Süleyman Turan: Yeşilçam’ın asist kralı

Bir oyuncu düşünün, kariyeri boyunca 193 filmde oynamış olsun. Ki bunlar öyle basit figüranlıklardan ibaret olmasın, karakterlerden söz ediyor olalım. Bir oyuncu düşünün ki, 3 filmin senaryosunu yazmış olsun. Bu filmlerin birini Zeki Ökten (Sevgili Dayım), birini Kartal Tibet (Baş Belası), birini Zeki Alasya (Dönme Dolap) çekmiş olsun. Bir oyuncu düşünün ki, iki çok önemli film festivalinde (Güllü ile Antalya Film Şenliği, Yarın Son Gündür ile Adana Altın Koza Film Şenliği) en yardımcı erken oyuncu alsın… Süleyman Turan, sinemamızın asist kralıydı. Ama “popüler tarih” asistçileri değil, ne yazık ki yalnızca golcüleri yazıyordu.

Google Haberlere Abone ol

Hakan Güngör

Süleyman Turan’ı yazmak, evet, ille de içinde birtakım hayranlık cümleleri barındırmayı gerektirir ancak baştan uyarmalıyım, bu ne bir güzelleme ne de bir genelleme yazısı. Bu, birer figüran olarak aşağı yukarı aynı tiplemelerle filmlerde rol almış, toplumsal hafızada yer etmiş isimlere dair yazılmış nostaljik içerikli yazılardan biri de değil. Zira Süleyman Turan performansları hemen her filminde bir figüran ya da yan karakterden ziyade, aslında büyük bir sanatçının “konuk oyuncu” olarak boy göstermesiydi. “Ağır konuk” oyuncu demek, en doğrusu.

SANATLA HALKEVİ'NDE TANIŞTI 

Bir oyuncunun bu kadar “kısa” süre aldığı filmlerde dahi zihinlere kazınan izler bırakabilmesi için yetenek kadar entelektüel birikim ve kişisel deneyim de gerekir; Süleyman Turan’ın hayatında bunu çok net görüyorduk. Yakından tanıyanların bahsettiği nitelikli eserlerle dolu kütüphanesini de, dünyanın çok farklı noktalarındaki insanlara dair edindiği izlenimleri de, hemen her duygu durumunu yaşamasına neden olan maceralarını da oyunda kaldığı kısa sürede görebiliyorduk.

Yüksek bir oyun gücü ve geniş bir mimik repertuarı olan Süleyman Turan’ın bu özellikleri taşıyor olmasında resimle ilişkisi de etkili olmuştu. Daha çocuk yaşta resme olan ilgisi bir öğretmeninin dikkatini çekti. Öğretmeni onu Halkevleri’ne yönlendirdi. Halkevleri’ndeki süreçte insanı, yüzleri ve duyguları tanımanın önemini kavradı. İlerleyen yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Filolojisi okurken dahi resim çizmeye, karikatürler yapmaya devam etti. Ancak bu ona yetmiyordu. İçindeki güçlü bir güdü başka şeyler denemeye, keşfetmeye yönlendiriyordu onu. Askerlik ise hayatında bir dönüm noktası olacaktı.

OYUNCULUĞA İLK ADIM JAPONYA'DA 

Askerliği tam da Kore Savaşı’na denk gelmişti. Türkiye’yi NATO’ya sokma uğruna Kore Savaşı’na gönderilen askerlerden biri de Süleyman Turan’dı. Kore’nin ardından Japonya’da da bulundu. Japonya’da kritik birkaç şey üst üste geldi. Öncelikli olarak Japon çizgi sanatını inceledi. Heybesine epey teknik birikim atmış oldu. Bu esnada kendi rol yeteneğini de yavaş yavaş keşfetmeye başladı. NATO askerleri arasında düzenlenen bir yetenek yarışmasında kendi yazdığı İngilizce piyesi oynayarak birinci oldu. Tiyatro için güçlü bir “Neden olmasın?” sorusunu o gün sordu kendi kendine…

Askerlik biter bitmez arkadaşları Türkiye’ye dönerken o kalmayı tercih etti. Çünkü o coğrafyayı ve insanlarını daha yakından tanımak istiyordu. Bu yeni bir kırılmaya da yol açtı. Bir film çekimine rastladı, küçük bir rol için hızlı arayışın tam ortasındaydı ve Süleyman Turan bir Japon filminde birkaç dakika rol aldı. Daha sonra türlü maceralarla uzun gezilere çıktı. Japonya’dan çıktığı yol, Amerika’ya, Portekiz’e, Almanya’ya ulaştı. Ölümün teğet geçtiği de oldu. Hawaii’ye gidecekken uçağı kaçırdı; saatler sonra gelen habere göre uçak düşmüş, tüm yolcular ölmüştü… Ses dergisi ondan, “Yer yuvarlağının çevresinde iki defa dönen ilk sinema yıldızımız Süleyman Turan'dır” diye bahsedecekti.

