YAZARLAR

'Sırrı' unutturan romantik komedi

"The Secret", basmakalıp karakterlere dayanmadan nasıl düzeyli, hoş ve lezzetli bir yapım izleyebileceğimizin güzel bir kanıtı niteliğinde. Bu film, nasıl diyorlar? ‘Feel good’ için iyi bir fırsat...

Netflix kanalının yayınladığı "The Secret" filmi, bir kere daha dünya çapında çok ses getirmiş bir romanın beyazperde versiyonu olarak dikkat çeken, iddialı bir yapım. Avustralyalı yazar Rhonda Byrne’nın 2006 yılında imza attığı aynı adlı bu roman, dünya çapında elliden fazla dile çevrilmiş ve otuz milyondan fazla satan bir ‘best-seller’dı.

Bizce senaryodaki esrarın göreceli olarak zayıf, karakterlerin gelişiminin biraz beklendik ve olay örgüsünün basit değil ama ‘statik’ bir yapısının olması, doğal olarak filmin romantik komedi yanını öne çıkarıyor. Ancak daha önce de bir yazımızda değindiğimiz gibi başarılı bir romantik komedi yaratmak sanıldığı kadar kolay bir iş değil! Bu türde bir filmin ortalamanın üstünde olması için inandırıcı karakterler, orijinal veya en azından doğal akan diyaloglar ve belli ölçüde ilginç olabilecek bir ‘çözümleme’ sekansı gibi bazı şartlar gerekiyor.

"The Secret" bütün bu koşulların üstüne bir de ‘esrarengiz’ bir olay katıyor ve bizce bu, senaryoya büyük bir güç katmasa da filmin diğer görevlerini yerine getirmesi sayesinde ortaya ‘izlemesi keyifli’ ve ‘lezzetli’ bir sonuç çıkıyor.

Miranda Wells, dul, üç çocuklu, bir restoranda çalışan ama oldukça ciddi bir borç batağında olan orta yaşlı bir kadındır. Kısıtlı çevresinde görüştüğü kişiler çalıştığı restoranın sahibi ve sevgilisi Tucker ve vefat etmiş olan eşinin annesi Bobby’dir. Bir kaza sonucu tanıştığı Bray Johnson, ona arabasının ve fırtınadan zarar görmüş evinin tamiratında yardım eder ve aralarında bir arkadaşlık bağı oluşur. Bray’ın Miranda’nın hayatına girişi hem birçok dinamiği yerinden oynatacak hem de açıklanmayı bekleyen bir sırrın habercisi olacaktır.

OLGUN KARAKTERLER

"The Secret" filminin ilk göze çarpan özelliklerinden biri, kendi türünde ‘olgun’ bir örnek olması oluyor. Gerek hikayenin merkezindeki Miranda, gerek onun sevgilisi Tucker, gerekse de onların hayatına sonradan katılan Bray, birçok romantik komedi yapımında gördüğümüz gibi 20-30 yaş aralığında, kendi halinde ama problemsiz bir hayatı olan, gönül ilişkisi arayışındaki karakterler değil. Her biri belli bir yaşa gelmiş, sorumluluklarını yerine getirmeye ve gerçekten ‘nefes almaya’ çalışan kişiler. Miranda, değişik yaşlardaki üç çocuğuyla maddi sorunlarla boğuşsa da bunu sömüren, kullanan bir görüntü çizmiyor, güçlü bir şekilde hayata tutunmaya çalışıyor. Patronu ve sevgilisi Tucker ise yine onun gibi eşini erkenden kaybetmiş, onunla bir şekilde aynı acıyı paylaşmış ama bunun yanında daha rahat parasal durumunu Miranda ile olan ilişkisine (ölçüsüzce) katmayan bir karakter. Bu ‘hassas’ çiftin dengesini bozan Bray ise, neredeyse gönüllü bir şekilde Miranda’nın bütün sorunlarıyla uğraşsa da, filmin başında Miranda evde yokken gelmesi, bu dostça tutumun arkasında başka bir şeyler olduğunu hissettiriyor; karakter basit bir ‘iyilik timsali’ gibi durmuyor.

BİR MUCİZEDİR YAŞAMAK!

