Umutsuzlar ya da 'erkek'liğin kitabını yitirmek
'Umutsuzlar'ı izlerken bunca etkilenmemizin sebebi, Fırat’ın kahramanca tercihidir. Belki de hegemonik söylemi yücelttiğimiz ve her gün yeniden ürettiğimiz için suçluluk duymamız, dahası Fırat’ın cesaretini gösteremediğimiz için kendimizden utanmamızdır.
Bazı filmler vardır, hiç beklemediğin anda karşına çıkıp mıhlar seni ekran karşısına… Önünde iki seçenek vardır: Ya hemen kanal değiştirmek ya da bir kere daha o filmin büyüsüne kapılmak. Yüzlerce kez izlediğimiz bir sürü film bu tanımın içine girebilir… Ama bazıları bu yüzlerce filmin içinden sıyrılır, kalbimizin ortasına yerleşir. Geçen gün televizyonda kanal değiştirirken yaparken yine çakıldım…”Umutsuzlar” başlıyordu.
Bir martının salınışı, boğazı yaran bir vapur, vapurun içinde kocaman beyaz güneş gözlüğüyle “Esas Kız” telaşla gazeteleri karıştırmaktadır. İlk izlediğim günden bu yana –ki o zamandan bu yana en az on kez daha izledim- beni en çok etkileyen Yılmaz Güney filmi bu sahnelerle başlar. Ne Filiz Akın’ın iğrenç dansları, ne vıcık vıcık hale gelen duygusallık, ne de durmaksızın yinelenen ikilem –ya silahın ya ben- bu filmin değerini düşürmedi gözümde. Yılmaz Güney’in ticari kaygılarla çektiği, Türkiye sinemasının kült mafya filmi “Umutsuzlar”ın bambaşka bir pırıltısı var çünkü. Yılmaz Güney’in içimize işleyen karizmasının bunda rolü ne kadar bilmiyorum. Ama film her ne kadar ticari kaygılarla çekilse de Güney’in imzasını taşıyordu işte. Müziği, çekimleri, oyunculukları, hikâyenin işlenişi diğer Yeşilçam filmlerinden farklıydı.
Filmi izlerken, bu filmi neden bunca sevdiğimi sorup durdum. Basit bir yeraltı filmiydi işte. Fırat İstanbul’un en güçlü kabadayısıydı. Bir gün Çiğdem’e âşık olmuştu. Oysa yeraltı âlemi böyle bir birlikteliğe izin veremezdi: “Delikanlıyı üç şey bozar: içki, kadın kumar”. Fırat kendi adamları tarafından delikanlılık kanunu bozmakla suçlanıyordu. Sonrasında ihanete uğruyor ve her şeyi bırakıp, Çiğdem’e kavuştuğu anda, kendine kurulan pusunun göbeğine iniyor ve ölüyordu.
İKTİDARI OLMANIN YARATTIĞI ACI
Ben genel geçer sinema yorumlarından çok, filmi son izlediğimde içime yerleşen duygudan bahsetmek istiyorum. Fırat’ın filmin başından sonuna kadar çektiği acı, tüm erkeklerin çektiği acıydı: İktidar olmanın, tahakküm kurmanın, birilerinin üstüne baskı uygulamanın yarattığı acı. Bunun için de bazı bedeller ödenmesi gerekiyordu. Fırat hayatı boyunca bu bedelleri ödemişti ve erkek dünyanın en yüksek noktasına ulaşmıştı (mafya babalığı)… Şimdi yükseldiği o noktayı terk etmek istiyordu. Peki, insan neden erkek dünyanın kurallarını terk etmek ister ya da istemeli?
Öncelikle belirtmekte fayda var: 60’larla birlikte gelişen kadın mücadelesinin kafamıza kazıdığı bir gerçek var: Erkek dünyanın sakinleriyiz. Erkekler yaşamın her alanını iktidarlarıyla kaplamış durumdalar. Her türlü iktidar gibi erkek iktidarı da kendi hegemonik anlayışını tüm toplumda egemen kılmaya çalışıyor. Cinsiyetlerin toplumsal olarak belirlendiğinin kabul görmesiyle birlikte, özellikle bu alanda kafa yoranların çoğu kadınların ezilmesi üzerine odaklandılar. Kadın sorunlarının aciliyeti göz önüne alınırsa bu tercih anlaşılabilir. Lakin erkek olma, erkeklik halleri de hegemonik söylemin alanına girer. Erkek egemen bir toplumun kodları ve normları hem kadınların hem de erkeklerin yaşamını belirlediği, bu kodlar sistemi ile tüm toplumun iktidar mekanizmalarının içine dâhil edildiği gerçeği ile karşı karşıyayız.
