Bilmemek ve Türkiye’nin ‘öteki’yle savaşı

​​​​​​​Leyla Yılmaz"ın hem senaryosunu kaleme aldığı hem de yönetmen koltuğunda oturduğu ikinci filmi olan "Bilmemek", İstanbul Film Festivali kapsamında Ulusal Yarışma bölümünde izleyiciyle buluştu. "Bilmemek", en yakın çocukluk arkadaşına dahi "Benim için hiç önemi yok ama ‘gay’sen önce ben bilmek isterim" dedirterek, kendisini diğerlerinden farksız kılışını gösteriyor ve anlatmak istediğini de bu merakta topluyor.

Google Haberlere Abone ol

Volkan Aran

Antalya’dan izleyici ödülüyle dönen Leyla Yılmaz’ın yazdığı ve yönettiği "Bilmemek" İstanbul Film Festivali kapsamında 20 Temmuz Pazartesi günü Ulusal Yarışma Bölümü'nde hem Sakıp Sabancı Müzesi’nde hem çevrimiçi programında internet üzerinden gösterildi. Takım arkadaşları tarafından eşcinsel olmakla ‘suç’lanan ve eşcinsel olup olmadığını başkalarının bilme hakkına itiraz eden Umut’un maruz kaldığı ayrımcılık üzerinden zulmün sergilendiği ve günümüzün politik ve kültürel ortamının duru bir yansıması "Bilmemek." Eşcinsel olup olmadığını bilmediğimiz Umut’un farklı bulunan bir özelliğe sahip bir öteki olarak toplum dışına atılmasında sadece takım arkadaşlarının rolü yok. Onu koruyup kollaması beklenen ailenin, düzenin, bu yok edilişe karşı Umut’un haykırışını, isyanını duymayışı, duymayı erteleyişi ya da onun kendilerinin görmek istediği gibi olmayabileceğinden duydukları korku, bu büyük dışlamanın, kabullenmeyişin diğer yarısını oluşturuyor.

Böylesine kavramsal ve soyut olmasına, ticari bir dezavantaj yaratma ihtimaline rağmen Leyla Yılmaz’ın filmine vermeyi seçtiği bu isim, üzerinde düşünülmeyi hak ediyor. "Bilmemek", bir insanın cinsel yönelimini, inancını, dinini, cinsiyetini, ırkını, kökenini bilmemeyi kabul etmeyi, bunu bilmek arzusuyla yanıp tutuşan o pornografik arzunun karşısına, zıttı olarak, olması gereken hal şeklinde konumluyor. Bilmiyoruz ve kabullenmeliyiz. Bilmemek bir yana, merak etmemeli ve öğrenmeye çalışmamalıyız. Bu reddediş, şu an toplumsal olarak neredeyse artık meşru bulunan, politik muktedirlerce ve ana akım medyanın çoğunluğu tarafından örneklenen ifşa edişlerin, ortaya çıkarıldığı söylenen, ayıplanan ‘ahlaksızlık’, ‘hain’lik jurnallemeleri arasında kişisel, cinsel saldırıları da reddetmek, onların gizli tüketicisi olarak tarafsız kalınamayacağı anlamına geliyor.

Festivalinin ilk iki filmi Körleşme ve Şair için ve pek çok son dönem Türk filmlerinde rastlanan bunalımlı ama 'cool ergen erkeklik' durumunun yetişkin erkeklerde belli ki yazar ve yönetmenin farkına varmadığı şekilde muteberleştirilmesinin tersine (Şenay Aydemir’in festival yazılarında da belirttiği gibi) bu kez sahici ergen erkekler bir linç ortamını oluşturan meraklı grup olarak karşımıza çıkıyor. Bir bakıma ergen erkek hoyratlığının bu denli yaygınlaştığı ve baş üstünde konumlandığı bir kültürün de mikrokozmosu gibi kuruluyor erkek su topu alanı ve soyunma odası. Hem yetişkin dünyasının nefret, linç, şiddet ortamını misliyle kopyalayan ergen dünyasını veriş şekliyle hem tek kişilik duvarlarla örülü ilişkisiz ve sevgisiz bir orta sınıf ailenin tekinsiz bir çevre tehdidi altındaki dayanıksızlığı, hem de bilmemenin daha doğru olduğu düşünülerek seyirciye gösterilmeyenleriyle çokça bir Haneke esintisi taşıyor Leyla Yılmaz’ın üslubu. Suyun üstünde olanlar izlenirken, su altında ne gaddarlıkların döndüğünü gösteren kameranın ortalama gözün göremeyeceğini gösterdiği tek sekans da bu su altı çekimlerinden ibaret.

