Ferzan Özpetek Napoli'de kayboluyor

Oldukça güzel başlayıp, giderek sıradanlaşan ve nispeten sönük bir finalle biten ‘Napoli’nin sırrı’ Özpetek’in zayıf filmleri arasında sayılacak. Yönetmenin asıl kapasitesini düşündüğümüzde bu durum biraz üzücü…

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Ferzan Özpetek’in, İstanbul’da bir tur attıktan sonra (Red İstanbul/2017) yeni filminin mekanını, tekrar daha iyi bildiği ve bizce daha başarılı filmler çıkardığı ülkeye yani İtalya’ya taşıması yerinde bir karar gibi görünüyor. Yönetmen bu ülkeyi daha iyi tanıdığı ve hayatının çok önemli bir bölümünü bu ülkede geçirdiği için, bize sunduğu karakterler, hikayeler, olaylar yani kısaca filmler, genelde hoş bir hava estiren, kendi içinde tutarlı ve birçok açıdan etkileyici sonuçlar veren yapımlar oluyor. Bizce son filmi ‘Napoli’nin sırrı’nda da artık yönetmenin sinemasına mal olmuş değişik karakterlerini, beklenmedik olay örgüsünü daha da önemli sinema dilinin özünü hissediyoruz ancak filmde beklediğimiz öğelerin bulunması bunların film içinde doğru yerleri bulmasını sağlamıyor. Güzel bir başlangıç sekansı ve inandırıcı, eğlendirici karakterlere rağmen film bir süre sonra sarkmaya, hikaye su almaya başlıyor ve biz de seyirci olarak film ilerledikçe konudan kopmaya başlıyoruz. Film bitince ise ağzımızda, kaçırılmış bir fırsat hissiyatından doğan ekşi bir tat kalıyor…

Napoli’de yaşayan Adriana, orta yaşlı, yalnız yaşayan bir adli tıp doktorudur. Teyzesi Adele ve birkaç arkadaşı dışında kısıtlı bir çevresi vardır. Bir gece, bir partide Andrea adında genç ve yakışıklı bir adamla tanışır ve geceyi beraber geçirirler. Oldukça ateşli geçen bu geceden sonra ertesi gün bir müzede buluşmaya karar verirler ama Andrea gelmez. Bir süre sonra Adriana, çalıştığı morga getirilen bir cesedin Andrea olduğunu görünce büyük bir şaşkınlık yaşar. Adriana bu olayı ve sebebini anlamaya çalışırken sokakta Andrea’ya tıpatıp benzeyen bir genç adamı fark eder. Bu adamın izini süren Adriana hem genç sevgilisinin ölümündeki sır perdesi aralamaya hem de bu genç adamın gerçekten kim olduğunu öğrenmeye çalışır…

BAŞARILI VE VAATKAR BİR BAŞLANGIÇ…

‘Napoli’nin sırrı’, aslında oldukça güçlü bir giriş yaparak, fazla zaman kaybetmeden başkarakterini ve özelliklerini tanıtıyor. Filmin başında bile Adriana’nın biraz çekingen, dikkat çekmeye çalışmayan, kendisiyle ve yaşıyla barışık biri olduğunu ama yine içinde ufak bir kırıklık, burukluk taşıdığını hissediyoruz. Aynı şekilde, genelde yeni tanıştığı bir adamı evine davet eden bir kadın olmadığını da zaten kendi ağzıyla bize söylüyor. Bu genç adamla geçen hararetli bir sevişmeden sonra, ertesi gün yüzündeki tebessüm bu geceyi bir kaçamak değil yeni bir ilişkinin başlangıcı gibi gördüğünü de gösteriyor.

Bu güzel ve akıcı girişten sonra, doğal olarak hikayeye esrar ve ilginçlik katacak ve hikaye örgüsünün ana direğini oluşturacak sürpriz olayı bekliyoruz ve bu beklenti de Adriana’nın genç sevgilisiyle ansızın morgda yüz yüze gelmesiyle karşılık buluyor. Bu beklenmedik karşılaşma hikayenin iki farlı yöne daha doğrusu iki paralel yöne akmasını sağlayacak bir kilit nokta gibi duruyor. Çünkü bu kilit nokta, Adriana’yı sadece hakkında nerdeyse hiçbir şey bilmediği bu genç adamı tanımaya çalışmaya değil, aynı zamanda onun neden öldürüldüğünü de araştırmaya itiyor. Ne yazık ki hikaye bu noktadan sonra dağılmaya ve aksamaya başlıyor…

