'Siyah derili emeğin damgalanması': Göçmenler ve ırkçılık

'Göçmen sorunu' Türkiye’de bir 'emekçi ve ezilenlerin birliği' meselesidir. Bu gerekliliği perdelemeye dönük her girişimin toplumsal muhalefet için ciddi sorunlar yaratması kaçınılmaz.

Google Haberlere Abone ol

*Foti Benlisoy

“İşçi hareketi” tamlamasındaki “hareket” hiçbir zaman sadece bir metafor işlevi görmedi. “İlksel” sermaye birikiminin topraklarından ve geçim araçlarından kopararak emek piyasasına sürüklediği emekçiler, kapitalist üretim ilişkilerinin ta en başından beri hareket halindeydi. Proleterleşme süreci daima göçle, bazen de sürgünle, zorla yerinden etmeyle özdeşti.

Alman işçi hareketinde etkin bir rol oynayıp daha sonra göç ettikleri ABD’de Alman göçmen işçiler arasında mücadelelerini sürdüren Sigfried Meyer ve August Vogt da hareket halindeki bu işçi hareketinin iki temsilcisiydi. Karl Marx’ın, Meyer ve Vogt’a hitaben yazdığı 9 Nisan 1870 tarihli mektupta sözü, İrlanda’dan İngiltere’ye gerçekleşen göçe getirmesi bu nedenle hiç şaşırtıcı değil.

Marx mektubunda göçmen karşıtlığının sonuçlarını, özellikle de işçi hareketinin siyasal ve toplumsal eylem kapasitesini nasıl akamete uğrattığını aktarır: “İngiltere’deki her sanayi ve ticaret merkezinde, artık, iki düşman kampa, İngiliz proleterler ile İrlandalı proleterlere bölünmüş bir işçi sınıfı var. Sıradan İngiliz işçisi, kendi yaşam düzeyini düşüren bir rakip olarak gördüğü İrlandalı işçiden nefret ediyor. İrlandalı işçi karşısında, kendini egemen ulusun bir üyesi olarak görüyor ve bunun sonucunda İngiliz aristokratlarıyla kapitalistlerinin İrlanda’ya karşı bir aleti durumuna düşüyor, böylece onların kendisi üzerindeki egemenliğini güçlendiriyor. İrlandalı işçiye karşı dinsel, toplumsal ve ulusal önyargılar taşıyor.”

Tanıdık gelmiş olmalı. Yukarıdaki pasajı, “İngiliz” yerine “Türk”, “İrlandalı” yerineyse “Suriyeli”, “Afgan” (hatta “Kürt”) koyarak yeniden yazmak öyle büyük hayal gücünü gerektirmiyor. Ancak şimdilik böyle bir zihin egzersizini bir tarafa bırakıp sözü yine Marx’a bırakmakta yarar var. Çünkü Marx, mektubunun bu bölümünde İngiltere proletaryasının göçmen karşıtlığı nedeniyle bölünmesini ilginç bir benzetmeyle izaha girişir: “ABD’nin eski köleci eyaletlerinde ‘yoksul beyazlar’ın zencilere karşı tutumu neydiyse, İngiliz işçinin İrlandalı işçiye karşı tutumu da büyük ölçüde ona benziyor.”

Marx ABD’de köleciliğin kaldırılması sürecini yakından takip etmişti ve söz konusu ülkedeki ırk ayrımcı sistemin emekçilerin mukadderatı üzerinde yaptığı olumsuz tesiri gözlemlemişti. ABD’de gerek kölecilik zamanında gerekse köleliğin kaldırılmasının ardından Güney’in hâkim sınıfı, yoksul beyaz emekçilerle siyahlar arasında potansiyel bir ittifakın şekillenmesini büyük bir tehdit saymış, bu nedenle ırkçılığı Güney’deki emekçileri bölmek için uzun süre büyük bir maharetle kullanmıştı. İşte Marx, İngiltere’de işçi sınıfının göçmen karşıtlığının yarattığı düşmanlık yoluyla bölünmesini, ırkçılık ve beyaz üstünlükçü ideolojinin bu “klasik” örneğiyle izaha girişir.

