YAZARLAR

Sırrı Süreyya ve Demirtaş'ın dedikleri üzerine…

Bir küçük burjuva maceraperestinin dedikleri bu, umursamayabilirsiniz rahatlıkla, şiirsel ve coşkulu bulabilirsiniz belki konuşmamı, sonra unuturuz ve her şeye yeniden başlarız…

Öncelikle ister sevin ya da sevmeyin bu bir ‘ben demiştim’ yazısı. ‘Ben demiştim’ demek bizim mahallede hoş karşılanmıyor biraz ama kendimi alamadım. Geçen hafta Sırrı Süreyya Önder ve Selahattin Demirtaş ile yapılmış iki röportajın değindiklerinin bazıları üzerine, bir şeyler hatırlatmak istiyorum…

Ağzım torba değil ki büzesin ama el değilim, o kesin…

O zaman Sırrı Süreyya Önder ile başlayalım. İrfan Aktan’ın ‘Sizin sorumluluğunuz neydi’ sorusunu yanıtlıyor Önder; ‘Bugünden bakınca, aslında bütün enerjimizi barış talebini toplumsallaştırmaya harcamamız gerektiğini anlıyoruz. Bu sürecin bitirilmesini sadece provokasyonlarla izah edemeyiz, hayır. Eğer toplumun sahip çıkmasını sağlayabilseydik barış süreci su sızdırmaz, kurşun geçirmez bir ruha bürümüş olur; başarıya ulaşırdık. O zaman da çözüm sürecini bitirmek üzere provokasyon tertipleyenler birer sinek vızıltısı gibi gelip geçerdi… Barışı sağlam kazığa bağlamak, o talebi toplumsallaştırmakla mümkündür. Barışın sadece dağlarda yürüyen bir savaşın sonlanmasından ibaret olmadığını göstermeliydik. Barışın da savaşın da yediğiniz ekmekten aldığınız maaşa, soluduğunuz havaya kadar hayatın tümünü belirleyen süreçler olduğunu anlatabilmeliydik…’

Şimdi ‘Ben demiştim’ kısmı başlıyor. Fakat bu kısma başlamadan önce bir kısa hatırlatma yapıyım, bunları söylerken, Nikaragua, El Salvador, Guatemala’da ve Meksika’da Zapatistaların barış ve müzakere sürecine doğrudan tanık olmuştum, katılmıştım. Bu 20 yıla yakın bir zaman alıyordu, o zamanlar, yani şimdi 30 yıl ve ayrıca Türkiye’de barış süreci başlayınca, sadece buna ilişkin o ülkelere tekrar gidip, bu sürecin aktörleriyle tekrar görüşüp, ‘Gerillanın Barışı’ kitabını yazmıştım, 2009 yılında. Özgür Gündem’de yaklaşık 10 yıldır, haftada bir köşe yazıyordum, Sempozyum, Çalıştay, kahve buluşması filan ne olursa olsun davet edildiğim yerin fazla heyecanlı konuşmacısıydım.

Şimdi yazının ‘Ben Demiştim’ kısmına geçebiliriz. Yıl 2012, yani bugünden dokuz yıl önce, Özgür Gündem’de ‘Müzakere ve Zapatistalar’ yazısından ; ‘… Bu ateşkes görüşmeleri sırasında ilk vurgulamak istediğim ilk şey Zapatista delegelerinin tutumuydu. Devletin önerdiklerini hemen halka açıkladılar. Bunu tartıştılar. Bu durum karşısında devlet önerdiklerini reddedemedi. Bu nereden gelirse gelsin provokasyonlara karşı en mühim önlemdi. Görüşmeler sırasında egemenlerin önerileri her komünde tartışıldı. Kabul ya da ret edilmesi onların kararıyla oldu. Devlet, Zapatistaların görüşmeleri uzattıklarını söylediklerinde,  Zapatistalar bizim sizin gibi bankalarımız, mesai saatlerimiz yok, maya saatimiz var. Biz halka sormadan nasıl karar verebilir ki dediler ve görüşmelerin başından beri başka tür bir demokrasinin, gerçek bir demokrasinin örneğini verdiler….’

