Joker ve sevgisiz aynası

Joker, başarısız bir komedyen olan ve toplum tarafından dışlanan Arthur Fleck'in hayatına odaklanıyor. Ötekilerin size biçtiği misyon için bütün hayatınız boyunca çırpınıp durdunuz ve hâlâ yok hükmündesiniz, insanlar tarafından yok sayılıyorsunuz! Siz ne yapardınız?

Google Haberlere Abone ol

Cem Kertiş

Bir sabah kendinizi oldukça kötü hissederek uyandınız ve aynaya baktınız. Kötü görünüyorsunuz; gözlerinizin altında mor haleler, dudaklarınız uçuklar içinde, sivilceyle dolmuş bir surat… Kendinizi nasıl hissedersiniz? Zor bir soru sormadığımın farkındayım. Şöyle sorayım: Bir sabah uyandınız, aynaya baktınız; ama kendinizi göremiyorsunuz. Acaba kâbus mu görüyorum diye düşünüp kendinize attığınız çimdiklere rağmen ayna sizi size yansıtmıyorsa ne hissedersiniz?

Delirirsiniz.

Varlığımızı sadece aynayla mı teyit ederiz? Ya da varlığımızın neye benzediğini (güzel mi, çirkin mi, çekici mi, hasta mı…) sadece ayna mı söyler bize? Sartre, “Öteki cehennemdir,” demişti. Öteki cehennemdir, çünkü her öteki bizim aynamızdır. Bize bakım verenden başlar aynalanma süreci. Bir bebek, anne nesnesiyle kendilik algısını oluşturur. Sonra, başka insanlar girer hayatımıza. Onlarla girdiğimiz etkileşimle kendimizi tanımlar, özdeşim kurarak şekilleniriz ve elbette şekillendiririz.

Sonradan hayatın acımasızlığı yüzünden Joker’e dönüşecek olan Arthur (Joaquin Phoenix) yatalak annesinin ona yüklediği rolü, bir başka söyleyişle annesinin ona yansıttığını gerçekleştirebilmek için elinden gelen her şeyi yapar. Arthur için Murray Franklin (Robert De Niro) bir televizyon yıldızı ve komedyen olmanın dışında arzuladığı baba figürüdür. Murray, annenin de ışıltıyla baktığı yerlerden biridir. Arthur’un en büyük arzusu annesin baktığı o yer olmaktır. Filmin başlarında, Murray’in televizyondan da canlı yayınlanan programına katıldığını hayal eden Arthur seyircilerin arasında ayağa kalkıp şöyle der, “Gül ve mutlu surat yap. Annem, mutluluk ve gülüş getirmek için gönderildiğimi söylüyor.” Bu sözlerden sonra Murray onu yanına sevinçle çağırırken, “Bunu sevdim, bunu sevdim. Haydi, in aşağı. Böyle bir insanı herkes görmeli.” Arthur’a sarılır ve “Bütün bu hengâme ışıklar… Hayır, senin gibi bir oğlum olması için her şeyi verirdim,” der. Arthur, annesinin gözünde herkesi güldüren ve eve ekmek getiren kişiyi ve Murray’in de arzuladığı oğul olabilmeyi sadece hayallerinde gerçekleştirebilir. Nörolojik rahatsızlıklarına rağmen kötülüğün kol gezdiği Gotham’da palyaçoluk yapmak için elinden geleni yapar. Ne yaparsa yapsın başaramaz. Özellikle de çocuklarla çalışmayı çok ister; çünkü ona ‘sen varsın ve bizi güldürüyorsun’u samimiyetle söyleyenler sadece çocuklardır. Hepimiz hayatımız boyunca bunu deneyimlemişizdir: Çocuklar kimseyi yok saymaz. Çocuklar kimseyi hiçleştirmez. Öte tarafta biz yetişkinlerin en çirkin silahıdır ötekini yok saymak.