Marx’a göre “basın, kilise, mizah dergileri, kısacası egemen sınıfların elindeki her türlü araç, bu düşmanlığı yapay olarak canlı tutuyor ve yoğunlaştırıyor”du. Marx için bu, sınıf mücadelesinin seyri açısından hiç de arızi bir durum değildi. Tersine, ona göre İngiliz işçi sınıfının İrlandalı göçmenlere dönük düşmanlık temelinde bölünmesi, İngiliz hâkim sınıfının en büyük gücü halini almıştı: “İngiliz işçi sınıfının örgütlülüğüne rağmen güçsüzlüğünün sırrı, işte bu düşmanlıkta yatıyor. Kapitalist sınıfın iktidarını sürdürmesinin sırrı da bu.” (1)

Marx’a göre ırkçılık, işçi sınıfını parçalayarak hâkim sınıfın egemenliğini pekiştiren siyasal bir araç, sermaye sınıfının hakimiyetini sürdürmesinin adeta “sırrı”ydı. Irkçılığın işçi sınıfı üzerindeki tesiri kırılamadığı sürece işçi hareketinin siyasal ve toplumsal potansiyellerini gerçekleştirmesi mümkün olamayacaktı. Kapital’de bir başka vesileyle belirttiği üzere, “siyah derili emeğin damgalandığı yerde, beyaz derili emek kendisini kurtaramaz”dı. (2)

IRKÇILIĞIN MADDİ TEMELLERİ

“Siyah derili emeğin damgalanması”, yani ırkçılığın mevcut sömürü ilişkilerinin süreğen kılınması için seferber edilmesi, onun egemenlerin bir komplosundan ibaret olduğu anlamına gelmiyor elbette. Irkçılık maddi temelleri olan, belirli toplumsal koşulların ete kemiğe büründürdüğü bir fikirler bütünüdür. Bu fikirler, örneğin Suriyeli göçmenlerin hangi mahallede yaşamaya mecbur bırakıldıkları, hangi işleri yapmak durumunda kaldıkları, toplu taşımadan ya da sağlık hizmetlerinden hangi koşullarda yararlandıklarını belirleyen maddi ırksal eşitsizlikler aracılığıyla sürekli olarak yeniden üretilir.

Kapitalizm işçileri geçim araçlarına ulaşmak için sürekli olarak birbirleriyle rekabet etmek basıncıyla karşı karşıya bırakır. Kimin hangi işe, hangi koşullarda sahip olup olamayacağı emek piyasasında işçileri birbirleriyle karşı karşıya getiren bu rekabet sonucu ortaya çıkar. İşte ırkçılık, tıpkı patriyarkal tahakküm gibi, işçiler arasındaki bu rekabet ilişkisini regüle edip yönetmenin yollarından biridir.

Sermaye birikimi işçilerin koşullarında genel bir homojenizasyona neden olmaz. Tersine çalışma koşulları ya da ücret düzeylerinde sürekli olarak farklılaşmalara neden olur. Yani sermaye, işçiler arasında türdeşleşmeye yol açmaz. Aksine sermaye birikim süreci işçi sınıfı içerisindeki eşitsizlikleri, “ırka”, coğrafi kökene, toplumsal cinsiyete vs. dayanan farklılaşmaları sürekli olarak yeniden üretir. Bu durum kapitalizmin daha “erken” devirlerine has bir şey de değildir. Aksine iş pozisyonlarının, kaynakların ve maddi ya da sembolik ödüllerin dağılımında ırksal/etnik/kültürel farkların belirleyiciliği neoliberalizm devrinde daha da vurgulu hale gelmiştir.