Bu sahneler dışında Leyla Yılmaz’ın söylediği gibi, bilinçli bir seçimle her şeyi bilen (omniscient) bir tanrı kamera kullanarak değil, bir insanın bileceği kadar bilen ve gören bir bakış açısıyla anlatılıyor bize olaylar. Hikayeye müdahale etmeyen bir görsel tasarımın yanında, aynı müdahalesizlikte bir ses tasarımı, yalınlık, bunun gerektirdiği hatasızlık ve akış hikayeyle izleyici arasında bir engel bırakmıyor. İmzasını atmaktan imtina eden, neredeyse anonim bir hikayeyi, anonim bir anlatıyla ortaya koyup, büyük bir kitleyi ilgilendirecek halde bırakan, anlatısı yönüyle klasik ama anlattığı itibarıyla alternatif ve eleştirel bir karşı duruşu olan bir film oluyor böylelikle. Herkesin kendini ifade etmesine izin veren, karakterlerini dinleyen, konuşturan bir film aynı zamanda. Bazı sahnelerdeki gerçekliğin belgesele yakınlığıyla, bizi hakikatle, zalimi de kendi zulmüyle yüzleştirdiği belgesel kamera çekiminden gocunmayan ama bunu yaparken hala her şeyi bilmeyi arzulayan bir dile başvurmayı reddeden, özel alanları kapatan, hiçbir şey söylemek istemeyenleri de o halleriyle bırakmayı göze alan bir üslup içinde.

"Bilmemek", kritik sahnelerinden birinde en yakın çocukluk arkadaşına bile "Benim için hiç önemi yok ama ‘gay’sen önce ben bilmek isterim" dedirterek, kendisini diğerlerinden farksız kılışını gösteriyor ve anlatmak istediğini de bu merakta topluyor. Modernsiniz, sekülersiniz, arkadaşlarınızın iyiliğini istiyorsunuz ve muktedirin dışlayıcı, nefret söylemine, ötekisine karşı giriştiği lince karşısınız ama bir yandan da için için merak ediyorsunuz, takım arkadaşınızın, yanınızdakinin gay olup olmadığını ya da örneğin kimle ilişkisi olduğunu, ateist olup olmadığını, sünnetli olup olmadığını. Buna hakkınız var diye düşünüyorsunuz çünkü bunu bilmemeyi kandırılmak sanıyorsunuz. Yakınlık, kişisel sınırlara yer bırakmıyor çünkü. Hep birlikte aynı şeylere inanarak, aynı ve tek olarak güçleneceğini, aramızdan farklı olanları, aynılığa, tekliğe inanmayanları çıkararak rahat edeceğini düşünen faşist bir fanteziye ortaklık ediyoruz bu halimizle.

Söylememeyi yalan söylemekle eş tutuyoruz, çünkü verili kabul edilen bilgi heteroseksüel olmak, inançlı olmak, yerli olmak, milli olmak, bizden olmak. O kurulan ‘biz’den siz de sinsi bir haz alıyorsunuz. Leyla Yılmaz’ın filmi sizi buradan yakalamaya çalışıyor ve bunu başarıyor.

Ne var ki filmin eksik kalan yanı da bu ‘biz’lik ve gerçeklikle olan ilişkisinden kaynaklanıyor. Umut’un kendini savunmak ve kendini dışlayan arkadaş grubuna karşı ‘Biz burada birlikte büyüdük’ ve ‘Çok eskiden beri ben sizin arkadaşınızım’ haykırışları, gerçek hayattaki durumların karşılığı bile olsa, farklı olanı dışlamanın yanlışlığını tam da karşı olduğu bakış açısıyla göstermek oluyor. ‘Burada’ yetişmiş olmayı ve ortak geçmişin eskiye uzanmasını, ‘milli ve yerli’lik talebini çağrıştıracak şekilde dışlanmaya isyanın dayanağı olarak koymak filmin amaçladığını düşündüğümüz durumla uyumlu durmuyor. Sanki buralardan olmasa, o çocuklar birlikte büyümeseler ve Umut sonradan ve ‘dışarı’dan gelse, yapılan ayrımcılığa karşı savı kalmayacak gibi.