‘Zapatistaların görüşme sırasında ileri sürdükleri talepler arasında bütün Meksika’daki işçilerin ücretlerinin artırılması talebi de vardı. Hükümet buna karşı siz sadece yerlilerin, Mayaların taleplerini ileri sürebilirsiniz dediğinde ‘Hayır bütün Meksika için eşitlik, özgürlük ve adalet olmazsa nasıl barış olabilir ki diye sordular. Bunu sadece kenar süsü olarak da önermediler. Bunu görüşmeye yanaşmayan hükümet karşısında, iki kez masayı terk ettiler. Meksika’nın kuzeyindeki işçiler ‘teröristlerin’ kendi maaşlarının insanca yaşamaya yetecek bir düzeye çekilmesini istemelerinden tabii ki etkilendiler.’

‘Görüşme sonuçlarını referanduma götürdüler. Bu egemenlerin referandumu gibi sadece evet ve hayırdan ibaret değildi. 2000 asıl, 1000 yedek delege ile Chiapas’ta, Meksika'da ve dünyanın her yerinde komünlerde, okullarda, sokakta tartışıldı. Milyonlarca insan düşüncesini söyledi, oy kullandı. Halk Zapatistaların yarın için istediklerinin, yani ‘söz’ün, bugünden sahibi oldu.

…Biz bütün bölgede, Türkiye’de, dünyada, Londra’da, Paris’te, Berlin’de ve her yerde, sandıkları koyup, barışı referanduma götürebilseydik, 10-12 milyon kişi düşündüklerini söyleyebilseydi, mesela belki Chomsky, Chavez, Marquez ve mutlaka Sub Kumandan Marcos oy kullanabilseydi bu kadar kolay yıkılabilir miydi kâğıttan barış kulelerimiz?’ diyordum…

İşte bu mesela, devleti beklemeden yapılacak ‘Halk referandumu’ o zamanlar ‘Toplumsallaştırma’ önerilerimizden bir tanesiydi.

Yine henüz devletin resmi ‘Akil adamları’ yola düşmeden de şöyle yazmıştık; ‘Zapatistalar barış için bir ‘akil adamlar’ konseyi önerdiler. Buna çok rahat bir şekilde ‘Barış konseyi’ de diyebiliriz tabi ki. Bu barış konseyine sadece parti temsilcileri, yazarlar ya da akademisyenler değil, toplumun her kesiminden insanlar dahil edildi. Mesela kredi kartlarının yıkıcı borçlandırmasına karşı mücadele eden borçlular hareketi temsilcisi de oradaydı ya da kilise temsilcisi de. Yani geçmiş yıllarda burada gerçekleştirebilseydik mesela direnişteki tekel işçilerinin delegesi de mutlaka içinde olmalıydı.’ Diye ve yine gazete ve bir sürü yerde…

Özellikle devleti beklemeden örgütleyebileceğimiz ‘Hakikatler komisyonu’ önerisi bence çok önemli ve yapılabilir bir şeydi; ‘Peki ne olabilir diye sorarsanız, aklıma birkaç öneri geliyor. Madem hükümet ‘Hakikatleri araştırma komisyonu’ oluşturmuyor, bunu biz örgütleyemez miyiz? Yani bütün toplum tarafından kabul gören insanlardan oluşan bir sivil komisyon, başvuruları kabul etmeye başladığında, bu başvurular binleri bulduğunda, bu yok sayılabilir mi? Mutlaka bir Başbakan mı kurması gerekir?’ diyorduk 2009’dan başlayarak her yıl, her yerde, bir sürü zaman…

Bunun dışında; ‘…Ya da her iki tarafın kabul edebileceği mesela eski Brezilya devlet başkanı Lula’ya arabuluculuk önersek? Yani barış için toplumsal seferberliği hareket getirecek her şeyi yapsak, sadece miting miting demesek... ' de demişliğim var ve bunun için, Brezilya’da konuşmuştum biraz, kendi kendime gelin güvey, ‘Olabilir’ demişti ‘Lula’ için yakın arkadaşı, birlikte fabrika işgal etmişlikleri vardı, o şehre gelince onda kalıyordu. Kimse bir şey demeyince o da öyle kaldı. Lula yeniden Brezilya devlet başkanı olacak muhtemel.