Konumuza dönersek: Fırat’ın açmazını biraz da kendisine biçilen kaftanı artık giymek istememesine bağlayamaz mıyız? Filmin bir bölümünde Fırat’ın yaşamı anlatılır. Yoksul mahalle delikanlısıdır, babasını daha küçükken kaybetmiştir. Annesi çamaşırcılık yaparak aileyi geçindirirken Fırat’ta çalışmış, didinmiştir. Tam da olması gerektiği gibidir. Serttir, güçlüdür, bileği bükülmezdir. Bir gün gelir kendini pis işlerin başında bulur. Birazda kaderidir mafya babası olmak. İstanbul’un tüm gayrı meşru işlerinin başına geçecek kadar cesur ve acımasızdır. Alt sınıfların üst basamaklara yükselme umududur. Hem de erkekçe bir yükseliş: Dövüşerek, öldürerek, insanlar üzerine baskı kurarak… Yasadışıdır ama meşrudur, çünkü geldiği yere, erkeklik kanunlarını uygun hareket ederek gelmiştir. Erkek iktidarının en bariz simgelerinden biridir.
'ERKEKLİK' GÖMLEĞİNİ ÇIKARMAK
Film tam da Fırat’ın kendi durumunun bilincine varması, buna dair bir seçime zorlanmasıyla başlar. Ya erkek dünyanın oyunlarına devam edecek ya da sevdiği kadınla uzaklara gidecektir. Hegemonik imgeler ile durum değerlendirmesi yapsaydık, Çiğdem’in Fırat’ı ittiği durumu, kadın güçsüzlüğünün erkeği nasıl zor durumlara soktuğu sonucuna varırdık. Aynı Mungan’ın yüksek topuklarıyla erkeğin hızını kesen kadınları gibi, Çiğdem’inde Fırat’ın yaşamını kısaltan, kaprisleriyle onu boğan, aslan gibi adamı evcilleştiren bir karakter olduğunu söyleyebilirdik. Yılmaz Güney’in sanatçı sezgileri imgeleri bu şekilde okumamızı engelliyor bence. Film boyunca Fırat’ın, Çiğdem’e kavuşamadığı için değil, kendisine giydirilen erkeklik gömleğinden kurtulamadığı için acı çekiyor gibidir. Çiğdem, sadece bir aydınlanma anını temsil eder. Çünkü erkeklik rollerini oynamak yerine –sertlik, dövüşkenlik, kararlılık, netlik vs- kadınlara atfedilen hareketleri yaşama geçirmeye başlar esas oğlanımız. Artık net değil kararsızdır, kendini öldürmeye çalışan adama karşı bile içinde acıma duyar, kurduğu mahkemede insanları dinlerken, sevgilisinin adını çiçeklerle yazar. Yeni bir yaşam hayali eski yaşamın tüm alışkanlıklarını yıkma eğilimine girer. Burada Fırat’ın ikilemi basittir: Ya erkek dünyanın zorunluluklarını yerine getirecek ya da ölecektir.
Şimdiye kadar kimsenin yazmaya cesaret edemediği ama kuşaktan kuşağa aktarılan anonim bir esere dönüşen delikanlılığın kitabını bir daha hiç açmamak üzere kapatmaya karar verir Fırat. Artık insanlara korku değil sevgi aşılamak, insanların üzerinde baskı kurmak değil onlarla eşit koşullarda bir arada yaşamak istemektedir. Fırat’ın gözlerine çöken hüzün aslında aşk acısının değil, içine girdiği kafesten dünyayı seyreden bir adamın hüznüdür. Kendi içinde yaşadığı savaşı kazanmış, hegemonik söylemin onu canavarlaştırmasına isyan etmiştir sonunda. Eril simge olan silah sevgiliye teslim edilir ve erkek dünya sonsuza dek terk edilir. Lakin erkek dünya bu terk edişi kabullenemeyecek ve Fırat’ı yok edecektir. Belki de “Umutsuzlar”ı izlerken bunca etkilenmemizin sebebi, Fırat’ın kahramanca tercihidir. Belki de hegemonik söylemi yücelttiğimiz ve her gün yeniden ürettiğimiz için suçluluk duymamız, dahası Fırat’ın cesaretini gösteremediğimiz için kendimizden utanmamızdır.