Olympos’tan Düşerken

Hikayenin sonu hem seyirci hem kahramana malumdur. Hektor, Aşil tarafından öldürüleceğini bile bile çıkar er meydanına. Seyirci engellenemeyen, durdurulamayan, bazen durdurulmak bir yana ısrarla körüklenen felaketin gelişini, kıyıyı yutacak dev bir dalgayı izler gibi izler neredeyse sapkın bir hazla...

Google Haberlere Abone ol

Arda Ekşigil

Eski çağ destanı, gelmekte olan felaketin tellallığını yapar önce, iyice köpürtür, ballandırır, sonunda seyircinin kucağına bırakır vakurla. Ağlarını ören Kader’in izini takip eder, hırsından, aşkından, körlükten veya çaresizlikten adım adım makus sonlarına koşanların yanından yürür sessizce, kendi hüzünlü sonlarını mırıldanır kulaklarına. Truva düşmüştür elbet, ama o surlar nasıl aşılmıştır, Menderes Suyu nasıl kana boyanmış, tapınaklar, saraylar, kasırlar nasıl yerle yeksan edilmiş, Hektor’un karısı Andromahi nasıl zincire vurulmuş, beşikteki oğlu Astyanax nasıl burçlardan aşağı atılmıştır... Haykırır iştahla, gür sesiyle. Yaklaşan alevlerin parıltısı, çöküşün, dibe vuruşun vahşi estetiğiyle, dehşetin en ince, en keskin ayrıntılarıyla beslenir.

Hikayenin sonu hem seyirci hem kahramana malumdur. Hektor, Aşil tarafından öldürüleceğini bile bile çıkar er meydanına. Aşil, günü geldiğinde son nefesini Truva surlarının önünde vereceğini bilir kılıcını kuşanırken. Sofokles’in tragedyalarında koskoca hükümdarlar, bilgeler, kana susamış savaşçılar talihlerinin kilitlenmiş dümenini çeviremez, çizilmiş çizgilerinin dışına çıkamazlar. Thebai tahtını paylaşamayan Eteokles ve Polyneikes, aralarındaki bir çatışmanın kendi ölümlerine sebep olacağını bile bile toplarlar ordularını. Meşhur kahin Amphiaraos, gözünü iktidar hırsı bürümüş iki kardeşin kopardığı kıyametin içinde boğulacağını bile bile kör dövüşüne sürüklenip can verir. Seyirci engellenemeyen, durdurulamayan, bazen durdurulmak bir yana ısrarla körüklenen felaketin gelişini, kıyıyı yutacak dev bir dalgayı izler gibi izler neredeyse sapkın bir hazla.

Uğursuz ve ölümcül kehanetler, beli bükülmez denen hükümdarları çaresizliğe, gaddarlığa, zorbalığa iter. Kendi zayıflığını sezen haşmetlu kral geçmişi ve geleceği deşer ısrarla, deştikçe dehşete kapılır, baş kaldırır kara yazgısına, arkasından iş çevirmeye, susturmaya, en sonunda da boğmaya kalkışır. Can havliyle boynuna sarılır, sıktıkça kendi nefesi kesilir, eklemleri zayıflar, bir süre debelenip yavaş yavaş tükenir. Talih rüzgarı yönünü değiştirdi mi bir kez arkasına bakmaz, merdivensiz kuyulara terk eder en yenilmez, en vazgeçilmez cihan şahını.