'UMUT İLE UMUTSUZLUK'

Öte yandan, filmin gerçek hayattaki izdüşümüyle uyuşmazlığıyla yüzleşiveriyoruz. Ertesi sabah, 21 Temmuz Salı sabahı Pınar Gültekin’in ölü bulunduğu haberiyle uyanıyoruz güne. Bir erkeği terk etmek ve istediği bir hayatı seçmeye çalışmak suçunu (!)  işlediği anlaşılıyor.  Filmin eleştirdiği gazetecilik şekline ironi olacak biçimde  (isimlerle cambazlık yapmayı zevk edinmiş, oyuncu, meraklı, sansasyonel) söylersek, filmdeki Umut’la, gerçek hayattaki umutsuzluk arasında gidip geliyoruz. Ya da daha doğrusu gidiyoruz ve geri gelemiyoruz. Hayat ekrandakinden de vahşi.

Dünyada en fazla trans cinayetinin ve 2019 yılında rekor sayıda kadın cinayetinin işlendiği Türkiye’de, aile yapısını bozduğu söylenen, LGBT haklarının kabulü ve meşrulaştırılması korkusunun rahatça İstanbul Sözleşmesi'nin fesih nedenlerinden biri olarak devlet tarafından dillendirilmesi, bu yerli ve milli olmadığı iddia edilen sözleşmenin şiddet gören ve ölüm tehdidi altındaki ötekilerin ayağının altından çekilivermesi… Kadın cinayetleri rekor kırarken, LGBT+ marjinal bir grup olarak gösterilirken, kadın ya da erkek, istediği insanı sevmeyi bir hak olarak savunan kitap çevirileri ve çevirmenleri yargılanırken ve mahkum edilirken, İçişleri Bakanlığı’nın, korona virüsü salgını döneminde aile içi şiddetin azaldığını söylemesi... Doğrusunun, eve mahkum olan kadının kaçacağı bir yeri olmayışından ve devlete raporlandığı durumda da cezasını çekmesi için hapsedilecek kişinin cezaevine yollanacak saldırganın kendisi değil de, evine geri gönderilecek beyanda bulunan kadının olacağını bilmesi, bu nedenle şiddet bildiriminde bulunmayışı ya da erteleyişi olduğu… Bunu bilmiyor olabilirler mi?

"Bilmemek"te ‘Umut’, bilmememiz sayesinde sadece LGBT bireyleri değil, kadını ve devletin, ataerkil normlarına uymadığı için ‘marjinal’ diye tanımladıklarının tamamını temsil ediyor. Ötekileştirilmeye çalışılırken ironik bir şekilde neredeyse çoğunluğu oluşturacak kitlenin sözcülüğünü yapıyor. Ve galiba asıl umut da burada yatıyor.

Son bir not : Filmde Umut’a ne olduğunu merak edip filmi izleyebilirseniz (Eger ek gösterim olmazsa IKSV üzerinden izleme süresi ne yazık ki 21 Temmuz gecesi doldu) bir izleyici olarak Umut’a ne olduğunu bilmenin hakkınız olup olmadığını da yeniden düşüneceksiniz. Bilmek için meraklı bir izleyici arzusundan fazlasını talep eden bir filmle karşı karşıya kalacaksınız çünkü. Bilmemek sayesinde umudun korunduğu ve izleyici olarak değil kurucu olarak değiştirilebilecek bir gelecek.

Sonuç olarak bildiğimiz; filmin, bu her şeyi bilen ve mutlak itaat gösterilen muktedirlerin ve onların sıvazlamalarıyla herkes hakkında her şeyi bilme hakkını kendinde görüp yargılayan, kategorileştiren, deşifre eden, fişleyen koca bir avcı ağının (filmde network ve vizyon sahibi yeni yetme patron figürünü de unutmayalım)  karşısına; bilmeme halini, daha az bilmeyi kabul eden, ve daha az bildikçe bilgeleşen bir insanlık halini koyduğu.