Sermaye, kârını emeğin toplumsal koşullarını homojenize ederek değil, ırk, ulus, coğrafi köken ve toplumsal cinsiyete göre belirlenen farklılığın toplumsal üretimi yoluyla maksimize eder. Sınır, vatandaşlık ya da sosyal güvenlik politikalarında ve iş hukukunda somutlanan sistemik ırkçılık, bu eşitsizliği meşrulaştırma ve işgücü piyasasındaki rekabeti düzenleme yollarından biridir. Irkçı politikalarla sınıf içerisinde korkutularak sindirilmiş, itatkâr ve büyük ölçüde kırılgan-güvencesiz bir sektör yaratılır. Diğer taraftan “beyaz” ya da “yerli” işçilerse maddi ve/veya W.E.B du Bois’nın “kamusal ve psikolojik ücretler” diye tanımladığı manevi ödünler yoluyla güya “imtiyazlı” bir konuma getirilir. Bu bölünmüşlüğün ırkçılık yoluyla sürekli olarak yeniden üretilmesi, işçi sınıfının bir bütün olarak zayıflaması sonucunu doğurur.

El koyma yoluyla (“ilksel”) birikimin yoğunlaştığı, neo-kolonyal sömürü biçimlerinin gündeme geldiği neoliberal çağda göçün artması, işçi sınıfının güvencesiz-kırılgan “yabancı-göçmen” emekçilerle “yerli”, sözde “imtiyazlı” emekçiler arasında bölünmesi sürecini derinleştirmiştir. Ercüment Akdeniz, Türkiye işçi sınıfı içerisinde benzer bir hiyerarşik ayrımın şekillenmesi sürecini şöyle özetliyor: “Fabrikalarda en ağır, en pis, en riskli işler mülteci işçilere yıkıldı. Yerli işçiler, bu en ağır işlerden yırtarak rahata erdiriliyor duygusuyla, imtiyaz sessizliğine itildi. Fabrikalara güvencesiz göçmen emekçiler çekildikçe, bu durum, taşeron sisteminin (kayıt dışı göçmen emeğini de kullanarak) güçlenmesine neden oldu. En ağır işlerden kurtulduğunu düşünen yerli işçiler, mülteci emekçiye bindirilen yükler neticesinde işçi aristokrasisi içine katıldılar! Daha doğrusu katıldıklarını sandılar.” (3)

EN BÜYÜK SINAV

Patriyarkadan ya da ırksal tahakkümden azade, “saf” bir kapitalizm diye bir şey hiç olmadı. “Reel kapitalizm”, yani gerçekte var olan kapitalizm daima toplumsal cinsiyet ve ırk temelli tahakküm biçimleri aracılığıyla işlemiş, bu tahakküm biçimleri sermaye birikim sürecinin işleyişinin ayrılmaz parçası olmuştur.

Çoğu zaman etnik, dinsel vb. ayrımların sınıfı böldüğünden bahsedilir. Sınıfı bölen ayrımlara dair anlatı, işçi sınıfının kendiliğinden ve doğal olarak bir bütün olduğu varsayımından hareket eder. Oysa işçi sınıfı bir istatistik kategorisi olmadığı, somut ortak deneyimler aracılığıyla şekillenen ve kanlı canlı insanların oluşturduğu bir sosyal gerçeklik olduğundan genellikle etnik, dinsel, cinsel olarak bölünmüştür. İşçi sınıfı ancak kolektif mücadele deneyimleri ve siyaset aracılığıyla birleşik bir sosyal-siyasal güç ve aktör haline gelir.

Sınıfı birleştirmek, ancak sınıf içi bölünmeleri kapsayıp/içerip ortak mücadele içerisinde aşmaya dönük bir hatla mümkün olabilir. Dolayısıyla “göçmenliği” (Suriyeliliği, Afganlığı) emekçi sınıfı ayrıştıran bir özellik olarak değil, sınıf hareketinin güncel bir kipi olarak değerlendirmek gerekir. Kadınların neden bütün dünyada en düşük ücretli ve güvencesiz işlerde yoğunlaştığı sorusuna cevap aramayan bir sınıf hareketi nasıl sahici olamazsa, Suriyelilerin, Özbeklerin ya da Afganların da neden ve nasıl sınıfın en alt katmanını oluşturdukları sorusunu dikkate almayan bir sınıf siyaseti gerçekçi olamaz.