'YAKLAŞAN SONUN ÖNLENEMEZLİĞİ'

Seyirci, aheste aheste kayan yıldızı seyretmeyi sever. Zirveden kopuşun, parçalanmanın, alçalmanın, yuvarlanıp çakılmanın büyüsü gözlerini alır, adım adım yaklaşan sonun önlenemezliği kabartır iştahını. Kocamış hükümdar bozuntuya vermese de üzerine dikilmiş aç bakışları iliklerine kadar hisseder, düşmemek için umduğuna değil bulduğuna tutunur sıkı sıkı, debelenir, tuttuğu elinde kalır, ayağı kayar, tekrar tutunur, elleri titrer bu kez – daha önce hiç titrememiştir elleri - bacaklarını sallanır boşlukta, kendi devrildikçe devirir memleketini. Seyirci – ki hatasıyla sevabıyla belki de sevmiştir zamanında kralını – kaderin cilvesini tamamlamasını bekler nefesini tutarak, düşüş anı çekeceği o derin ‘oh’ için hazırlar kendini.

Tarihe ismini kazımakla meşgul Beyefendi sırtında dolaşan karanlık gölgeler, omuzlarına dokunan kirli eller görür, ensesinde fitnenin fısıltısını duyar. Toprağı delip çaktığı kazığı çıkartmaya, ayaklarının altındaki halıyı çekmeye gelmiştir Kader. Beyefendi tökezler önce, şöyle bir yalpalar, kusurunu hatayla, suçunu sopayla örter, gölgesiyle dövüşür, kendi topuklarına sıkar, bağcıklarına takılır, iyice kendine çeker elleriyle kararttığı talihini. Korkar, korktukça korkutur, korkuttukça korkar. Yasaları esnetir, kaynatır, kaldırır, fazla huysuzlanan hayatları kaydırır. Koltuğuna bağlar kendini, fakat koltuğun da ayakları yerden kesilmiştir çoktan. Yüzüne uzun atlamacının kuma çakılmadan önceki son anlarının kötümser buruşukluğu yerleşir.

'ELİNDEKİ SON KÖTÜLÜKLERİ KAİNATA SAÇIP SAVURAN EFENDİ'

Zirveye tırmanırken heyecanla peşine takılanlar şimdi çıktığı patikadan yuvarlanışını izlerler, yaklaşan sert iniş için iki adım geri çekilip yer açarlar usulca, Beyefendi’nin iradesine boyun eğip uzattıkları, kendilerine yakışmadığını düşündükleri badem bıyıkları kesmenin hayalini kurarak. Efendileri için sürdükleri makyajı silip, yıllardır ayaklarını vuran topukları çıkartarak altın kaplama küvetlerine uzanacakları anı beklerler sabırla. Beyefendi telaşlanır, dağılan ordusunu toplamak için dövünür, haykırır buyurgan sesiyle, ama neferlerinin kulakları tıkanmıştır, ağızları esnemekten yırtılıyordur. Senelerin birikmiş yorgunluğu, rehaveti, tokluğu çökmüştür bolluğa direnemeyip çöken göz kapaklarına. Düşerken her şeyi deviren, düşmemek için herkesi düşüren, elindeki son kötülükleri kainata saçıp savuran efendinin odasından çekilirler sessizce, dilinde kalan son zehri püskürten ejderhanın kendi ihtirasında boğulmasını beklerler kapının ardında.

Beyefendi’yle beraber yamalı bohçaya dönmüş Dava’sı da düşecek. Kana karışan, deriye yapışan sevda türküleri, timsah gözyaşları, kükreyen ses telleri akıp gidecek zihinlerden, titreyen mikrofon paslanacak yetim kalan kürsüde. Yarım kalmış inşaatların, terk edilmiş iskelelerin diplerini Doğa sahiplenecek yeniden. Su hiç paklanmayacak ama, dibi görünecek en azından.

‘Beyefendiyle aynı gemideyiz, can simidimiz de yok’ diyeceksiniz. ‘Kaptanı iyi tanırız, Sultan kayığına atlayıp kaçar, tuzlu suyu biz yutarız’ diyeceksiniz. Haklısınız. Fakat o an, kaptanın atlet ve donla filikaya atlayacağı an en iyi batan geminin güvertesinden izlenecek. İşte o zaman, yutulacak tuzlu su da tatlı gelecek.

Doğum kadar sancılı, bir o kadar ihtişamlı olacak, Çöküş.