Hattatın üçüncü yazısı: Abbas Kiyarüstemi

Kiyarüstemi dünyanın her yerinde istese kolayca yaşayabilirdi ancak İran’da yaşamayı ve film yapmayı seçti. Ve İran’da onun gibi sanatçıların peşinden giden bizim kuşak, 'film yapmak istiyorsam eğer, kendi toprağımdan beslenen bir ağaç olmalıyım' düşüncesine bağlandık. Kiyarüstemi İran’da yaşamayı sürdürebilmek için sanatından bazı tavizler verdi ve İran dışında kendisine sansüre dair soru soranlara “Sansür bana ve filmlerime hiç zarar vermiyor, ben istediğimi yapıyorum” cevabı İran’ın içinde bir taraftan sansürcülere bunu devam ettirmek için imkan yarattı bir taraftan da diğer yönetmenlerin ve gençlerin kendisine tepki geliştirmesine sebep oldu.

Google Haberlere Abone ol

Ferhad Eivazi*

1940’ın 22 Haziran’ından itibaren, İran toplumunu gözlemleyerek hayal gücüyle birleştirip yorumlamaya başlamış, 4 Temmuz 2016’da da İran gerçeklerine gözlerini kapatmış, biriktirip anlatamadığı hayallere dalmıştır. Verdiği tüm röportajlarda ve 'workshop'larında filmlerinin kaynağının çocukluğundan beri yaptığı gözlemler olduğunu söyleyen Abbas Kiyarüstemi bugünlerde korona virüsünden dolayı durgunluğa düşmüş sinema sektörünün konuşulan konularından birine dönüşmüştür, zira 22 Haziran Kiyarüstemi’nin doğumgünü.

Abbas Kiyarüstemi İran toplumunun gerçeğiyle kendi hayallerini birleştirerek bir köprü kurmuştur. Şu an aramızda olmasa da İran toplumunun hayatının bir kesiti onun eserleriyle sonsuzluğa ulaşmıştır. “İyi bir ressam olamadığım için yönetmen oldum” diyen dünyaca ünlü sanatçı, Tahran Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde resim eğitimi aldı; ancak hayatında kazandığı ilk parayı, grafik tasarımcılığından elde etti.

Film afişi ve kitap kapağı tasarlamakla işe başlayan Kiyarüstemi, o dönem yeni kurulan Kanun-i Perveriş-i Fikri-ye Kudekan’a girdi. Bu, Şah Muhammed Rıza’nın eşi Farah’ın kurduğu, çocukların eğitimine odaklanmış bir kurumdur ve o dönem İran’ında pek çok sanatçı ve yazarın gelişiminde önemli bir merkeze dönüşmüştür. Aynı zamanda verdiği hizmetle o dönem gençlerinin, çocuklarının yetişmesinde önemli bir rol üstlenmiştir. Abbas Kiyarüstemi burada çalışmaya başladığında, kurumun bünyesinde bir film bölümü açılır ve tasarım yapmak üzere işe alınan Kiyarüstemi, film bölümüne aktarılır. Bu bölümde kısa animasyonlar yapmaya başlarlar önce, sonra okullarda gösterilmek üzere kısa eğitim filmleri çekerler. Kiyarüstemi, çocukluğundan itibaren zihninde topladığı gözlemleri hayal gücüyle birleştirmeye başlar. Hiç sinema eğitimi almamış biri olarak deneme yoluyla kafasındakileri yansıtmaya koyulur. Devrimden sonra da bu kurumdan ayrılır ve bağımsız olarak film yapmaya başlar.

Ömrünün sonuna kadar her yerde sinemanın eğitimi yapılmayacak bir sanat olduğunu, kendisinin de bu işi deneyimle öğrendiğini söylemiş, özgün sinemasını da bu düşünce üzerine kurmuştur. Kendisinin de dile getirdiği gibi bu ne taklit edilebilecek ne de eğitimi alınabilecek bir sinemadır. Kiyarüstemi, toplumdaki olayları almış, profesyonel olmayan oyuncular kullanmıştır, sadece bu ikisini yan yana getirerek herkesi şaşırtacak eserler ortaya koymuştur.

Onun filmlerinde çok özel bir kamera hareketi ya da çok özel bir kurgu tekniği olmaksızın bir gerçekçilik ve şiirsellik yaratılmıştır. Bu gerçekçilik ve şiirsellik onun olaya müdahale etmemesinin bir sonucudur aslında. Yönetmen, insan doğasına güvenmektedir, kameranın ne olduğunu bilmeyen hatta onu umursamayan oyuncuların, Kiyarüstemi’nin yarattığı atmosferde gösterdikleri tepki, ne onun önceden tasarladığı bir tepkidir ne de başka bir yönetmen bu tepkinin doğmasını sağlayabilir.

