ikinci operasyonda gözaltına alınanların tutuklanmasını gerektirecek bir sebep de kalmamış gibi görünüyor. Ancak gözaltında gerçekleşen zehirlenmeler veya avukatların duruşma salonuna alınmaması gibi gereksiz zulüm örneklerine tanık olduktan sonra olacaklar hakkında kesin konuşmak o kadar da kolay değil.

Olayların izlediği sıra hukukun hükümet politikasının amaçları için kullanıldığını o kadar açık bir şekilde ortaya koyuyor ki yargının siyasallaşmasından söz etmek artık abesle iştigal etmek anlamına geliyor. Yapılanın bir hak gaspı olduğunu ilan etmek, muhalif blokun iktidarla yaptığı pasif işbirliğini teşhir eden ahlaki suçlamalarda bulunmak veya kötülüğün giderek sıradanlaştığından söz açmak da bana çok anlamlıymış gibi gelmiyor. Zira bu mevzular ya zaten başkalarınca eni konu tartışılmış sorunlar ya da üzerinde durmaya değmeyecek kadar açık doğrular. İçinde bulunduğumuz konjonktürde siyasal baskı uygulamayı, iktidar için kazançlı bir yatırım haline getiren koşullar üzerine düşünmek ve mümkünse durumu tersine çevirmek için nerden başlamak gerektiğini tartışmak bana daha gerekli gözüküyor. Gelişmeleri değerlendiren çoğu araştırmacı ve yazar iktidarın uyguladığı baskı ile gelmekte olan seçim arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor. Yani iktidarın ilk seçimde gidici olduğunu ve baskının bunu engellemek için son şans olarak kullanıldığını savunuyorlar. Sanırım tartışmaya başlamak için en doğru yer burası.

Baskıyı seçim siyasetinin bir işlevi olarak değerlendirenler gündem saptırma uyarılarından muhalefeti bölme yöntemlerine kadar uzanan geniş bir yelpazede çok sayıda argümana dayanıyorlar. Bazı yazarlara göre HDP operasyonları ülkenin içinde bulunduğu ağır ekonomik krizin ve salgın yönetiminde yaşanan açık başarısızlığın üstünü örtmek amacıyla uygulamaya konmuştur. Diğer bazı yorumcularsa uygulanan baskıyı muhalif blok içindeki çatlakları derinleştirmek, esasen de HDP ile İYİ Parti arasındaki gerilimi artırmak amacıyla açıklıyor. Son derece popüler olan bu iki açıklama biçimini hem cazip kılan hem de onların en büyük zaafını oluşturan ortak bir nokta var. Bu açıklama biçimleri bir yandan her baskı uygulamasını kendi tekilliği içinde anlamamızı mümkün kılıyor ve siyasete yön veren gerçek aktörlerin davranışı ile soyut politik projeler arasındaki somut bağları görmemize el veriyor. Ancak diğer yandan Türkiye’deki baskıcı tekrarların oluşturduğu bütünsel yapıyı kavramamıza engel oluyor ve bu yoldan görüş açımızı daraltıyor. En kötüsü, böylesi açıklamalar mantıksal sonuçlarına vardırıldığında, baskıya maruz kalanlara, çektiğiniz eziyet aslında bir gündem maddesi bile olamaz veya sonraki ilk seçimde herkes feraha kavuşsun diye size dişinizi sıkmak düşer, demekten farksız.