Sınıfın birliği kendiliğinden ortaya çıkmadığı gibi sadece sınıfın muhayyel “bütününü” kesen taleplerin dillendirilmesiyle de gerçekleşmez. Irkçılık karşıtı somut mücadeleler ve bilhassa göçmen işçilerin kendi örgütlülüklerin inşası sınıfın birliği açısından kaçınılmaz önemde. Göçmenliğin soyut bir sınıf meselesine indirgenemeyeceğini vurgulayan Başak Kocadost, “göçmenlerin kendileri adına konuşabilecekleri, örgütlenebilecekleri alanları, bunların yollarını açmak için uğraşmamız gerek” derken tam da bu gerekliliğe işaret ediyor. (4)

Göçmen karşıtı ayrımcı ve ırkçı politikalara karşı mücadele, radikal ve devrimci sol açısından sadece bir temel haklar ve siyasal eşitlik meselesi değil, esas itibariyle sınıfın mücadele içerisindeki birliği meselesidir. Çoğu taşeron-enformel istihdam ilişkilerine tabi kılınan göçmen işçileri sınıfın bir parçası, hem de en alttaki parçası olarak seferber edemeyen bir emek hareketinin sermayenin saldırısına karşı etkili bir savunma hattı inşa edemeyeceği açık.

“Göçmen sorunu”, mevsimlik tarım işçiliği ve kot kumlamadan tekstile, madenler ve ev içi bakım hizmetlerine, göçmenlerin işçi sınıfının artık bir parçası olduğu Türkiye’de bir “emekçi ve ezilenlerin birliği” meselesidir. Bu gerekliliği perdelemeye dönük her girişimin, göçmenleri bu toprakların ve dolayısıyla mücadelemizin asli bir parçası saymayan her kibirli (ve neticede şoven) tutumun bütün toplumsal muhalefet için ciddi sorunlar yaratması kaçınılmaz.

W. E. B. Du Bois, 20. yüzyılın başlarında, ırkçılığın “Amerikalı sosyalistlerin en büyük sınavı” olduğunu yazıyordu. ABD sosyalistlerinin geçtiğimiz yüzyılda bu sınavdan geçer not alıp almadığı tartışılabilir ama ırkçılığın günümüzde Türkiyeli sosyalistlerin “en büyük sınavlarından biri” haline geldiği rahatlıkla söylenebilir. Bu topraklardaki sınıf hareketinin geleceği, bu sınavdan geçip geçemediğimize bağlı olacak.


Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi 2019 yılından bu yana göçmenlerle dayanışma ve birlikte yaşama pratikleri geliştirmeyi ve de ırkçılığa karşı ortak mücadele etmeyi amaçlayan, kişilerin katılımına açık, gönüllülüğü esas alan bir oluşumdur.

1) Karl Marx, “İrlanda Sorunu Hakkında Marx’tan Mektup”, https://www.altust.org/2019/03/irlanda-sorunu-hakkinda-marxtan-mektup/  
2) Aktaran Kevin B. Anderson, “What Marx Understood About Slavery”, https://jacobin.com/2019/09/slavery-united-states-civil-war-marx  
3) Ercüment Akdeniz, “İşçi aristokrasisi ve Suriyeli işçiler”, https://www.evrensel.net/yazi/89573/isci-aristokrasisi-ve-suriyeli-isciler  
4) Başak Kocadost, “Göçmenlerin kurtuluşu göçmen olmayanları da özgürleştirecek”, https://www.gazeteduvar.com.tr/gocmenlerin-kurtulusu-gocmen-olmayanlari-da-ozgurlestirecek-haber-1598468