Hayat Okulu: Aristokrasi ormanda işlemez…

Film, aslında sırtını sosyal sınıf farkına dayayan bir dram gibi gözükmesine rağmen, yönetmen öyküsünü daha kişisel hikayeler ve olaylar üzerine kuruyor ve sonradan ortaya dökülecek sırlarla seyirciyi şaşırtmayı hedefliyor. Ancak potansiyeli çok daha büyük görünen bir filmin sadece sıra dışı iki kişinin arkadaşlığına eğilmesi ve sürpriz etkisi yaratması beklenen olaylarının dakikalar önceden beklenen şeyler olması biraz boşa kürek çekme hissiyatı yaratıyor

Google Haberlere Abone ol

Kamerasını önce Kanada’nın büyük Kuzeyine (Son avcı /2004) ve ardından Sibirya’ya (Kurt/2009) koyan yönetmen Nicolas Vanier, son filmi ‘Hayat okulu’ ile bir şekilde ülkesine dönüyor ve başka ülkelerin karlı manzaralarını bırakıp, Fransa’nın yeşillikli alanlarına açılıyor. Çocukluğunu geçirdiği, Fransa’nın kuzeyindeki Sologne kentini kullanan Vanier, İkinci dünya savaşının öncesinde, birçok yaşıtı gibi yetim kalan bir çocuğun, büyük toprak sahibi bir Kontun malikanesine göz kulak olan hizmetçi Céléstine ve kocası Borel tarafından evlat edinilmesinin öyküsünü ele alıyor.

Film, aslında sırtını sosyal sınıf farkına dayayan bir dram gibi gözükmesine rağmen, yönetmen öyküsünü daha kişisel hikayeler ve olaylar üzerine kuruyor ve sonradan ortaya dökülecek sırlarla seyirciyi şaşırtmayı hedefliyor. Ancak potansiyeli çok daha büyük görünen bir filmin sadece sıra dışı iki kişinin arkadaşlığına eğilmesi ve sürpriz etkisi yaratması beklenen olaylarının dakikalar önceden beklenen şeyler olması biraz boşa kürek çekme hissiyatı yaratıyor. ‘Hayat okulu’ kuşkusuz boşa gitmiş bir sinema filmi değil ancak senaryosunun boyutları yönetmenine biraz bol gelmiş gibi bir hissiyat var.

1930 yılında, Paul adında bir çocuk annesini ve babasını savaş esnasında kaybetmiştir ve birçok diğer kimsesiz çocuk gibi yetimler yurdunda kalmaktadır. O dönemdeki Fransız yönetimi bu çocukların bazılarını gönüllü olan ailelere evlatlık olarak vermektedir. Bölgede yaşayan bir kontun baş hizmetçiliğini yapan Céléstine, Paul’ü evlat edinir ve yaşadığı çiftliğe getirir. İnsanlara açılmakta çok zorlanan Paul, Konta ait ormanda kaçak avcılık yapan, köpeğiyle yalnız bir yaşam süren Totoche ile karşılaşır ve aralarında bir arkadaşlık başlar. Ancak bu arkadaşlık ne Totoche’a düşmanlık besleyen Célestine’nin kocası Borel’in ne de çocuklardan pek hoşlanmayan Fresnaye Kontunun hoşuna gider…

Öncelikle filmin ‘Hayat oOulu’ olan Türkçe isminin orijinal ismi olan ve aralarında ‘okulu kırmak’ da olmak üzere farklı anlamlar taşıyan Fransızca isminden çok daha sınırlayıcı ve hatta yersiz olduğunu belirtmemiz gerekir. Filmdeki ormanın önemini ve birçok önemli olayın burada geçtiğini göz önüne alırsak, bu Türkçe isim belki daha iddialı ancak biraz yönünü şaşırmış bir başlık oluyor bizce.

KİMSE GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİL…

Yönetmen Vanier hikayesinin ana karakterlerini bize tanıtırken, daha ilk dakikalardan itibaren her birinde ters giden, eksik bir şeyler olduğunu hissettiriyor. Her ne kadar çevresine duygusal bir duvar örmüş olan Paul’a kucak açan bu aile ortamı güzel gibi görünse de, bu malikanede konuşulmayan, yapılmasının kesinlikle yasak olduğu eylemler, katı kurallar ve sert bir hiyerarşi mevcut. Céléstine sevecen göründüğü halde başta Paul’ü evlat edinmeyi kesinlikle reddediyor, kocası Borel biraz anlayışsız bir adam ve ormanda kendi halinde bir kaçak avcı olan Totoche’a karşı anlaşılmaz bir düşmanlığı var, malikanenin sahibi Kont, Totoche’a ve ara sıra topraklarına gelen çingenelere karşı toleranslı ama evinin sınırları içinde, çocuk istememek gibi kesin kuralları var.

Bu göründüğü gibi olmayan, içerlerinde birer yük taşıyan karakterler, öğrendiğimiz bazı yan öykülerle daha da zengin hale geliyor. Örneğin filmin başlarında Célestine’nin Totoche’la gizli bir aşk yaşadığını, Kont’un nasıl öldüğü pek açıklanmayan kızının yasını tuttuğunu ve yine Kont’un ara sıra ağırladığı çingenelere karşı arkadaşlıktan çok daha derin bir bağ beslediğini anlıyoruz.