İstanbul’a dönerken karikatürde kalemini sivriltmiş, tiyatroda heveslenmiş, sinemayı bir tutku olarak yüklenmişti… Dahası insanları, yüzleri, jest ve mimikleri hem bir ressam hem bir oyuncu adayı olarak gözlemlemişti. Bu repertuar ilerleyen yıllarda çok işine yarayacaktı.

Süleyman Turan'ın karükatür çalışması.

'KARAKTER OYUNCULUĞUNA DEMİR ATTIM'

İstanbul’da ilk durağı tiyatro salonları ve kulisler oldu. Aslında yine gözlem peşindeydi. Bu işi yapan ustaları tekrar tekrar izliyor, dostlarının oyunlarında replikleri ezberlercesine sahneleri takip ediyordu. Bir gün yine kuliste arkadaşlarına eşlik ederken oyunda rol alan Selim Naşit’in o gün gelemeyeceği öğrenildi. Saim Alpago (Bizim Aile’den hatırladığımız, Yaşar Usta’nın o meşhur tiradını attığı patronu canlandıran oyuncu) derhal çözümü bularak, “Sen zaten replikleri biliyorsun” deyip neredeyse kolundan tuttuğu gibi Süleyman Turan’ı sahneye attı. İşin tuhafı, bu riskli yöntem çok başarılı oldu. Süleyman Turan sahne enerjisiyle seyircilerin ilgisini çekmeyi başardı. Tiyatroda bir süre yoluna devam eden Süleyman Turan için yeni keşif, yeni yolculuk vakti gelmişti. Sıra sinemadaydı.

Ses dergisi her yıl bir “artist” yarışması düzenliyordu. Süleyman Turan’ın ifadesiyle “son derece yakışıklı bir beyefendiyle son derece güzel bir hanımefendi” arıyorlardı. Bu tür bir iddiadan değil, sinema sektörüne doğru bir giriş yapmak istediğinden yarışmaya katıldı. Niyetini başvuru sırasında bir notla iletti: “Bunun sinemaya girmek için nezih, doğru dürüst bir yol olduğunu düşünüyorum.”

Beklediği gibi de oldu, derginin 1963 yılı yarışmasında finale kaldı. Burada Yönetmen Osman Seden’in dikkatini çekti ve “Sayın Bayan” filmiyle sinema yolculuğu başladı. “Seçimimi ciddi anlamda karakter oyunculuğu statüsünde belirledim ve oraya demir attım” diyordu.

Kariyerini bu karar üzerine inşa etti. Sonrası, hadi kısa demeyelim, kısaltılmış rollerle geçen bir ömür oldu. Aslında belki birkaç replikten ibaret rollerine dahi o kadar kafa yoruyordu ki, başrolde olmayan bir hikâyeyi onun yüzünde bulabiliyorduk. Kısaltılmış diyorum, çünkü rolleri üzerine yeniden filmler inşa edilecek kadar derinlikliydi. Bu “kısaltılmışlık” rolü kadar adında da vardı. Bir filmde önce Kemal Film’in yapım görevlisi soyadının uzun olduğunu söyleyince, Süleyman Başturan, Süleyman Turan oluvermişti. Kısaltılmış adı ve kısaltılmış rolleriyle her rolünde başka hikâyelere kapı aralıyordu. Hemen her filmde karşımıza aynı şekilde çıkan jönlere de figüranlara da benzemiyordu haliyle.

Reisin Kızı filminden bir kare.

UNUTULMAZ ROLLERİ

Zeki Alasya-Metin Akpınar’lı “Vay Başımıza Gelenler”de (hani şu müzeden mücevher çaldıkları film) özgüveni tavan yapmış ama birazdan bütün havası sönüverecek bir adama acıyorduk.

Sevgili Dayım’da (Tarık Akan’ın ele avuca sığmaz bir hergeleyi canlandırdığı film) elmas hırsızıydı ve her halinden tekinsizlik akmaktaydı. Biraz tehlikeli, yine de sempatik bir karakterdi. Hem Turan’ın kendi senaryosuydu, hem arkasında Zeki Ökten rejisi vardı. Bu tekinsiz adama istemsizce gülümsüyorduk.

Reisin Kızı filminde Gülşen Bubikoğlu’nun canlandırdığı karakterin film boyunca mavi atletiyle dolaşan “hippi”, ama kasabalılara göre basbayağı “serseri” arkadaşıydı. Yönetmen Aram Gülyüz ve senarist Safa Önal’la el birliği ile yarattığı “antipatiyle” şaşıyorduk.

