Queen bir dönemin adıdır!

‘Bohemian Rhapsody’ bir dönemde iz bırakmış büyük bir müzik grubunun doğuşuna tanık olmak ve özellikle bu grubun lideri olan solistini her yönüyle tanımak için bulunmaz bir fırsat! Mercury gibi bir sanatçı dünyaya kaç kere geliyor ki!

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - 80’li yıllardan 90’ların başına kadar müzik dünyasına damga vurmuş Queen gibi bir müzik grubunu ve özellikle bu grubun büyük solisti Freddie Mercury’yi tanıtacak bir film, onları layığıyla beyaz perdeye aktarılması için, basit bir ‘yaşam öyküsü (biopic) anlatımından çok daha derin ve çok boyutlu bir bakış açısına ihtiyaç duyar. Filmin dümeninde, genelde belli bir düzeyin altına inmeyen Bryan Singer gibi yetenekli ve deneyimli bir yönetmen bulunsa da, Freddie Mercury’nin inanılmaz ses yeteneğinin dışına taşan bir karakter olması, bu filmin başarılı olması için ciddi bir engel oluşturabilirdi. Ancak film akıcı bir anlatımla, dozunda bir dramatizasyonla ve inanılmaz bir oyuncuyla bizce bu zor işin altından başarıyla kalkıyor. Her ne kadar filmin ilk yarıda, bölüm bölüm, biraz tekdüze bir anlatımı olsa da…

Gerçek adı Farrokh Bulsara olan, Freddie Mercury, havaalanında bagaj taşıma işinde çalışan, ancak ünlü bir müzisyen olma hayali kuran ve sesine güvenen bir gençtir. Freddie 70’li yıllarda izlediği, çok tanınmamış bir müzik grubundan solistinin ayrılması üzerine, kendisini bu rolü üstlenmek için grubun diğer üyelerine tanıtır. Gitarist Brian May, baterist Roger Taylor, aralarına sonradan katılan John Deacon ve tabii ki liderliklerini üstlenen Freddie Mercury’li grup kısa sürede dikkatleri üzerine çeker ve inanılmaz bir yükselişe geçer. Bu esnada hayatının aşkı Mary ile evlenen Mercury’nin, sürekli bastırmaya çalıştığı ama engelleyemediği biseksüelliği ve bu ünlenmeyi tam hazmedemeyen yapısı, hem özel hayatı, hem de müzik grubu içerisinde çeşitli sorunlara yol açacaktır…

MERCURY SAKİNKEN YÜKSELME HIZLI OLUR!

Film ilk yarısında, baş karakteri Mercury’i öne çıkarmayan, gösterişsiz ama inandırıcı bir ünlenme hikayesi gösteriliyor. Kuşkusuz içinde belli bir potensiyel barındıran ancak bu inanılmaz sesle zirveye çıkacak bu müzik grubunun hikayesi dinamik bir anlatımla seyirciye aktarılıyor. İlgi çekici fakat çok da değişik bir anlatım taşımayan bu yaklaşım, başlangıçta Mercury’nin sorunlu ve derin karakterini biraz geri plana atıyor. Kuşkusuz Queen gibi bir dönemi etkileyen ve özellikle bizim de içinde bulunduğumuz jenerasyonu adeta rock müzikle tanıştırmış olan bir müzik grubunun doğuşunu izlemek merak uyandırıcıdır ancak bu grubun ana direği başlı başına ayrıksı ve adeta ikon olmuş bir karakter olunca, işin rengi biraz değişiyor. Başka bir deyişle, nasıl bir diğer büyük figür, Jim Morrison, kurmuş olduğu The Doors grubundan ayrı olarak değerlendirilebiliyorsa, Mercury de sadece Queen grubunun solisti tanımlamasının çok ötesine geçebiliyor. Bu olguya yönetmenin cevabı filmin ikinci yarısında geliyor…

Freddie Mercury’nin çok büyük bir rock müzisyenin olduğu kadar erken dönemde yaşanmış çok boyutlu (kültürel ve cinsel anlamda) bir kimlik meselesinin de adı olması filmi başka bir boyuta taşıyor…

BENİM ADIM FREDDİE MERCURY!

Film ne zamanki odak noktasını Queen grubunun yükselişinden kaydırıp Mercury karakterine getiriyor, gerçek anlamda nefesini buluyor ve doğal olarak yükselişe geçiyor. Çünkü aslında merak ettiğimiz, Queen grubunun başarısı ve Mercury’nin bu grubun içinde nerede bulunduğu değil, grubun dışında nerede bulunduğu oluyor. Ailesinin ülkesinden utanmayan ancak müzik dünyasına etkileyici bir giriş yapmak için adını ve kimliğini değiştiren bu başkarakter, içindeki müzik yeteneğini bütün dünyaya kanıtlamış ve nispeten mutlu bir aile ortamına girmişken, etrafına doluşan ve ününden nemalanmaya çalışan insanlar yüzünden giderek dengesini kaybediyor, grubunun ve müziğinin de önüne geçen başıboş, umursamaz ve özellikle kendisini alçaltıcı bir yaşam sürmeye başlıyor. Biseksüel eğilimini açıklamasıyla evliliği çatırdayan Mercury, yanından ayırmadığı kişiler ve özellikle sözde arkadaşı (ve sevgilisi?) olan Paul’un kışkırtmalarıyla, kendini genç erkeklerle tek gecelik ilişkilerde, gay kulüplerinde kaçamaklarda ve alkol ile uyuşturucunun eksik olmadığı lüks ve şatafatlı partilerde buluyor. Hatta grubun diğer üyeleriyle uyuşmayan bu dengesiz yaşam ve kendini ‘her şeyin üstünde tutma’ psikolojisi, kurmuş olduğu gruptan kopup (daha doğrusu onları yüz üstü bırakarak!) solo bir kariyere başlamasına bile neden oluyor.

USTURUPLU VE DOZUNDA BİR ARINMA…

Mercury’nin bu alçalma ve etrafındakileri alçaltma sürecini birçok yönetmen sonuna kadar kullanabilecek ve bunu başkarakterden nefret etmemiz için çok uygun bir yol olarak sömürebilecekken, Singer bu bölümü dozunda ve inandırıcı bir tür terapi, arınma ya da daha doğrusu bir ‘uyanış’ sekansıyla bitiriyor. Başkarakter bir süre sonra, etrafındaki insanlar tarafından kullanıldığını, bu insanların onun zayıflıklarından faydalandığını anlıyor ve gerçek ailesi ve dostlarının, hiçbir zaman tamamen kopamadığı eski karısı ve grubunun üyeleri olduğunun farkına varıyor. Ani bir karar değişimiyle etrafına doluşan herkesi gönderen ve eski grubuna geri dönen Mercury, bilindiği üzere bu süre zarfında yakalandığı ve özellikle 90’lı dönemlerde tedavisiz olan AIDS hastalığını da yanında getiriyor.

Bizim asıl dikkatimizi çeken nokta yönetmenin bu trajik sekanslardaki dengeli tutumu oluyor. Birçok yönetmen Mercury’nin bu trajik durumunu ‘düzensiz ve kötü yaşamının sonucu’ olarak gösterip ders verir gibi veya bir duygu sömürüsü yapmak amacıyla kullanabilecekken, Singer bu tuzaklara hiç düşmüyor. Mercury bu hastalığa yakalandığını anlayınca çok üzülüyor ama o nasıl arkadaşlarından kendisine acımamasını ve bu durumunu kullanmamasını istiyorsa, yönetmen de seyirciden aynı şeyi istiyor. Her ne kadar kendisi aramızdan erken bir yaşta (41 yaşında) ayrılmış olsa da başkarakter de yönetmen de onu AIDS hastası Freddie Mercury olarak değil, Queen grubunun büyük solisti Freddie Mercury olarak hatırlamamızı istiyor. Kuşkusuz hak ettiği de tabii ki budur!

RAMİ MALEK MUHTEŞEM…

Kuşkusuz filmin başarısında oyuncuların performansı da ciddi bir rol oynuyor. Ancak sanırız başrolde oynayan ve Mercury’yi gerçekten ete kemiğe büründüren Rami Malek’e sadece ‘iyi oynuyor!’ dersek biraz haksızlık etmiş oluruz. 37 yaşındaki aktör hem oyunculuğuyla hem de beden diliyle adeta ışıldıyor! Göründüğü sahnelerde, etraftaki herkesi gölgede bırakacak bir performans sergiliyor ve konser sahnelerindeki, özellikle o mükemmel çekilmiş, Wembley’deki efsanevi ‘Live Aid’ konseri sekansındaki beden dili ve oyunculuğu, büyük sanatçıyı asla utandırmayacak, hatta belki de gururlandıracak nitelikte! Özellikle Mercury’nin saçlarını kısa kestirip, bıyık bırakarak oluşturduğu, bütün dünyanın tanıdığı imajını da Malek inanılmaz bir şekilde yansıtıyor. Bizce bu performansın Oscar yarışında da anılması gerekir!

‘Bohemian Rhapsody’ bir dönemde iz bırakmış büyük bir müzik grubunun doğuşuna tanık olmak ve özellikle bu grubun lideri olan solistini her yönüyle tanımak için bulunmaz bir fırsat! Sonuç olarak Mercury gibi bir sanatçı dünyaya kaç kere geliyor ki?

Yönetmen: Bryan Singer

Oyuncular: Rami Malek, Lucy Boynton, Aaron McCusker, Joseph Mazzello, Aidan Gillen, Tom Hollander, Gwilym Lee, Mike Myers…

Ülke: ABD