BİR GENÇ ADAMIN İZİNİ SÜRMEK…

Filmin konusu güzel bir açılım yakalamışken olayın içine Adriana’nın genç sevgiline çok benzeyen bir adam giriyor ve kahramanımızla beraber biz de onun peşine takılıyoruz. Zaten Andrea’nın üzerindeki esrar perdesini aralama çabasının yarıda kalmasının rahatsızlığını hissederken, başkarakterin peşinde olduğu şeyin ne olduğu henüz belli olmadan hikayenin başka bir yöne evrilmesi seyircide biraz aldatılmış olma hissiyatını uyandırıyor. Üstelik bu gereksiz yön değiştirmeden sonra film çok daha tek düze ve sıradan bir hale geliyor. Giderek genişleyen bir karakter yelpazesi ve beklenmedik olaylar beklerken konu sadece iki yabancının arasındaki ilişkiye odaklanıyor.

Film, bu beklenmedik yalınlığa ve basitliğe inmişken, sanırız yönetmen kendi sinemasal dilinin özünün ve kontrolü altındaki olanakların farkına varıyor ve hikayeye yavaş yavaş önemli yan karakterler ve durumlar katarak baş kahramanını düşmüş olduğu bu sıkışmışlıktan kurtarıyor. Bu sahnelerde film biraz ayağa kalkıyor ve başkarakter kadar bizim de dünyamız genişliyor, kendimizi gerçekten daha özgün bir hikayeye yelken açmış gibi hissediyoruz… Ancak yalnızca hissediyoruz çünkü bir süre sonra Adriana’nın eşcinsel, akıllı ve eğlenceli arkadaşı Pasqual, içinde söyleyemediği sözler barındıran teyzesi Adele ve ona anlayışlı davranan Romario gibi yan karakterlerin hikayeyi zenginleştirmek için değil sadece ilerlemeyen konunun kısırlığını örtmek için kullanıldığının farkına varıyoruz. Adriana’nın bu kişilerle buluştuğu, açık havadaki dış dünya ile evindeki genç adamla yaşadığı iç dünya hiçbir zaman bir bütünlük sağlayamıyor.

GEÇ KALAN AÇIKLAMALAR…

Yönetmen Özpetek belli ki bu iki dünya arasındaki ayrımı bilinçli bir şekilde yapıyor hatta bu ayrımın altını çiziyor ancak hiçbir yere bağlanmayan yan öyküler ve ciddi bir çözüm sunmayan konuşmalar zaten konusu oldukça dağılmış filmi daha da kopuk hale dönüştürüyor.

Filmin başından beri merak ettiğimiz bazı sırlar ortaya çıkıyor ama ne yazık ki bütün bu cevaplar da çok geç geliyor. Andrea’nın öldürülmesinin arkasında olabilecek nedenler, Adriana’nın teyzesinin sakladığı aile sırları gibi şeyler dile getirildiğinde, seyirci olarak bu cevapları artık çok merak etmiyor hatta umursamıyor oluyoruz. Ayrıca bizce aldığımız cevapların da çok şaşırtıcı olmadığını ve filmin ana konusunu çok etkilemediğini söyleyelim. Belki aile sırları başkahraman Adriana’yı etkiliyor olabilir ancak seyirci olarak bizim çok ilgimizi çekmediği kesin…

Filmdeki dış mekanların gerçekten çok özenle seçilmiş olduğunu ve Napoli’nin gerçek ruhunun bu sokaklarda, binalarda ve mahallelerde yaşadığını hissediyoruz. Aynı zamanda film boyunca koleksiyoncuların evlerinde ve müzelerde çok güzel sanat eserleri ile karşılaşıyoruz. Biraz zorlarsak, yönetmenin baş kadın karakterin bu sanat eserlerine bakışıyla, genç sevgilisine bakışı arasında bir paralellik kurduğunu düşünebiliriz. Böyle bir estetik anlayış aralarındaki ilk sevişme sekansında da gözümüze çarpıyor.

Bizce oldukça güzel başlayıp, giderek sıradanlaşan ve nispeten sönük bir finalle biten ‘Napoli’nin sırrı’ Özpetek’in zayıf filmleri arasında sayılacak. Yönetmenin asıl kapasitesini düşündüğümüzde bu durum biraz üzücü…

Yönetmen: Ferzan Özpetek

Oyuncular: Giovanna Mezzogiorno, Alessandro Borghi, Anna Bonaiuto, Peppe Barra, Biagio Forestieri, Luisa Ranieri, Maria Pia Calzone, Carmine Recano…

Ülke: İtalya