Kolombiya’da FARC’ın barış görüşmelerinden, Guatemala’dan da bir sürü şey var ama yazı uzadı. Fakat bu itirazı o zaman da çok defa ileri sürmüştüm; ‘Biraz açık konuşalım mı? Ben bu kadar kötü sürdürülen bir barış süreci görmedim. Herkesin seyrettiği bir süreçten, barış çıkacağını mı düşünüyoruz? Sahiden biz hiçbir şey yapmadan, hükümet pişmiş bir barışı, getirip önümüze mi sunacak ve biz, biraz bağırıp çağırıp sonra 'barış' içinde yaşayıp gidecek miyiz? Bu kadar saf mıyız hakikaten?’ demişliğimiz de var, çok yıllar önce…

Tabii ki Sırrı Süreyya Önder’in röportajında ki şu bölüme katılıyorum. ‘Yerel seçimler sırasında cezaevindeydim ama, mesela büyükşehir belediye adaylarının desteklenmesi konusunda da az önce saydığım üç madde gibi bir ilkeler manzumesi belirlenebilirdi. Bizim kapasitemiz ve ilkelerimiz kategorik karşıtlıktan çok daha fazlasını hak ediyordu. Çok radikal şartlardan söz etmiyorum. Örneğin “kentin ana mekanlarında hiçbir yeşil alan imara açılmayacağını hangi aday taahhüt ederse, ona desteği görüşebiliriz” denebilmeliydi. Ekolojik, cinsiyet eşitlikçilik dâhil pek çok ilkelerimizden birkaçı desteğin ön koşulu olarak sunulabilirdi.’

Evet bunu da tam olarak böyle söyledim. ‘HDP’nin yerel seçim politikası neden yanlış’ yazısında, seçim arifesinde 3 Mart 2019’da Gazete Duvar'da; ‘Doğrudan, az ama çarpıcı talepler ileri sürmelidir. Benim önerilerim; 1- Bedava toplu ulaşım 2- Çok dilli belediyecilik 3- Herkese ücretsiz kreş ve anaokulu 4- Belediye hizmetleri için taşeron şirketler yerine çalışanların sahibi olduğu 'işçi kooperatifleri'.

‘Hangi aday, HDP’nin adını ansın ya da anmasın, bu ilkeleri uygulayacağı sözü veriyorsa, HDP oylarını ona vereceğini açıklamalıdır. Bazen muhalefet iktidardan daha da fazla hayatı sürükleyebilir. Bunun tersine örnek, Brezilya’da Lula ‘sol’ iktidarının sürekli olarak seçim koalisyonu yaptığı ya da desteğini aldığı sağın politikalarını uygulamak zorunda olmasıdır.’ Diyordum mesela…

Bu son bölüm, Selahattin Demirtaş’ın röportajına ilişkin de bir şey. Daha sonra üzerine daha geniş konuşmak üzere.

Ayrıca devletleri hiç sevmem ama devlet de eğer biraz kulak verseydi ve barışı yapsaydı, kuşkusuz şu anda Ortadoğu’nun, hatta Avrupa’nın en güçlü ülkelerinden biri olacaktı Türkiye. Bunu da başka bir yazıya bırakayım.

-Allah bütün devletlere zeval versin-

Bir küçük burjuva maceraperestinin dedikleri bu, umursamayabilirsiniz rahatlıkla, şiirsel ve coşkulu bulabilirsiniz belki konuşmamı, sonra unuturuz ve her şeye yeniden başlarız…


Metin Yeğin Kimdir?

Yazar, belgeselci, sinemacı, gazeteci, avukat, seyyah... CNN-Türk, NTV, Kanal Türk, Al Jazeera, Telesur televizyonlarına 200'e yakın belgesel ve kurmaca filmler yaptı. Türkiye'de Cumhuriyet, Radikal, Birgün, Gündem; dünyada Il manifesto, Rebellion gazetelerine köşe yazıları yazdı. Dünyanın sokaklarını anlattığı 10'dan fazla kitaba sahip. Dünyanın farklı yerlerinde yoksullarla birlikte evler inşa etti, bir sürü farklı işte çalışarak yazılar yazdı, filmler çekti. Birçok ülkede kolektif çalışmalara katıldı, kooperatif örgütlenmelerine öncü oldu. Ekolojik direnişlere katıldı, isyanlara tanıklık etti. Türkiye ve birçok ülkede öğretim üyeliği yaptı... Ve dünyayı değiştirmeye çalışmaya devam ediyor hâlâ...