Yapay insanların dünyasına bilindik bir bakış...

Zoe’ filmi gerçekten seyircilerin hafızasında yer edebilecek hatta kendi türünde bir başyapıt sayılabilecek bir potansiyele sahipken sanki barutu ıslanmış bir tabanca gibi ortalamanın çok az üstüne çıkan bir yapım olmuş. Hem de filmin, çok derin işlenebilecek bir konuya, Ewan McGregor ve Léa Seydoux gibi oyunculara ve bilimkurgu türünde üstat olan Ridley Scott gibi bir yapımcıya sahip olduğunu düşünürsek, izledikten sonra içimizden ‘Yazık olmuş’ düşüncesinden başka bir şey açıkça geçmiyor.

Google Haberlere Abone ol

Yönetmen Drake Doremus’un bu hafta sinema salonlarımıza uğrayan son filmi ‘Zoe’, sinemada hiç işlenmemiş olmasa da ilginç bir hikayeyle başlayan, açığa çıkan başarılı bir sürpriz olayla iyice ayağa kalkan ancak içerik açısından ilginçliğini korumakla birlikte yönetmenin fazla temkinli ve fazla uslu tutumu nedeniyle olsa gerek tatmin edici bir yere bağlanmayan ve dolayısıyla seyircide beklenen dalgalanmayı yaratamayan bir yapım gibi duruyor… Kuşkusuz yapay insanların hayatımızda tutacağı yer ve bizim onlarla kuracağı iletişim önemli bir konudur ancak konunun başarılı bir şekilde beyaz perdeye yansıtılması için ya hikayenin içerdiği mesajların senaryoya ritm katacak, ya da olaylara çok değişik bir boyut getirecek şekilde verilmesi gerekir. Bu filmde ne yazık ki iki yol da yeterince izlenmemiş ve ortaya biraz beyhude bir çaba izlenimi veren sıradan bir yapım çıkmış…

Zoe (Léa Seydoux) ve Cole (Ewan McGregor), günümüzün dünyasında bir devrim yaratabilecek ölçekte yapay insan yaratan bir şirkette, önemli pozisyonlarda çalışan iki meslektaştır. Bu iki karakterin çalıştıkları şirket, dış görünüş olarak normal bir insandan hiçbir farkı olmayan, üstelik bilinç açısından da belli insani duygular ve tepkiler gösteren yapay insanlar yaratmaktadır. Bir diğer taraftan da bu şirket, bilgisayar yardımıyla gerçek çiftlerin ilişkilerinin sağlamlığı üzerine yüzde üzerinden değerler vermektedir. Duygusal açıdan Cole’a ilgi duyan Zoe, hem bu yapay insanların kaderini değiştirecek hem de kendisinin ve Cole’un hayata bakışını değiştirecek bazı olayların fitilini ateşleyecektir…

SEYİRCİDE İZ BIRAKAN YAPIMLAR…

Günümüz veya geleceğin dünyasında, kendilerini yaratan insanlardan bağımsız olarak bir bilinç geliştiren ve buna göre hareket eden yapay insanları göstermek izlenmesi zevkli olduğu kadar varoluş, ahlak, adalet, bağışlama gibi birçok felsefi tartışmalara da yer açabilecek bir konu olduğu, bizce kesindir. Bu konunun öneminin hakkını veren ilk örneklerden ‘Westworld’ (1973) filmi ve daha yakın tarihte yer alan ve birçok sinemaseverin aklına kazınan ‘Blade Runner’ (1982) filmi, bahsettiğimiz önemli açılımlara değiniyor ve görsel olduğu kadar içerik olarak da çok sağlam, sorularının sonunu getiren duruşlar gösteriyorlardı. İki filmde de androidler kendilerini yaratan insanlara karşı bir isyan bayrağı açıyor ya zengin turistler için yapılmış olan bir eğlence parkını veya geleceğin büyük şehir sokaklarını kana buluyorlardı.

İki filmde de, bizim etkileyen nokta, geleceğin dünyasının tasvir edilmesindeki görsel güç değil, kendi yaratıcılarına (yani insanlara) karşı isyan bayrağı açan bu yapay insanların film boyunca kendi varlıklarını ve varlık nedenlerini sorgulamasıydı. Bazen kendilerine göre ahlaki açıdan alçak seviyede gördükleri insanları ve kendilerini fiziki açıdan daha üstün ama ruh açısından eksik bırakan mucitleri cezalandıran bu yapay insanlar, kendilerine, biraz başıboş bırakılmış, yabancı bir dünyada bir yer arıyorlardı.

Ellerinden geldiğince normal insan gibi davranmaya çalıştıkça daha da acımasız ve sert olan bu androidler yine de, Zoe’de de dile getirildiği gibi ‘Acıyı bile hissetmek, hiçbir şey hissetmemekten daha iyidir!’ cümlesinde ifade bulan insani duyarlılıklardan yoksun görünüyorlardı.