Filmin hikayesi böyle düzgün bir şekilde yerine otururken, yönetmen birden odağını Paul ve Totoche’un biraz kazara karşılaşmasına ve aralarında filizlenen arkadaşlığa kaydırıyor. Bu arkadaşlık sekansları belli ölçülerde duygulandırıcı, iyi oynanmış ve sıcak bir hava estiren sekanslar ancak bizce filmin can damarını oluşturacak derecede orijinallik ve ağırlıkta sahneler değil. Çünkü Mel Gibson’nun çektiği ‘Yüzü olmayan adam(1993)’ filminden Billy Bob Thornton’nun ‘Sling blade (1996)’ine kadar o kadar çok, biri küçük biri büyük iki çocuğun arkadaşlığı, toplumdan dışlanmış iki kişinin kenetlenmesi gibi konuları ele alan filmler gördük ki, bu kaçak avcı ile içine kapalı çocuğun hikayesi çok özel ve etkileyici olamıyor.

GEREKSİZ KULLANILAN YAN ÖYKÜLER…

Filmin asıl sorunu ise başta karakterleri zenginleştirmek için kullanılan yan öykülerin ikinci bir hedef peşinde koşması altında yatıyor. Değindiğimiz saklı ilişkiler, geçmiş travmalar filmdeki bir karakteri daha derin hale getirebilir ancak yönetmen bir de olayları filmin patlama noktası, şok edici sekanslar gibi kullanmak istiyor. Başka bir deyişle karakterlerin katmanları, hikayenin katmanlarına dönüştürülmeye çalışılıyor. Bu biraz beceriksizce dönüştürme çabası hikayeyi hem hantal, hem de sıradan bir hale getiriyor. Tahmin ettiğimiz sorular cevaplarını bulurken ve açıklanmamış sırlar ortaya dökülürken sanki yönetmen bir köşede seyircinin şaşkınlıktan ağzı açık kalmasını bekliyor. Örneğin evlat edinilmiş Paul’ün ağırlandığı malikaneyle görünenden çok daha derin bir bağı olduğunu düşünmek veya Celestine’nin kocası Borel’le Totoche arasındaki rekabet ve düşmanlığın nasıl sonuçlandığı tahmin etmek için çok çabaladığımız pek söylenemez.

Yönetmen Vanier de bir süre sonra bu hazmetmesi zor dönüşümün farkına varıyor ki bazı ekstra sahneler ekleyerek filmini ayağa kaldırmaya çalışıyor. Örneğin Kont ve yardımcısı (aynı zamanda ormanın bekçisi) Borel, efsane olduğu söylenen ama aslında var olan bir geyiğin peşine düşüyorlar. Geyiği öldürebilecekken başka bir yolu seçiyorlar. Paul, arazilerinde konuk olan çingenelerden küçük bir kızla arkadaşlık kuruyor. Filmin bütün ana karakterlerinin yüzleştiği finalde ise duygusal, barışçıl ancak bir kez daha çok şaşırtmayan sahneler yaşanıyor.

Bir de filmin bütün gri dolayısıyla doğal duran karakterlerine eklenen ve bizce gereksiz saf bir kötü adam var. Filmin asıl kötü adamı olan Kontun şımarık, bencil ve zalim oğlu, biraz kötü olayları alevlendirmek için eklenmiş gibi duruyor. Bizce hikayenin ve diğer karakterlerin inandırıcılığını zedeleyen bir karakter…

FRANÇOİS CLUZET BİR KEZ DAHA DÖKTÜRÜYOR…

Filmin oyunculuk performanslarına bakarsak, bahsettiğimiz eklenti karakter dışında kusur bulmak zor gibi duruyor. Totoche adındaki biraz kaba saba, yalnız yaşayan, umursamaz gibi duran ama aslında doğaya karşı büyük bir sevgi ve Konta karşı büyük bir saygı duyan kaçak bir avcıyı canlandıran François Cluzet bir kez daha sadece Fransa’nın değil Avrupa’nın da en büyük oyuncularından biri olduğunu kanıtlıyor. Onun en yakın arkadaşını oynayan çocuk oyuncu Jean Scandel de Cluzet’nin yanında ezilmiyor, etkileyici bir performans gösteriyor. Fresneya Kontuna hayat veren usta oyuncu François Berléand’dan inatçı bekçi Borel’i oynayan Eric Elmosnino’ya, Paul’ü öz evladı gibi gören sevecen Céléstine’i canlandıran Valérie Karsenti’den Totoche’un ortağı Dede’yi oynayan Urbain Cancelier’ye kadar bütün oyuncular gerçekten üst düzey ve inandırıcı performanslar sergiliyorlar.

Nicholas Vanier’in son filmi ‘Hayat okulu’, hafiften çevreci bir tutum da takınan, çok önemli, sosyal içerikli bir dönem filmi olabilecekken sadece uslu bir dram olan bir yapım. ‘Hayat okulu’nu benzer sularda gezinen Claude Berri’nin başyapıtları Jean de Florette (1986) ve Manon de Sources (1986) ile karşılaştırınca, bu film açıkça amatörce çekilen iyi niyetli bir film gibi duruyor.

Yönetmen: Nicolas Vanier

Oyuncular: François Cluzet, Jean Scandel, Eric Elmosnino, François Bérleand, Valérie Karsenti, Thomas Durand, İllona Cabrera, Urbain Cancelier,..

Ülke: Fransa