Oscar yolundaki duraklar

Oscar adaylıklarının yeni açıklandığı şu günlerde, ödül törenine bir aydan fazla süre varken, açıklanan isimler ve geçen senelerdeki ödül seçimlerinin bu seneyi nasıl etkileyeceğine dair görüşlerimizi paylaşmak isteriz…

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Bu sene Oscar adayı filmlerin (ve dolayısıyla aday oyuncuların performanslarının) bir kısmının, ne yazık ki henüz Türkiye’de vizyona girmemesi, adaylıklar ve favoriler konusunda yorum yapmamızı zorlaştırıyor. Hatta bazı dallarda (mesela yardımcı kadın oyuncu) neredeyse adayların hiçbirini henüz izleme şansına ulaşamadık…

Dolayısıyla bu yazıda bu seneki adaylardan çok, geçmiş senelerdeki törenlerde dikkat çeken konular, ödül seçimlerindeki kilit noktalar ve sürpriz sonuçlar hakkında bazı görüşler belirtmekle yetineceğiz…

BİRAZ BEKLEMEK GEREK…

Özellikle oyunculuk dallarında verilen Oscar Ödülleri'nde, aday oyuncuların birkaç kez bu ödüle aday olması, bu ödülü uzun süredir beklemesi ve hatta birkaç defa bu dalda favori gösterildiği halde bu ödülü alamaması dikkatimizi çeken noktalardan biri olabilir. Geçmiş dönemlerde Oscar törenlerinden eli boş dönmekte rekor kıran Peter O’Toole (tam sekiz kez!) gibi örnekler günümüzde de sonraki jenerasyona ait oyuncularla devam etmektedir. Hiç Oscar alamamış (çoğu sonrasında kariyerleri adına bir onur ödülü almışlardır!) bu oyuncularla, daha yeni jenerasyondan aday olan oyuncuların arasındaki fark, Akademi’nin, onları uzun süre beklettikten sonra, nihayetinde ödülü vermesi olmuştur… Susan Sarandon, Al Pacino (gerçi Pacino da ayrı bir jenerasyon), Kate Winslet ve Leonardo DiCaprio’nun başını çektiği bu günümüzün oyuncu grubu, defalarca aday olup, bizce çok daha önemli rollerle ağır favori oldukları halde kazanamayıp, sonrasında ise daha mütevazi filmlerdeki başarılarıyla Oscar Ödülü'nü kucaklamışlardır. Bu filmlerle ödül alan oyuncuların başarılarını hiçbir şekilde küçümsememekle beraber, bizce bu ödüllerin aynı zamanda bir ‘özür’ ve ‘hakkını yememe’ hissiyatıyla verildiği de aşikardır…

USTALARDA DURUM DEĞİŞİR…

Bazı usta oyuncularda ise durum biraz farklıdır çünkü bu isimler kariyerlerini çok özenli inşa ederler ve neredeyse seçtikleri her rolle ya aday olurlar ya da bu ödüle kavuşurlar. Bu kategoride ön plana çıkan isimler herhalde biri yardımcı kadın, ikisi başrol kadın oyuncu olarak Oscar’ı üç kez kucaklayan (tam 20 adaylık!) Meryl Streep ve gerektiğinde 15 yıl içerisinde sadece beş film çekerek üç kez En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını kazanan Daniel-Day Lewis’tir…

Bu isimleri ‘French Connection’daki (1971) rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü aldıktan epey bir zaman sonra ‘Unforgiven’la (1992) tekrar Oscar Ödülü'nü (bu kez yardımcı erkek) alan Gene Hackman, çok daha kısa bir zaman aralığında (2004 ve 2015 yıllarında) yine ödülü iki kez kapan Cate Blanchett ve tabii ki Spencer Tracy’den sonra iki sene üst üste En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü kazanarak bu alanda tarihe geçen Tom Hanks gibi isimler izler…

Bu alanda artık emekli olmuş üç Oscar’lı büyük oyuncu Jack Nicholson ve son 10 sene içerisinde büyük dikkat çekerek iki sene üst üste En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü'nü kazanan Christoph Waltz’ı atlarsak da sanırız biraz haksızlık etmiş oluruz.

YÖNETMENLERİ UNUTMAK…

Bilindiği üzere, özellikle Oscar yarışları kızışırken birçok yapım şirketi, seyircilerdeki etkileri taze tutmak amacıyla, iddialı filmlerini ödül töreninden kısa bir süre önce vizyona çıkarır…

Bir diğer durumda ise, söz konusu film, ödül töreninden hayli önce çıkmıştır ama öyle büyük bir beğeni ve öyle bir gişe başarısı kazanmıştır ki adaylıklar açıklandığında film 10 veya 11 adaylık birden kazanır. Bu filmler tabii ki belli bir çıtanın üzerindedir ve değerlerinden hiçbir şey kaybetmez. Bununla birlikte bazı yıllarda daha az reklamı yapılan veya Akademi’yi bazı açılardan rahatsız eden ama aynı derecede başarılı filmlerin de göz ardı edildiği su götürmez bir gerçektir. Bu son durum Oscar Ödülleri'nin hakkaniyetini tartışmaya açık kılar.

Bu ‘Outsider’ diye adlandırabileceğimiz filmler ile yapım şirketlerinin ‘süper film’ olarak lanse ettiği yapımlar arasındaki yarışta, dikkatimizi çeken bir başka nokta da şudur: mantıklı olarak en iyi film adayı olan bir filmin, yönetmenin de bu dalda aday olmasıdır. Ancak bazı durumlarda söz konusu yapım, en iyi film dalında ‘Oscar’ı kucaklasa bile filmin yönetmeni aday bile olmaz. Bizce burada da yine Oscar Ödülleri'nin ‘adaleti’ söz konusu olur. Bu durumun nedenlerini, bir filmin zaten birçok önemli dalda ödüller kazanacağının kesin olmasından dolayı adaylık (veya ödül) olarak başka bir yönetmene yer açılması veya bir filmin işlediği konunun (ırkçılık, kadın özgürlüğü, eşitlik...) neredeyse filmin sinemasal başarısının önüne geçmesi ve Akademi’nin filmi ödüle layık bulmasa da en azından yönetmeni eli boş göndermemek istemesi şeklinde açıklayabiliriz.

KAZANDIRAN FORMÜLLER…

Oscar Ödülleri'ni kucaklayan filmler ve oyuncular birbirlerine çok yakın, üstün performanslar sergilemişlerse kuşkusuz belli detaylar belirleyici olur… Bazı senelerde, adaylar açıklandıktan sonra içlerinden bir isim, Oscar öncesinde Altın Küre gibi bir çok ödülü toplamıştır ve o sene ödülü almaması imkansız gibi görünür. Ancak yarışta durum belirsizse ve adaylar performans açısından birbirlerine çok yakınsa, yarışta bazı avantajlar devreye girer. Örneğin Akademi, zihinsel veya bedensel açıdan engelli karakterleri canlandıran oyunculara her zaman daha duyarlı davranır: ‘My Left Foot’da Daniel Day-Lewis, ‘Rain Man’de Dustin Hoffman, ‘Shine’da Geoffrey Rush vb…

Bir diğer kilit nokta da şudur: bir oyuncu tamamen kurmaca değil de önemli ve gerçek bir tarihsel karaktere hayat veriyorsa, en son ‘Churchill’i canlandıran Gary Oldman gibi, yine diğer adaylara göre yarışa bir adım önde başlar.

Akademi çoğu zaman dramatik ve gerçekçi karakterleri ödüllendirmek ister. Komedi filmlerindeki oyuncular, çok iyi olsalar bile pek ciddiye alınmazlar…

Oscar’ı kucaklamak için bir başka önemli nokta, filmin sahnelerinin başroldeki oyuncunun yakın planlarına ve dolayısıyla bütün duygularını gösterebilecek bir alana sahip olmasıdır. Ancak bazı büyük oyuncular buna da ihtiyaç duymazlar… Kendilerini ön sıraya koyup, yakın planlarını zincirleme göstermek yerine karakterini biraz geri plana atmış gibi durup aynı derecede vurucu bir performans sergilerler ve karşılığını alırlar. Aklımıza gelen ilk örneklerden biri ‘Lincoln’ filmiyle Oscar’ı üçüncü defa alan Daniel-Day Lewis’tir.

YABANCI DİLDEKİ FİLMLERDEKİ POLİTİK ETKİ…

Oscar Ödülleri'nde neredeyse her dalda bir politik etki kendini hissettirir. Bazı çok teknik dallar dışında filmlerin senaryolarının, yönetmenliklerinin ve oyunculuklarının genelde Amerikalıları rahatsız eden, onların tasvip etmediği değerlere sahip olmaması gerekir.

Söz konusu Oscar’a aday olan yabancı filmler olunca durum daha da hassas ve politik hale gelebilir. Özellikle Trump’ın başkan seçilmesinden sonra daha da alevlenen bu siyasal tepki, en açık bir şekilde yabancı dilde film Oscar’ını alan İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin ‘A Salesman’ filmiyle belirgin bir şekilde görülmüştür. Kuşkusuz film çok başarılıdır ve Farhadi büyük bir yönetmendir ama filmin ödül almasında bizce Trump’a karşı yükselen tepkinin etkisi büyüktür.

Benzer bir politik tepki belgesel daldaki filmlerde de kendisini gösterebilir… Artık bayağı geride kalmış olsa bile herhalde En İyi Belgesel Film Ödülü'nü alan Michael Moore’un (‘Bowling for Colombine/2002) dönemin başkanı Bush’u çok sert bir şekilde eleştirmesi hala hafızalardadır.

Bütün bu bahsettiğimiz iç dinamiklerin ışığında, favorilerin kazandığı, sakin ve klasik bir şekilde akan mı yoksa sürprizlerin yaşandığı, hala ‘Me too’ tepkisinin sürdüğü, çalkantılı bir tören mi izleyeceğiz, bekleyip göreceğiz…