Elbette Türkiye’de hak ve özgürlükler alanının seçimlere karşı duyarlı olduğu inkar edilemez. Ama muhalefet üzerindeki baskı bu seçimle başlamadığı gibi, sonuç ne olursa olsun, büyük ihtimalle bu seçimden sonra da bitmeyecek. Bir dönem parti kapatmalarla, başka bir dönem yasaklamalarla yapılan iş şimdi örneğin kayyım atamalarla, tutuklamalarla partiyi kapatmaktan beter edecek şekilde uygulanmaktadır. Bugün Millet İttifakı içinde birleşmiş muhalif partilerin bir tanesi HDP’yle “kan davalı” olduğunu söylüyor diğeriyse HDP’yi “ırkçı parti” olarak gördüğünü belirtiyor. O halde gerçekçi olmak ve siyasal baskının Türkiye’de dayandığı stratejik çerçevenin işleyişini anlamak için bu seçim indirgemeci yaklaşımın ötesine geçmemiz şart. Stratejik bakış, baskının değişik biçimler içinde nasıl tekrar edildiğini ve değişen koşullarda nasıl yeniden etkili kılındığını anlamamızı mümkün kılar. Siyasal baskı, bir toplumdaki genel iktidar yapısından doğan ezen-ezilen ilişkileriyle değil, iktidara doğrudan muhalefet eden gruplar üzerinde uygulanan zorlayıcı tedbirlerle ilgilidir. Örneğin bir işçi, bir köylü, bir Alevi veya Kürt birey her zaman ezilen bir grubun mensubu olsa da onun her durumda baskı altında tutulduğu söylenemez. Çünkü siyasi baskı, ezme ve ezilme ilişkisinden ayrı olarak, iktidara karşı çıkanlara uygulanan ve onların muhalefet etme kapasitesini sınırlandıran ya da günü geldiğinde iktidar olma kabiliyetini ortadan kaldıran zor önlemlerine gönderimde bulunur. Söz konusu önlemler ya baskı görenlerin hak ve özgürlüklerini kısıtlayan veya bu kişileri doğrudan hedef alan şiddet uygulamaları biçiminde ortaya çıkarlar.

AKP’nin bugün geliştirdiği baskının stratejik çerçevesini kısıtlayıcı uygulamalar ile şiddet uygulamalarının bir arada hayata geçirilmesi belirlemektedir. Kayyım, yasaklama, işsiz bırakma gibi kısıtlayıcı önlemler muhalefetin örgütsel kapasitesini zayıflatırken, tutuklama, cezalandırma gibi şiddet önlemleri de direnme veya karşı çıkma iradesini ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. İnsanlarda bu uygulamaların sürdürülebilir olmadığı ve mutlaka bir gün tıkanacağı yönünde genel bir düşünce vardır. Çoğu insan baskının ters tepeceğine, asıl nedenleri ortadan kaldıramadığı için kalıcı çözüm üretemeyeceğine veya son aşamada baskı uygulayanların birbirine düşmesiyle başarısızlığa mahkum olacağına inanma eğilimindedir. Oysa baskının işe yaramadığı ve ters teptiği o kadar da kesin değildir. Bu konuda Kuzey Kore gibi örnekleri incelemek gerçekten öğretici olabilir. Orada genel olarak ifade özgürlüğüne, örgütlenme hakkına, oy hakkına getirilen kısıtlamalar siyaseten makbul olan davranışın ne olduğunu belirlerken, bunun dışına çıkanların yeni ve yaratıcı yöntemlerle cezalandırılmasıyla uygulanan şiddet halkın itaati ve sadakatini sağlamakta etkin olarak kullanılmaktadır.

Ayhan Bilgen’in istifa edeceğini söylemesiyle genel kamuoyunda ve siyasi çevrelerde ortaya çıkan genel şaşkınlık, açıklamanın bir süredir devam edegelen kısıtılama ve cezalandırma döngüsünde yarattığı kısa devreyle ilgilidir. İstifa açıklaması, giderek otoriterleşen Türkiye’nin siyasal sistemi içinde basın açıklaması yapma, dilekçe hakkı, imza toplama, oy kullanma veya hukuk mücadelesi verme gibi bildiğimiz bütün karşı çıkma yöntemlerini etkisizleştiren bir siyasal baskı döngüsü içinde, daireyi parçalayan dikine bir hareket olarak parıldadı ve söndü. İktidar baskısının yarattığı tecridi oy hakkının ve yerel halkın kendini yönetme hakkının her koşulda kayyımdan daha meşru olduğu fikriyle aşmak gerçekten dikkate değer bir öneriydi. Çünkü iptal edilen demokratik siyasete yeniden gerçeklik kazandırmak, kısıtlama ve şiddet uygulamalarının tamamladığı baskının döngüsü dışına çıkacak böylesi bir irade gerektirir. “Ben demokrasicilik oynayacak yaşı geçtim” demek, aslında ben gerçekten siyaset yapmak istiyorum demektir.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.