Diyaloglarını asla klasik romantik konuşmalara ‘boğmak’ istemeyen film, daha ilk görüntülerinden itibaren yaşama bakış, dünyada yerimizi bulma, hayat değerlerimizi sıraya koyma gibi derin konulara yer yer parmak basıyor. "Hayatı yaşamanın iki yolu vardır: Biri mucizelere inanmadan yaşamak, bir diğeri ise her şey mucizeymiş gibi yaşamak" sözleriyle başlayan bu gözlemler genelde bir ‘ermiş’ havası taşıyan Bray’in ağzından dökülüyor. Ancak Bray bu analizlerini güncel olaylara dayandırarak, o kadar gerekli durumlarda kullanıyor ki asla bir ders veriyormuş gibi bir hale dönüşmüyor, diğer karakterlere üstten bir bakış atmıyor. Üstelik bu karakter uzunca bir süre ‘yardım insanı’ gibi dursa da, bütün diğer karakterleri derinden etkiliyor, giderek onların hayatlarındaki bazı eksikleri doldurmaya başlıyor.

Miranda’nın ‘koca eksikliğini’ ideal bir adayla doldurma isteğine bir soru işareti, çocuklarının destek ve güven arayışına bir ‘acaba’ katan Bray, bütün yardımsever eylemlerinin karşılığını, kendiliğinden, gerçek bir hayatın ölçülerine uygun bir şekilde alıyor. Bu dozunda anlatım neredeyse filmde anlatılan ‘aşk hikayesini’ ikinci plana atıyor, senaryodaki kritik nokta sadece "acaba nasıl buluşacaklar?" sorusunda saplanıp kalmıyor.

BU ‘SIRRA’ GEREK YOK!

Senaryonun zayıf karnı ise ne yazık ki filme bir zenginlik katması beklenen ‘sır’, daha doğrusu bu sırrın ortaya çıkması oluyor. Filmi bir aşk öyküsünün kalıplarının dışına çıkarması için ideal bir tercih gibi görünen bu esrar, neredeyse filmin başından itibaren tahmin edebileceğimiz, Bray’in ara sıra hatırladığı görüntülerle kolayca birleştirebileceğimiz, pek şaşırtmayan bir olay gibi duruyor. Belki filmin içinde birçok karakterin ‘kırılma noktasını’ oluşturuyor ama seyircinin değil!

"The Secret"i tam anlamıyla romantik komedi olarak tanımlamamamızı sağlayan ve bizce filmin yararına olan bir ‘gri bölge’ var: Olaylarda bir mizah neredeyse yok, her yetişkin karakterin geçmişinde bir acı kayıp var ve karakterler sürekli ‘olduğu gibi’ ile ‘olması gerektiği gibi’ arasında salınıp duruyorlar.

"The Secret"ın başarılı yapısında oyuncuların da büyük payı var. Restoran sahibi Tucker rolünde Jerry O’Connnell, yardımsever ama bazı açılardan ‘sinir bozucu’ babaanne Bobby’i (!) canlandıran Celia Weston ve özellikle her biri değişik bir karakter çizmeyi beceren üç çocuk oyuncu Sarah Hoffmeister, Aidan Pierce Brennan ve Chole Lee gerçekten dozunda, inandırıcı ve dokunaklı performanslar sergiliyorlar. Ancak asıl göze çarpan oyunculuklar, arkasında bir gizem taşımasına rağmen sıcak ve doğal davranan Bray’e hayat veren Josh Lucas ve özellikle filmin merkez noktasını oluşturan Miranda’yı oynayan Katie Holmes’dan geliyor ‘Post-Dawson Creek’ döneminde sinema kariyerine devam etse de, genelde çok aklımızda kalmayan rollerde boy göstermiş Holmes, artık 40’lı yaşlarını geçmiş bir şekilde, güzelliğini ön plana çıkarmadan, gerçekten ‘sahici’ ve etkileyici bir portre çiziyor. Filmin inandırıcı dokusuna büyük bir katkıda bulunuyor.

"The Secret" kuşkusuz türünde başyapıt olacak veya hafızlarımızda yer alacak önemde bir yapım değil. Ama Amerikan tarzı ucuz romantizme ve basmakalıp karakterlere dayanmadan nasıl düzeyli, hoş ve ‘lezzetli’ bir yapım izleyebileceğimizin güzel bir kanıtı niteliğinde bir film… Bu film… Nasıl diyorlar? ‘Feel good’ için iyi bir fırsat…


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .