Berlin Panorama’da fakirlik ve çürümüş bir toplum üzerine çarpıcı bir film: Baba

‘Baba’ günümüzde sayıları hızla artan ‘fakirlik üzerine’ filmlerden biri. Çarpıcı, rahatsız edici ve büyüleyici. Bir sürü uçuk kaçık film ana yarışmada iken böyle sağlam bir film neden Panaroma Bölümünde, anlamak mümkün değil.

Google Haberlere Abone ol

Ahmet Boyacıoğlu

Fransa-İsviçre ortak yapımı, Philippe Garrel imzalı ‘The Salt of Tears’ (Gözyaşlarının Tuzu) Berlin Film Festivali’nin ana yarışma bölümünde yer alıyor. Festivalin yeni yönetmeni Carlo Chatrian yıllarca İsviçre’de çalıştığı için bu yıl sanki İsviçre yapımı filmlere biraz ayrıcalık tanınmış gibi. Yine de ön yargılı olmamak lazım. Siyah beyaz çekilmiş filmin ilk sahnesinde bir sınav için taşradan Paris’e gelen genç bir adam ile genç bir kız bir otobüs durağında karşılaşıyorlar ve hemen birbirlerine aşık oluyorlar. Olabilir, artık dünyada zaman çok hızlı akıyor. Sorun böyle hızlı başlayan aşkların aynı hızla bitme tehlikesi, bekleyip göreceğiz. Kız Kuzey Afrika kökenli, adı Cemile (Djemila). Ara sıra bir dış ses devreye giriyor ve izleyiciyi bilgilendiriyor. Yirminci dakikada bir sevişememe sahnesi var, ne de olsa kahramanlarımız farklı kültürlerden geliyorlar.

Diyalogsuz sahnelere romantik bir piyano eşlik ediyor, 1960’ların Fransız aşk filmlerine belirgin bir öykünme var, zaten senaryoya da ünlü bir isim, Jean-Claude Carriere katkıda bulunmuş. Genç adam sınavına girdikten sonra kentine geri dönüyor ve eski kız arkadaşıyla karşılaşıyor. Bu Fransızların çok sevdiği bir aşk üçgeninin oluşmasını sağlıyor. Aklıma hemen ‘Jules ve Jim’ geliyor, güzel filmdir. Film akıp giderken başka sorunlar ve sürprizler de ortaya çıkıyor. Hem genç adamın, hem de yeni sevgilisinin aşkı tanımlama ve algılama konularında farklı düşünceleri var. ‘Gözyaşlarının Tuzu’ için 21. yüzyılda aşkın belirsizliği üzerine bir meditasyon denebilir. Bu filmi mi, yoksa ‘Jules ve Jim’i mi tekrar izlemeli derseniz, cevap kesinlikle ‘Jules ve Jim’. Taklitlerinden sakınınız.   

SRDAN GOLUBOVIC'TEN 'BABA'

Film başladı. Üzerlerinden fakirlik akan iki çocuk ve anneleri yürüyerek bir fabrikanın önüne geldiler. Kadın birden ‘Açız, eğer kocamın parasını ödemezseniz kendimi yakacağım’ diye avaz avaz bağırmaya başladı. Arkasından da elindeki pet şişeden üzerine benzin döküp çakmağı çaktı. Hayretten dona kalmış insanlar alev alev yanan kadının üzerine paltolarını atıp söndürmeye çalıştılar. Sinema eğer insanları şaşırtmak ise bundan daha iyi bir açılış sahnesi olamaz. Film Sırbistan’da geçiyor, adı ‘Baba’ (Otac), yönetmeni ‘The Trap’ (Tuzak) adlı filmi ile yıllar önce ciddi ses getiren Srdan Golubovic. 

Şimdi buraya bir parantez açıp Almanya’ya dönelim. Dünyayı sarsan ekonomik krizden en az etkilenen ülkelerden biri Almanya. Her yıl rekor derecede dış ticaret fazlası veriyor. Almanlar da ‘ihracatta dünya şampiyonu’ olmakla övünüyorlar. Bu başarının en büyük nedenlerinden biri Hıristiyan Demokrat Hükümetin uyguladığı düşük ücret politikası. Almanya’da birkaç işte birden çalıştığı halde geçinemeyen bir sürü insan var. Özellikle çocuklarını yalnız büyüten iki milyon yüz bin annenin durumu çok acıklı. Devletin ödediği aylık 205 Avro çocuk parasına karşın her sabah 300.000 çocuk kahvaltı yapamadan evlerinden ayrılıyorlarmış. ‘Kapitalizmin sonu’ dedikleri bu olmalı. Bu konuda ciddi reformlar öneren tek parti de Sol parti ve bu nedenle sürekli oylarını arttırıyor. 

Biz filmimize dönelim. Baba iki yıldır işsiz. Son çalıştığı fabrikadan alacağı var ama bu para bir türlü ödenmiyor. Anne hastanede. Çocuklar devlet korumasına alınıyor. Sosyal Hizmetler Müdürlüğü, babadan evin borç nedeniyle kesik olan elektriğini bağlatmasını, bahçedeki musluktan eve su borusu döşemesini, kısacası evin yaşanılabilecek bir hale getirmesini istiyor. Baba iyi niyetli bir komşunun yardımıyla evi çekip çeviriyor ama kontrole gelen memurlar evde sıcak su olmadığını saptıyorlar. Üstüne bir de alay eder gibi ‘Çocukların bilgisayarı da olmalı, 21. Yüzyıldayız’ diyorlar. Annenin küçük kızı zamanında aşıya götürmemiş olması, oğlanın kekelemesi, çocukların devlet korumasına alınıp evlatlık verilmesine neden oluyor. Neredeyse herkes, işsiz olduğu ve evini geçindiremediği için babayı suçluyor. Kimsenin insanları açlığa mahkum eden rezil sistemi sorguladığı yok. 

MAHKEMEYE GİTMENİN DE FAYDASI YOK

Sonra başka sahtekarlıklar ortaya çıkıyor. Sosyal Hizmetler Müdürünün köyde evlatlık verilen 30 çocuk için koruyucu ailelere ödenen paranın %30’unu cebine attığını, bu işten ciddi bir çıkar sağladığını öğreniyoruz. Mahkemeye gitmenin de bir faydası yok, çünkü Müdürün hakimlerle arası çok iyi. 

Dünyada ne tuhaf ülkeler var.

Sonrası insanın içini acıtan bir yol öyküsü. Baba hakkını aramak için 300 kilometre uzaktaki başkent Belgrad’a yürümeye başlıyor. Amacı Bakanlığa gidip uğradığı haksızlığı şikayet etmek. 

Filmin son on dakikasında komşuluğun da insan hayatında çok önemli bir rolü olduğunu ve komşularımızdan korkmamız gerektiğini öğreniyoruz. Siz siz olun, eğer yalnız yaşayan bir anneniz ya da anneanneniz varsa sakın evin yedek anahtarını komşularınıza vermeyin. 

‘Baba’ günümüzde sayıları hızla artan ‘fakirlik üzerine’ filmlerden biri. Çarpıcı, rahatsız edici ve büyüleyici. Bir sürü uçuk kaçık film ana yarışmada iken böyle sağlam bir film neden Panaroma Bölümü'nde, anlamak mümkün değil.