Analist Andre Green şöyle der: “Yıkıcılık mutlaka nesneyle ilişki kurmayı içermez. Aksine, nesneden yatırımını çekme, onda var olmadığı hissini yaratarak yok etme doyumunu içerebilir. Nesnede var olmadığı hissini yaratmak, onu paramparça etmekten daha vurucu bir silahtır.” Artık senin annen değilim, diyen bir anne; umurumda değilsin, diyen sevgili; işlerine gelmediğiniz için sizden selamı sabahı kesen ‘arkadaş’lar… Hatta bu sözleri, duyguları dahi sarf etmeden sizi topyekün hiçleştirenlere karşı ne hissettiniz? Siz de onları mı hiçleştirdiniz?

Arthur, birçok insan gibi öfke hissediyor ve buna insanları mutlu etmeyi bırakarak başlıyor. Şöyle düşünün, ötekilerin size biçtiği misyon için bütün hayatınız boyunca çırpınıp durdunuz ve hâlâ yok hükmündesiniz. Bırakın azıcık değer görmeyi, insanlar tarafından yok sayılıyorsunuz! Siz ne yapardınız?

Yavru bir kedinin bile üzerine gittiğinizde size pençelerini gösterir; çünkü her canlı yaşamak ister. Biz insanlar temel ihtiyaçlarımız karşılanınca biyolojik olarak yaşayabiliriz ama ruhsal aygıtımız bununla tatmin olmaz. Biz ötekinin arzusu olmak isteriz. Anlaşılmak, sevilmek isteriz.

'HASTA BİR TOPLUMA UYUM SAĞLAMA ÇABASI'

Arthur, uyum sağlayabilmek için psikologa bile gider. Ve zamanla anlar ki hasta bir topluma uyum sağlama çabasının kendisi hastalıklıdır. “Depresyonun da bir tür yas olduğunu fark ettim, ihtiyaç duyduğumuz ama sahip olamadığımız tüm o bağlar için yas,” demiş Arno Gruen. İşte tam da bu noktada Arthur yaşadıkları yüzünden depresyona düşmez. Üzerine gelen hayata, onu küçümseyen ve değersizleştirip yok sayan herkese savaş açar. Bir bakıma kendi depresyonuyla da bu şekilde mücadele eder. 'Artık beni incitemezsiniz', diye haykırır.

Bir şizofrenin hezeyanları, ruhsal aygıtında yarattığı karakterleri ona ne sağlar? Arthur da gerçekte olmayan bir kadını severek ne elde eder? İnsan olarak ihtiyaç duyduğu duyguları gerçek yaşamda elde edemediği için fantezi yoluyla kendini tam ve bütün hisseder. Bizim delilik olarak gördüğümüz şey aslında insani ihtiyacın tatmininden öte bir şey değildir. Çocuklar bu çeşit fantezi dünyaları yaratmada oldukça ustadır. Annesinin başörtüsünü boynuna bağlar ve Süpermen olur. Bebeği hastalanmıştır, doktor olup onu iyileştirir. Bu hayalleri kurarak kötü nesnelerle fantezi dünyasında olsa da baş eder ve kendini rahatlatır. Eksik, zayıf hissettiği taraflarını telafi etmeye çalışır.

'İNSANI İNSAN YAPAN ŞEY ARZULANMAKTIR'

Joker, herkese tavsiye edeceğim bir film. Filmden etkilenmemin kendimce de bir sebebi var. 2014 yılında yayınlanan Yüzümdeki Sen adlı romanımda anlatmaya çalıştığım hikâyenin bir benzerini bu filmde görmek ayrıca etkiledi beni. Adı Sinan ya da Arthur olsun insan her yerde insandır. Ve insanı insan yapan şey arzulanmaktır. Son söz olarak diğer insanları yok sayarak kendini var etmeye çalışan insanlara bir şey sormak istiyorum.

Yok saydıklarınız olmasaydı siz ne olurdunuz?