Bazı yerlerde onun filmlerinin siyasi olmadığı, daha çok felsefi bir boyutu olduğu saptaması yapılıyor ve buna karşın İran’da neden yasaklandığı soruluyordu. Kiyarüstemi ise “Benim filmlerim İran’da yasak değil sadece yayınlanmasına izin verilmiyor” diyordu. Peki İran toplumu sizin filmlerinizi nasıl izliyor diye sorulduğunda ise “Filmlerimin korsanı pazarda elde ele dolaşıyor” diye cevap veriyordu. Aslında bu olaya daha derinden baktığımızda son yıllarda sinemadaki eksik boyutun ne olduğunu görüyoruz. Kiyarüstemi gibi insanların sanatta ve edebiyatta felsefe yapmalarının yasak olmasının da nedeni iyice anlaşılıyor. Felsefe yapan insanlar toplumu düşünmeye ve sorgulamaya yöneltiyorlar ve doğal olarak içinde bulunduğumuz sistemler, sanatı insanlara bir rahatlama malzemesi olarak sunuyorlar. İşte yol ayrımı buradan başlıyor.

Kiyarüstemi, ömrünün son yıllarında İspanya’da yaptığı bir 'workshop'ta şöyle söylemiştir: “Bir filmimde iki sekansın arasında beş dakika kadar siyah ya da beyaz boş bir sahne gösterip bir müzikle insanları düşündürüp sonra filme devam etmeyi çok isterim. Ancak artık eskisi gibi değilim, buna cesaret edemiyorum” Belki Şirin filmiyle ilgili aldığı tepkiler, buna neden olmuştur. Bunun için artık Kiyarüstemi gibi yönetmenler bir nostaljiye dönüşmektedirler. Genç yönetmenlerin, arka arkaya dizilen hızlı planlarla öykü anlatmayı seçmelerinin bir nedeni de budur. Zira sadece iktidarlar değil toplumun kendisi de sakin sakin, düşündürücü, geçip giden planları izlemek istemiyor tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi.

Kiyarüstemi dünyanın her yerinde istese kolayca yaşayabilirdi ancak İran’da yaşamayı ve film yapmayı seçti. Ve İran’da onun gibi sanatçıların peşinden giden bizim kuşak, 'film yapmak istiyorsam eğer, kendi toprağımdan beslenen bir ağaç olmalıyım' düşüncesine bağlandık. Kiyarüstemi İran’da yaşamayı sürdürebilmek için sanatından bazı tavizler verdi ve İran dışında kendisine sansüre dair soru soranlara “Sansür bana ve filmlerime hiç zarar vermiyor, ben istediğimi yapıyorum” cevabı İran’ın içinde bir taraftan sansürcülere bunu devam ettirmek için imkan yarattı bir taraftan da diğer yönetmenlerin ve gençlerin kendisine tepki geliştirmesine sebep oldu.

Ömrünün son zamanlarında bu söylediğinin aksine yurt dışında film yapmaya karar verdi ve son filmlerini yurt dışında yaptı. Gelgelelim filmlerine hiç zarar vermediğini söylediği sansürün, onun ölümünde büyük payı oldu. Yıllar önce Rapor adlı filminde bir hastanenin doktorlarının ilgisizlikleri nedeniyle hasta bir kadının ölümünü göstererek bu durumu eleştiren sanatçı, bu defa kendisi ülkenin en iyi hastanesinde doktorların ilgisizlikleri yüzünden enfeksiyon kaptı ve sözünü ettiğimiz sansürden dolayı oğlu, onca uğraşmasına rağmen sesini kimseye duyuramadı.

Kiyarüstemi ve oğlu tedaviye Paris’te devam etme kararı aldıklarında ise çok geç olmuştu. Kiyarüstemi Paris’te kendisinin söylediği gibi zihnindeki pek çok hikayeyi anlatamadan bu dünyadan göçüp gitti. O da dünyayı etkileyen diğer insanlar gibi farklı yollar ve yöntemler bıraktı geride ancak Kiyarüstemi’nin bazı düşünceleri sinema dünyasında yeniden üretilemese de bıraktığı bazı yöntemler hayatı daha iyi bir hale getirebilir. “Çocuktum, büyükannemle arabayla şehir dışına gidiyorduk. Büyükannem bana bir şey işaret etti, ben geç fark ettim ve kaçırdım. Büyükannemden kaçırdığım şeyi bana anlatmasını istedim, anlatmadı. Derken ona benzer başka bir şey gösterdi, baktım, tepenin başında tek bir ağaç vardı. Sonra fark ettim ki bazı şeyler sözcüklerle anlatılmaz gösterilmesi gerekir.” Kiyarüstemi’nin bu anısına baktığımızda bir sanatçının gördüğü şeyleri kendi yorumuyla anlatmasının nasıl bir şey olduğunu anlıyoruz. Kirazın Tadı filminde ölüme dair bir kurguyla hayattan söz eder yönetmen. Bu, onun sanat felsefesidir.

Kiyarüstemi’ye ölümünden sonra eserlerine ne olacağını sorduklarında, kendisi için bunların önemli olmadığını, bununla ilgilenmediğini söyler ve kendisini asıl ilgilendirenin onları yapım sürecinde yaşadıkları olduğunu dile getirir. Yönetmenin bu sözleriyle Şems’in dizelerini birleştirdiğimizde şunu söyleyebiliriz ki onun ölümünden sonra ağıt yakmak yerine üçüncü yazı üzerine düşünmek en mantıklısıdır.

“Üç yazı yazdı o hattat,

Birini yalnız o okuyabiliyor

Birini hem o okuyabiliyor hem de diğerleri

Sonuncusunu ne okuyabiliyor ne diğerleri

İşte o sonuncu yazı benim.”

*Yönetmen ve Senarist