Çöl Kartalı filminde Cüneyt Arkın’ın canlandırdığı karakter savaşta öldü sanılınca onun sevgilisiyle evlenen, esas oğlanın “yakın arkadaşı” rolündeydi. Kızılan ama anlayış bile gösterilebilen karakteri ile, “gözlerle nasıl rol kesilir”in dersini vermişti, kare kare hafızamıza kazıyorduk.

Yüz Numaralı Adam filminde saf ve vicdanlı Kemal Sunal karakteriyle röportaj yapan televizyoncu rolündeydi. Yaptığı hiçbir işte tutunamayan ama sonunda bir şekilde reklam yıldızı olmayı başaran Şaban’ın bu kandırmacalar dünyasında olup bitenleri anlattığı sahnede Süleyman Turan’ı tekrar tekrar izlemekte fayda vardı. Şaban konuştukça önce memnun olan, sonra gerilen, sonra ne yapacağını bilemeyip telaşla konu değiştirmeye çalışan o tiplemenin yüzünde, gerçekleri dile getiren konuk karşısında renkten renge giren yandaş gazetecilerin tarihini görüyorduk. “İnce ince” nasıl da Kemal Sunal’a alan açıyordu. Ders alıyorduk.

Daha hangi birini sayalım; Türkân Şoray’ın “Çok sevdiğim Süleyman Turan sempatikliğiyle Güllü filmine güç verdi” dediği, ödül de aldığı karakterini mi… Oz Büyücüsü’nün Türkiye versiyonu “Ayşecik ve Sihirli Cüceler Rüyalar Ülkesinde”nde canlandırdığı “Teneke Adam”ı mı… Unutamıyorduk.

SİNEMA TARİHİNDE VAR, KİTABINDA YOK

Unutamıyorduk ama onu filmlerinde bulsak da belgesellerde ve kitaplarda pek bulamıyorduk. Yeşilçam star seviyordu, evet, ama maalesef sinema kitapları da star seviyordu.

Bir oyuncu düşünün, kariyeri boyunca 193 filmde oynamış olsun. Ki bunlar öyle basit figüranlıklardan ibaret olmasın, karakterlerden söz ediyor olalım. Bir oyuncu düşünün ki, 3 filmin senaryosunu yazmış olsun. Bu filmlerin birini Zeki Ökten (Sevgili Dayım), birini Kartal Tibet (Baş Belası), birini Zeki Alasya (Dönme Dolap) çekmiş olsun. Bir oyuncu düşünün ki, iki çok önemli film festivalinde (Güllü ile Antalya Film Şenliği, Yarın Son Gündür ile Adana Altın Koza Film Şenliği) en yardımcı erken oyuncu alsın…

Ama sinema tarihi kitaplarında neredeyse hiç yer bulmasın…

Önemli bir kaynak olarak görebileceğimiz Giovanni Scognamillo’nun “Türk Sinema Tarihi” kitabında adı yalnızca bir kere geçiyordu. Bir filmin künyesinde… Fikret Hakan’ın derlediği “Türk Sinema Tarihi” kitabında ise yedi yerde, yine film kadroları içinde adı vardı, o kadar.

Performansına, yeteneklerine ve oyun gücüne dair kimse bir şeyler yazma ihtiyacı duymamıştı. Halbuki biz bugün, bu performanslardan yıllar sonra dahi, kabiliyetine, talihine ve talihsizliğine dair iki üç satır arıyorduk.

Aslında yetenekleri ve yüzü hem talihi hem talihsizliğiydi.

Başrol olmasını engelleyecek kadar hikâyesi olan, derin bir mimik repertuarına sahip yüzü bir bakıma şanssızlığıydı. Zira jön olmak için hikâyesiz ve parıltılı bir yüz gerekirdi. Hikâyeler o parıltıyı yok edip yerine gerçekliği koyuyordu. İki buçuk mimik, jön olmak için yetiyordu. Süleyman Turan birkaç saniyelik sahneden dahi bir mimik yelpazesi sunabiliyordu. Bu Yeşilçam’da pek az oyuncunun başrole uzanmasına “müsaade eden” bir yetenekti. Bu tür hikâyesi olan yüzler için 60’lar erkendi. Komedyen olmak içinse fazla karizmatikti.

Ezcümle, Süleyman Turan jön olamayacak kadar mimikleri güçlü ve sempatik; komedyen olamayacak kadar yakışıklıydı.

Süleyman Turan öyle bir oyuncuydu ki, ister Zeki Alasya-Metin Akpınar’a, ister Kemal Sunal’a, ister Cüneyt Arkın’a eşlik etsin, daima rol arkadaşının doğru pozisyonu almasını sağlıyordu. Star karşısında ezilmiyor, ama ona alan da açıyordu.

Sinemamızın asist kralıydı. Ama “popüler tarih” asistçileri değil, ne yazık ki yalnızca golcüleri yazıyordu.