Hatta bu yapay insan ile gerçek insan ayrımına ‘Blade Runner’ yeni bir açılım getiriyor ve filmin başkahramanı olan Harrison Ford’un da bir yapay insan olup olmadığını muallakta bırakıyordu….

BİÇİM AÇISINDAN USLU, İÇERİK AÇISINDAN DÜZ…

Geleceğin dünyasına yeni bir bakış getiren bazı filmler, asli görevleri olarak seyircilere şaşırtıcı, gösterişli ve görsel efektler açısından etkileyici bir dünya sunmayı düşünürler. Bu durumda her ne kadar filmin aksiyon dozu doyurucu olsa da, içerdiği mesajlar biraz ikinci plana atılır, derin olabilecek sorular cevaplarını bulmaz. Bir diğer durumda ise yönetmen görsel gücün çok üstünde durmadan daha çok içerik ve filminin vereceği bakış açısından ilerlemeyi seçer ki bu tarz filmlerin aklımıza ilk gelen örneklerinden biri Romanek’in ‘Never Let Me Go’ (2010) filmidir. (Hatırlanacağı üzere burada bazı çocuklar bazı elit insanlara yedek parça kaynağı gibi organlarını vermek zorunda kalıyorlardı).

Yönetmen Dorenus ikinci yolu seçiyor ve hikayesini günümüze yerleştirip, görsel göz boyamayı rafa kaldırıyor. Ardından çok gelişmiş yapay insanların bu hayata nasıl uyum sağladıklarını (veya uyum sağlamaya çalıştıklarını) gösteriyor. Bu androidlerden bazılarının duygusal tepkiler göstermesi ve hatta kimilerinin yapay insan olduğunun farkında bile olmaması ilginç bir yaklaşım içeren sekanslar sunuyor.

Zoe’nin yönetmeninin yapay insanların başkaldırısına değil de duygusal yönlerine eğilmesine de hiçbir itirazımız olamaz… Ne var ki filmdeki asıl sürprizin kendini baştan açık etmesi ve sonrasında izlediğimiz aşk hikayesinin ilerledikçe sıradan bir hale bürünmesi ve filmin temposunun düz bir şekilde akması giderek hevesimizi kırıyor... Yalnızlık, kendini olduğu gibi kabul etme, bağışlama gibi temeli sağlam soruların cevaplarını ararken film adeta yoruluyor. Ara sıra bazı güzel açılımlar göze çarpsa da bahsettiğimiz aşk hikayesi bunların hepsini örtüyor. Filmdeki bütün önemli yan karakterler, olaylar, özellikle başkarakterlerin özel hayatları ve burada yaşadıkları dalgalanmalar yarı yolda bırakılmış gibi duruyor. Hikayede kendine yer bulmaya çalışan bu sekanslar asıl senaryoya renk katacakken sanki ana hikayeye ara verme ve soluklanma amacından başka bir hedefi yokmuş gibi duruyor. Oysaki filmin bir başka önemli karakteri olan yapay insan Ash’ın ikilemleri, yine yapay insanların çalıştığı genelev ve buranın patroniçesinin duruşu gibi olaylar çok daha ciddi işlenebilirdi.

BELLİ BİR SİNEMA DİLİ MEVCUT…

Bütün bu kusurlara rağmen filmin tam bir başarısızlık olduğunu söylersek biraz abartmış oluruz. Zoe’nin kendini inceden hissettiren bir sinema dili var. Film duygusal açıdan bir hayli yüklü olan sahneler asla seyircinin gözüne sokulmuyor. Filmin final sekansı ise hikayeye yeni bir hava ve güzel bir yol katıyor. Belki sürpriz bir final olarak tarihe geçmeyecek ancak filmin atmosferiyle uyumlu bir hava estiriyor.

‘Zoe’ filmi gerçekten seyircilerin hafızasında yer edebilecek hatta kendi türünde bir başyapıt sayılabilecek bir potansiyele sahipken sanki barutu ıslanmış bir tabanca gibi ortalamanın çok az üstüne çıkan bir yapım olmuş. Hem de filmin, çok derin işlenebilecek bir konuya, Ewan McGregor ve Léa Seydoux gibi oyunculara ve bilimkurgu türünde üstat olan Ridley Scott gibi bir yapımcıya sahip olduğunu düşünürsek, izledikten sonra içimizden ‘Yazık olmuş’ düşüncesinden başka bir şey açıkça geçmiyor.

Yönetmen: Drake Doremus

Oyuncular: Ewan McGregor, Léa Seydoux, Christina Aguilera, Theo James, Rashida Jones, Miranda Otto, Matthew Gray Gubler, Arlen Aguayo-Stewart…

Ülke: Kanada, İngiltere